Oscar Wilde – Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil

Wilde, sanatçı/dandy/eleştirmen figüründe, kendini geliştirmeye ilişkin eleştirel düşüncelerini hayata geçirmenin yöntemini keşfeder; terapi niteliğinde olduğu söylenebilecek (hatta Philip Rieff tarafından böyle nitelenen 2 ) bir yöntemdir bu – özellikle Wilde’ın Sigmund Freud’la neredeyse aynı dönemde yaşadığını göz önüne alırsak. Ancak Freud’tm kuramı otoriteyle aktarma yoluyla kurulan bir ilişkiye dayalıdır; Wilde’ın kendini gerçekleştirme modeli ise güzellikten başka her türlü otoriteye kayıtsız kalınmasını önerir; form ile duygu arasındaki o etkileşim, Wilde’ın gözlediği gibi sanatın terapi işlevini yerine getirmesini sağlayan mekanizmadır: Wilde, “yalnızca ifade etmek bile bir teselli biçimidir,” der “Sanatçı Olarak Eleştirmen”de; “tutkunun doguşu olan form acımn da ölümüdür aynı zamanda”. Tutkunun doğumu, benliğin yalnızca iç dünyadaki değil aynı zamanda dış dünyadaki deneyiminin de başlaması demektir. Leon Chai’nin dediği gibi, 3 Wilde’a göre “form, bizim onu algılamamızın ürünü değildir; hayata aittir”. Formun kavranması, iç dünyamızdaki deneyimi dış dünyadaki gerçeklikle ilişkilendirmenin bir aracıdır. Wilde’ın hem kuramında hem de hayatı boyunca tüm deneyimlerinde benliğin gelişimi, form konusunda sergiledi1 s ği bu titizlik ve duyarlılıkla başlar. Wilde Oxford’da okurken Trinity’nin eski öğretmenlerinden biriyle Yunanistan’a gider ve bu ülkeden tam olarak ‘Helenleşmiş’ bir medeniyet anlayışıyla döner; Yunanistan’dan döndüğünde güzelliğe tapınan biridir artık; bu durum, daha sonra estetik hareket dediğimiz akımın temsilcisi olarak anılmasına neden olur. Bir fikir hareketi olduğu kadar, bir ‘kendini sunma tarzı’ da olan bu hareketin doktrini, duyumsal deneyim ve sanatsal bağnraızlık -Fransızların geliştirdiği bir ilke olan “sanat için sanat”- olarak tanımlanabilir; bu doktrin, tembel ve umursamaz tavırlarla ve yapmacıklı “zariflikler”le (uzun saç, sigara, eski dönemlere ait giysiler), realizme karşı sanatsal ve eleştirel hoşnutsuzlukla, tekniğe ve atmosfere verilen önemle ifade edilir – Baudelaire, Theophile Ga-utier, Stephane Mallarme gibi Fransız yazarların ve Ruskin, Paıer gibi İngiliz Pre-Rafaelistlerinin etkisini taşıyan ilkelerdir bunlar. Yaşı ilerledikçe, Wilde’m güzelliğe olan bağlılığı bireyciliğe adanma şeklinde kristalleşir; ama güzelliğe tapınması estetik etkilenmelere dayanmaya devam eder. işte benliğe dair bu estetik kavrayış -evrensel ahlak kural-lanndan değil salt deneyimden türetilmiş bir kimlik- tam da Wilde’ın çok haklı olarak modernliğin hayatî bir boyutu şeklinde kavradığı öğedir. Eleştirmenlerinde Wilde hakkında kafa karışıklığı yaratan paradokslardan biri şudur: onun estetik yargıları -özellikle de şiir hakkındakiler- sıklıkla, ideolojisini yalanlar gibidir. Modernist estetiğin alamet-i farikası olmuş o katı, entelektüel nahoşlukların hiçbirinden hoşlanmaz Wilde: ama yine de. modernist estetiğin şiir alanındaki çok önemli iki öncüsünün, Walt Whitman ile Robert Browning’in büyüklüğünü teslim eder: şiirlerinin müziğinden hoşlanmasa da, modem sanatçılar olarak eserlerinin genelindeki kaliteyi doğrn olarak kavrar ve değerlendirir. Estetik akrabah-ğın bu köklü ve yüzeysel türleri arasındaki farklılığın kavranması, Wilde’ın kuramının anlaşılması bakımından hayatî önem taşır. Wilde açısından form, stilin ve malzemenin işlenme tarzını ifade eder; yapı ya da tür demek değildir.


Şu da çok önemlidir: form aynı zamanda, deneyimin hayatî bir unsuru olarak güzellik duyusu anlamına gelir. Sanatta ‘‘hayatiyet” (bu terimi Ruskin’den almıştır) dediği şeyin tutkulu bir savunucusu olan Wilde, günlük hayatın gerçeklerinin, yalnızca güzelliğin dayatabileceği hakikatten daha üstün olduğunu vurgulayan natüralizmi hor görür. Ne var ki, Wilde’ın “marazi, çürük ve sağlıksız doğruculuğa” direnişi, yüzeysel bir romantik duruş etkisi yaratsa da, aslında sanat ile hayat arasındaki ilişkiden kaynaklanır; bu ilişki, yüce olanın aşkınsal işleyişine zıt biçimde, sanatın da hayatın da sınırlarını kasıtlı olarak korur. Dorian Gray’e yazdığı önsözdeki bir aforizmada, güzellik ile realizm arasındaki ilişkinin basit bir karşıtlık olmadığını vurgular: 19. yüzyılın realizm karşısındaki nefreti aynada kendi yüzünü gören Caliban’ın öfkesidir. 19. yüzyılın romantizm karşısındaki nefreti, aynada kendi yüzünü göremeyen Calihan’m öfkesidir. Wilde bu satırlarda Caliban’ı -yani, sanattan, işlevini dekorasyona ya da tasvire indirgemesini bekleyenleri- azarlıyor; yoksa burada sanatın koşulları olarak nitelediği realizm veya romantizm değildir payladığı. Wilde’m estetik kuramı konusunda kafaları en çok karıştıran şeylerden biri, onun dekadan hareketle, romantik es-tetizmin bu geç doğan mutam çocuğuyla ilişkisidir. Deka-dans, Wilde’m zevklerine hitap eder etmesine (ki pek çok bakımdan oldukça muhafazakâr zevklere sahipti kendisi) ve o, pek çok kişi için dekadan hareketin temsilcisi olur; ama buna karşın, dekadansın onun estetik kuramıyla bağı zannedildiği kadar derin değildir. Dekadans kuramına göre sanatçının sıkıcı gerçeklikten kurtularak özgürleşmesi toplumdan bir kaçış ya da en azından bir sığınaktır. Wilde’a göre ise, sanatçının toplumla ilişkisi, aksine, ibret alınacak, dinamik, en önemlisi de kırılgan bir ilişkidir. Wilde’ın bireycilik hakkındaki tüm mitleri -belki sosyalist ütopyası hariç tutulabilir- bir risk içerir: sanatçının özgürlüğünün onun yalnızlığıyla, toplumdan soyutlanmasıyla hiç ilgisi yoktur; onun özgürlüğü, sınırlamadan, baskı ve sansürden azade olmak anlamını taşır; bu ise topluma açık olmak, toplumun gözü önünde olmak demektir. Wilde’ın kuramının dekadanstan en çok etkilenen yönü, “Kalem ve Zehir”de irdelediği, sanat ile suç arasındaki yakınlıktır; Dorian Gray’de ise sanaun suçla akrabalığı, yalnızca sanatsal deneyimin ihlalci niteliğine değil, daha özel olarak, ahlaki yargılamanın sanatsal deneyimden kökten biçimde ayn durmasına dayanır. Ancak Wikle, sanatsal- yargılamayı haklı olarak yalnızca sanatsal deneyime dayandırsa da, sanatçının kendisinin ahlakî yargıdan tümüyle hağımsız olduğunu düşünmez kesinlikle.

Wilde, Fransız meslektaşlarının orta sınıf ahlakı karşısındaki mutlak reddini benim-seyemeyecek kadar fazla kapılmıştır Ruskin’e. O daha ziyade, kendisi için önemli olan hakikati destekleyecek reddetme tavrını benimser: iyi bir toplum için iyi ahlaktan fazlasına ihtiyaç vardır, modern bir toplum bütünlüğünü ve gelişmesini sürdünnek için yalnızca etik ya da duygusal ilkelere güvenemez. Wilde’ın, Victoria dönemine has didaktizmi itham etmesinin nedeni, insanlara ahlak aşılamak konusunda sanal eserlerine aşırı sorumluluk yüklemesi değildir, sanatın etkileme gücünü yanlış anlayıp küçümsemesi, böyle-ce bireysel deneyimi nakletme ve dönüştürme yönünde sanatın sahip olduğu sınırsız kapasiteyi sosyal ve ahlakî kodların şematik temsiline indirgemesidir. “Etik duygudaşlık” diye yazar, “bağışlanması mümkün olmayan bir stil mani-yerizmdir”. 2 Wilde’ın estetik etkilerin gücü fikri en çarpıcı biçimde “Yalanın Gözden Düşüşü” başlıklı denemesinde ortaya konur; Wilde burada didaktizme değil realizme saldırır; saldırının gerekçesi, sanatın kendi formlarıyla gelişmesini sürdürdüğü, hayatın ise ancak bu formları taklitle yetindiği iddiasıdır: En yüce sanal, insan ruhunu temsil etme sorumluluğunu üstlenmez; sanatsal bir tutkudan. olağanüstü bir duygudan ya da insan bilincinin uyanışından çok, yeni bir sanat mecrasından ya da yeni bir malzemeden faydalanır. Sanat yalnızca kendi yolunda gelişir. lyi sanat, herhangi bir çağın simgesi değildir. Lçinde üretildiği çağ onun simgesidir asıl. Wilde bu görüşünü hayattan doğaya aktardığında, tezi daha net bir fenomenolojik boyut kazanır ve onun en ünlü paradokslarından birinin ortaya çıkmasına yol açar: Wilde’a göre Londra’yı saran kahverengi sis kütlesi empresyonist ressamların icadıdır. Ruskin’in “Gotiğin Doğası” adlı denemesindeki fonnülasyonuna (özetle: Gotik mimarinin tonozlu tavanları ve revakları giderek ağaçların organik fonn-lannı özümsemişlerdir, tersi doğru değildir) bu parlak gön,. dermeden sonra, Wilde Ruskin’in bakışındaki yaratıcı hassaslığa yönelik hayranlığını dile getirir: “Doğa bizim beynimizde hayat bulur. Bizi doğurmuş olan bir tabiat anadan bahsedemeyiz, çünkü tabiatı yaratan biziz. Doğanın bize hayat verdiği söyleniyor; boş bir laftır bu. Şeyler, biz onları gördüğümüz için orada dururlar; ne gördüğümüz, o gördüğümüz şeyi nasıl gördüğümüz, bizi etkilemiş olan sanatlara bağlıdır yalnızca.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir