Sevil Atasoy – Her Çikolata Yenmez

Dostlarım ve yayınevim, artık bir polisiye roman yazmam gerektiğine inanıyorlar. Ben ise hâlâ daha önce üç kez olduğu gibi gerçek suç öykülerini ve adli bilimlerin değişik alanlarındaki denemelerimi sizlerle paylaşarak, ömrümün tam yarışım verdiğim bu gizemli dünyayı tanıtmakta ısrar istiyorum. Gerçi bizlerin yaşadığı, polisiye film ve dizilerde izlediklerinize pek benzemez. Üç-beş kişiyle yürütülen soruşturmalar yoktur, birkaç günde aydınlatılabilen cinayetler azdır. Hele bırakın oto boyası, lastik izi, cam, ayakkabı tabanı, mürekkep, patlayıcı veritabanlarını, ulusal düzeyde bir DNA veritabanı bile olmayan ülkede çalışıyorsanız, faili meçhulleriniz de çoktur. Bir biyokimyacı olarak, adli bilimlerin gizemli dünyasına adımımı attığım 1980’lerden bu yana, suçla mücadele tekniklerinde başdöndürücü gelişmeler oldu. Elbette Türkiye’de de çok şey değişti. 1980’li yıllarda elimde bir cam şişe, şişenin içinde özel olarak yetiştirilmiş altın değerinde yüzlerce sirke sineğiyle Almanya’nın Erlangen Üniversitesi’nden Adli Tıp Kurumu Kimya Dairesi’ne dönmüştüm. Artık, ölülerin iç organ parçalarında hızlı, kolay ve ucuz bir yöntemle zehir aramak için sineklerden medet umulmuyor. Babalığın belirlenmesi için, önce çocuk, ana ve baba olduğu iddia edilen erkeğin kan grupları inceleniyor, erkeğe “baba olabilir” denirse, erkekle çocuk çok sayıda doktorun önüne oturtularak, kulaklarına, el ve ayak parmaklarına bakılıyordu. Benziyorlarsa, erkeğe daha güçlü biçimde “baba olabilir” deniyordu. Bu da gerilerde kaldı. Türkiye, yavaş yavaş görgü tanıklığını bir yana bırakıyor. “Ben yaptım” diyenlere fazla kıymet vermiyor. Bilimsel delillerden suçluya gitmek, ülkenin her yerinde, her zaman uygulanamasa da, yetkililerin sıklıkla yinelediği bir hedef.


Türkiye’nin gerek polis, gerekse jandarma olay yeri inceleme birimleri ve kriminal laboratuvarları, sayıca az olmakla birlikte, gelişmiş ülkelerin araç-gereç donanımına sahip. Buralarda çalışan uzmanlar, yine sayıca az olsalar da, bilgi ve becerilerinden kuşku yok. Bütün bu gelişmelere rağmen, aydınlatamadığımız suçlar, delil yetersizliğinden salıvermek zorunda kaldığımız suçlular ve haksız yere mahkûm ettiklerimiz var. Tıpkı dünyanın bütün diğer ülkelerinde olduğu gibi. Çünkü, şu sıralar Kanal D’de sunduğum “Kanıt” adlı dizinin her bölümünü kapatırken tekrarladığım şekilde, kusursuz cinayet yoktur. Ama tarih boyunca kusurlu polisler, kriminalistler, savcılar, avukatlar, doktorlar olmuştur. Daha da ötesi, düne kadar güvenerek uygulanan, mahkûmiyetlere, hatta idamlara dayanak oluşturmuş bazı incelemelere, hiç de güvenilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Eğer bu mesleğin bir profesyoneli iseniz, hangi yöntemlerden söz ettiğimi biliyorsunuz. Eğer ceza adalet sistemiyle doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantılı iseniz, bu durumu tahmin etmişsinizdir. Eğer adli bilimlere ilgi duyan bir vatandaşsanız, elinizdeki kitabın sayfalarım çevirdikçe, durumu keşfedeceksiniz. Amerikalı siyahi sporcu O. J. Simpson’un 1995 yılında görülen ceza davası sayesinde, olay yeri inceleme ve DNA analizlerine özen gösterilmediğinde, iki kişinin hunharca katledilmesinden sorumlu tutulan kişinin beraat edebileceğini öğrendik. 191 kişinin can verdiği 2004 Madrid terör saldırısında, parmak izi karşılaştırmalarında FBI’ın bile hata yapabildiğini gördük. Münevver Karabulut cinayeti, otopsi masasından ceset üzerine sperm bulaşabileceğini, Mustafa Çelik cinayeti, ısırık izine dayalı olarak bir kişinin mahkûm edilemeyeceğini kanıtladı.

Bazı öyküler, benzeri hataların yol açtığı onarılmaz yaralarla ilgili. Örneğin “Ölüler konuşamaz”, haksız yere suçlanan bir bilim adamının intiharım, “Karısını öldürdü diye doktoru astılar”, idamından 98 yıl sonra aklanan bir doktoru, “Sacco ile Vanzetti” üzerinden 84 yıl geçmesine rağmen hâla tartışılan iki idamı anlatıyor. “Beni siz gömdünüz yine siz kurtardınız’ın ise hayatımda çok farklı bir yeri var. Suçsuz olduğu halde, bir görgü tarağı ve iki saç teliyle iki kez müebbet hapse mahkûm olan Dwain Allen Dail ile tanışmamın öyküsü. Allen’i, ömrünün 18 yılını haksız yere geçirdiği cezaevinden çıkartanlar, Barry Scheck ve Peter Neufeld adlı iki hukuk profesörü. 1992 yılında New York Yeshiva Üniversitesi Benjamin N. Cardozo Hukuk Fakültesi’nde başlattıkları Masumiyet Projesi’ni, onlardan altı yıl kadar soma, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde yürütmeye başladım. Şimdilerde çok sayıda adli bilimci ve hukukçuyla birlikte bu hizmeti üniversiteden bağımsız olarak sürdürüyorum. Bu yazıların hemen tamamım, Birleşmiş Milletler’deki görevim nedeniyle bulunduğum ülkelerin otel odalarında kaleme aldım. Vaktin hep gece ve benim hep yalnız olmamdan mıdır nedir, bazıları içinizi karartabilir. Size anlatacaklarımın arasında keyif alacağınız olağanüstü başarı öyküleri de var elbette. Bu kitaba admı veren “Her çikolata yenmez”de, bir kepek tanesinden DNA elde eden moleküler biyologu kutlayacak, “Balıkların arasında Rolex’li bir ceset’teki otopsi teknisyeninin dikkatine hayran kalacak, “Olay yeri incelemesi ne kadar sürmeli?”deki iki kadın polisin sabrına şaşacak, efsanevi polis müdürü sevgili Dr. Henry Lee, “Tevfik’lerin sabun kokan halısı”na yanağını dayadığında, şapkanızı çıkartacaksınız. Bu arada, dolunayın suça etkisinden tutun da, aşkın insana neler yaptırdığına, Mata Hari’den Fa’afafine’lere kadar ilginizi çekeceğini düşündüğüm birçok konuya yer verdim. Mekong Nehri kıyılarından Gobi Çölü’ne, Abu Dabi’den Guadalajara’ya, hayatın her noktasına dokunan adli bilimler dünyasındaki yolculuğunuzdan keyif almanızı dilerim.

Sevil Atasoy İstanbul, Ocak 2011

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir