Maksim Gorki – Edebiyat Yaşamım

NASIL OKUDUM, NASIL ÖÖRENDİM? Seçerek ve anlayarak okumayı ilk öğrendiğimde on · dört yaşlarındaydım. Artık, bir kitabın yalnız konusu değil, anlatılan olayların -az ya da çok- ilginç gelişmeleri de benim için çekici olmaya başlamıştı. Betimlemelerin güzelliğinden tat almaya, öykünün kadın ve erkek kahramanları üzerine düşünmeye, yazarın amaçları konusunda belli belirsiz yargılara varmaya ve kitaplarda sözü edilenlerle, yaşantının getirdikleri arasındaki ayrımları sezmeye ve bunlardan ürkmeye başlamıştım o yaşlarda. O dönemde anadan doğma dar görüşlü bir ailenin yanında çalıştığımdan, çok zorlu günler geçirmekteydim. Bu insanların en büyük zevki bol bol yemek, en büyük eğlencesiyse tiyatroya ya da baloya gidercesine süslene• rek, takıp takıştırarak kiliseye gitmekti. İşim ağırdı, bu yüzden kafam, neredeyse çalışmaz duruma gelmişti; ister hafta arası, ister hafta sonu olsun, o anlamsız, yararsız ve aşağılık ayak işlerini yapardım hep. İşverenimin oturduğu ev, Klyazma Nehri yöresinden gelme kısa boylu, tıknaz bir yol yapımcısınındı. Bu adam, sivri sakalı, boz gözleriyle sürekli öfke kusar, durmadan sağına soluna saldırırdL Acımasız bir adamdı. Yürek yerine taş vardı sanki göğsünde. Aşağı yukarı otuz işçi çalıştırırdı. Hepsi de Vladimir Gubemiya’dan gelme köylülerdi. Bunlar, yeri beton, yerden aşağıda bulunan pencereleri bir delikten az büyük, karanlık bir bodrumda yatıp kalkarlardı. Akşamüstleri, küherçile kokulu tuzlanmış et ya da işkembeyle, leş kokulu lahana çorbasından oluşan yemeklerini yedikten sonra, o yorgun ve bitkin halleriyle yeraltından çıkar, avluya saçılırlardı; nemli bodrumdaki hava boğucuydu; dev fırından çıkan dumanlarla zehirleniyordu çünkü; bunaltıcıydı. Yol yapımcısı, hemen kendi odasının penceresinde biter, adamlarına bağırmaya başlardı, «Gene mi bahçeye çıktınız, pis herüler! Domuz gibi yayıldınız gene! Saygıdeğer insanlar oturuyor bu evde! Sizin gibileri görmeye bayılıyorlar mı sanıyorsunuz?,, İşçiler, söz dinler bir tavırla bodrumlarına dönerlerdi. Suskun insanlardı bunlar.


Sesleri solukları çıkmazdı. Çok seyrek konuşur, az güler ve hemen hemen hiç türkü söylemezlerdi. Giysileri kile çamura bulanıktı hep. Bir ömür boyu daha işkence çeksinler diye zorla diriltilmiş cesetler gibi görünürdü bunlar bana. Sözü edilen «Saygıdeğer insanlar”, durmadan içen, kumar oynayan, hizmetçilerini döve döve çürük içinde bırakan, açık saçık giyimli, sigara tutkunu, ayyaşlıkta da erkeklerden aşağı kalmayan, metreslerini itip kakan, tekmeleyen ordu görevlileriydi. Sevgilileri, subayların uşaklarını, hizmetçilerini paylayıp hırpalamakta da ustaydılar. Uşaklarsa, ayyaşlık konusunda efendileriyle yarışırcasına içer, sızar sızar kalırlardı. Pazar günleri, yol yapımcısı, bir elinde dar uzun bir defter, bir elinde iyice küçülmüş bir kalemiyle verandanın basamaklarına otururdu. Yol işçileri birer dilenci gibi gelirlerdi ayağına. Kısık sesle konuşur, başlarını eğer ve kaşırlardı; öte yanda patron avazı çıktığınca bağırırdı: «Kes sesini! Bir ruble çok bile! Ne dedin, ne dedin? Arkana bir tekme mi istiyorsun? Sana bu kadarı bile çok! Haydi bakayım, defol! Haydi, fırla!” Bu yol işçileri arasında, yapımcıyla aynı köyden gelenler vardı, kendi hısımları vardı ve adam onlara da aynı acımasızlık, aynı duygusuz kabalıkla davranırdı. Yol işçileri de birbirlerine karşı ve özellikle subayların hizmetçilerine, uşaklarına karşı duygusuz ve kaba davranıyorlardı. Her pazar değilse bile, iki haftada bir, kanlı bıçaklı kavgalara tutuşurlardı. Ağza alınmadık sövgüler çın çın öterdi ortalıkta. Aslında, işçilerin yüreklerinde kötülük yoktu, birbirlerine karşı belli bir düşmanlıkları yoktu; sıkıcı bir görevi yerine getiriyorlarmış gibi kavga ederlerdi. Yara bere içinde dövüşü bırakır, hiç ses ermeden, NASIL OKUDUM, NASIL ÖÖRENDİM 13 derin bir suskunluk içinde birbirlerinin yaralarına bakar, kirli parmaklarıyla, sallanan kırılan dişlerini yoklarlardı.

Morarmış bir göz, yarılmış bir dudak pek umurlarında değildi, ama bir gömlek mi paralanmış, bir giysi mi yırtılmış, hep birden yırtınır, üzülürlerdi; giysinin sahibiyse ahlanır vahlanır, kimi vakit gözyaşı bile dökerdi. Bu görünümler, anlatamayacağım duygular yaratırdı bende. Bu insanlara acırdım, ama soğuk, ilgisiz bir acımaydı bu. İçlerinden birine tatlı bir söz söylemek ya da kavgada en altta kalmış olanına bir yardımda bulunmak -hiç değilse, yüzlerinden sızım sızım akan, çamurlu ve tozlu kanları yıkamak üzere bir tas su götürmek- gelmezdi içimden. Aslında, hoşlanmazdım bu insanlardan; bir bakıma korkuyordum; mujik (köylü) sözcüğünü az çok işverenlerim ya da subaylar, kasaba rahibi, bitişikteki aşçı ya da subayların uşakları gibi söylüyordum: bütün bu insanlar, mujiklerden küçümsemeyle, aşağılamayla söz ederlerdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir