Tanrı’ya inanmıyorum ama O’nu özlüyorum. Soru sorulduğunda söylediğim şey bu. Oxford, Cenevre ve Sorbonne’da felsefe dersleri veren ağabeyime böyle bir beyan hakkında ne düşündüğünü sordum ve bu beyanın kendime ait olduğunu da açığa vurmadım. Şu sözcüklerle yanıt verdi: “Aşırı duygusal.” Adını anacağım ilk kişi, anne tarafımdan büyükannem olan, kızlık adıyla Machin Nellie Louisa Scoltock. Büyükbabam Bert Scoltock’la evlenene değin, Shropshire’da öğretmenlik yapmıştı büyükannem. Bertram değil. Albert da değil, sadece Bert: O bu adla vaftiz edilmişti, bu adla çağrıldı ve öyle de yakıldı. Mekanik aletlere aşinalığı olan enerjik bir okul müdürüydü: Sepetli bir motosikleti vardı, sonra bir Lanchester’ın sahibi oldu, sonra da emekliliğinde bir hayli gösterişli spor bir Triumph Roadster’ın direksiyonuna oturdu. Arabanın üç kişilik ön koltuğu vardı, arabanın üstü açıldığında arkada tek kişilik iki ayrı koltuğu kullanılır hale geliyordu. Onları tanıdığımda, büyükannemle büyükbabam tek çocuklarına yakın olabilmek için güneye gelmişlerdi. Büyükannem enstitüye gitti; turşu kurup kavanozlara yerleştirdi; büyükbabamın yetiştirdiği tavuklarla kazları, tüylerini yolduktan sonra, fırında kızarttı. Ufak tefek, dış görünüşüne bakarsanız yumuşak başlı biriydi; yaşlılıktan el parmaklarının eklemleri kalınlaşmıştı; nikâh yüzüğünü çıkarabilmesi için ellerini sabunla yıkaması gerekiyordu. Giysi dolapları el örgüsü hırkalarla doluydu, büyükbabamınkilerin saç örgüsü daha erkeksi görünümlüydü. Ayak hastalıkları uzmanlarıyla düzenli randevuları olurdu ve onlar, diş hekimlerinin bütün dişlerini tek bir kerede çektirmeyi öğütledikleri o kuşaktandılar. O zamanlar normal bir geçişti bu: Sallantılı dişlerden bir çırpıda tümüyle porselen dişlere geçiveriyordunuz, ağzınızdaki dişler sağa sola kayıyor ve takırdıyor, herkesin içinde sizi mahcup ediyor ve onları başucu komodininizin üzerinde duran köpüklü bir bardağın içine koyuyordunuz. Doğal dişlerden takma dişe geçiş, ağabeyimle bana hem düşündürücü hem de kaba ve münasebetsizce bir şey gibi görünmüştü. Ne var ki büyükannemin yaşamında, onun yanında adı asla anılmayan, çok büyük bir başka değişiklik olmuştu. Kimyasal maddeler üreten bir fabrika işçisinin kızı olan Nellie Louisa Machin, Metodist olarak yetiştirilmişti; oysa Scoltocks’lar İngiliz Anglikan Kilisesi’ne mensuptular. Büyükannem yetişkinlik yaşlarının ilk yıllarında birdenbire inancını yitirmiş ve aile geleneği hikâyesinin rahat anlatısı içinde bunun yerine koyacak bir şey bulmuştu: sosyalizmdi. Onun dinsel inancının ne denli kuvvetli olduğu ya da ailesinin tutumu konusunda hiçbir fikrim yok: Bütün bildiğim bir keresinde belediye meclisine sosyalistler arasından aday olduğu ve seçimlerde yenilgiye uğradığı. Onu 1950’lerde tanıdığımda, ilerleme kaydedip komünist olmuştu. Büyükannem Buckinghamshire banliyösünde Daily Worker’a abone olup -ağabeyimle ben birbirimize bunu ısrarla söyler dururduk- gazetenin Para Toplama Fonu’na bağış gönderebilmek için ev idaresinde birtakım dolaplar çeviren o az sayıdaki yaşlı emekliden biri olmuş olmalıydı. 1950’lerin sonlarında, Çin-Sovyetler Birliği hizipleşmesi meydana geldi ve dünyanın her yanındaki komünistler Moskova ile Pekin arasında bir seçim yapmak zorunda kaldılar. Avrupalı sadık komünistlerin çoğu için zor bir karar değildi bu; Moskova’dan talimat aldığı kadar para da alan Daily Worker için de değildi. Ömründe hiç yurtdışına çıkmamış olan ve yapmacık bir rafineliği yansıtan bir bungalovda yaşayan büyükannem, açıklamadığı sebeplerle seçimini Çinlilerden yana kullandı. Bense onun bu gizemli kararını pervasız bir kişisel çıkar amacıyla hoş karşıladım; çünkü Worker’ın yanında ek olarak China Reconstructs da veriliyordu, uzak kıtadan gönderilen sapkın bir dergiydi bu. Büyükannem bisküvi rengi zarflardan çıkan pulları bana verirdi. Pullarda daha çok endüstriyel başarılar -köprüler, hidroelektrik santralları, üretim hatlarından hareket eden kamyonlarkutlanıyor ya da huzurlu bir uçuş halinde çeşitli türlerde barış güvercinleri görülüyordu. Ağabeyim böylesi armağanlar için rekabet etmedi; çünkü birkaç yıl önce evimizde bir Pul Koleksiyonu Hizipleşmesi olmuştu. O, Britanya İmparatorluğu alanında uzmanlaşmaya karar vermişti. Bense, kendi farklılığımı ortaya koymak için, bu yüzden, Dünyanın Geri Kalan Kısmı olarak adlandırdığım -ki bana mantıklı görünüyordu bu- bir kategoride uzmanlaşacağımı ilan ettim. Sadece ağabeyimin toplamadığı pullardan yola çıkarak tanımlanıyordu benim seçimim. Bu hareketin saldırganca, savunmaya yönelik ya da sadece pragmatik olup olmadığını artık anımsayamıyorum. Bütün bildiğim, bunun, okul pul kulübündeki kısa pantolonlarını daha yeni çıkarmış filatelistler arasında zaman zaman çok şaşırtıcı diyaloglara yol açmış olduğuydu. “Eh, Barnes, ne topluyorsun bakayım?” “Dünyanın Geri Kalan Kısmını.” Büyükbabam briyantin kullanmaya düşkün bir adamdı, Parker Knoll koltuğunun -yaslanıp şekerleme yapması için arkası yüksek, kulaklı bir model- üzerindeki kılıfsa pek dekoratif değildi. Saçları büyükannemin saçlarından daha erken ağarmıştı; uçları kırpılmış, askerlerin bıraktıkları tarzda bir bıyığı, metal saplı bir piposu ve hırkasının cebinde şişkinlik yapan bir tütün kesesi vardı. Aynı zamanda kocaman bir işitme aleti takardı, bu da yetişkinler dünyasının bir başka yanıydı -ya da daha doğrusu yetişkinliğin öte tarafındaki dünyanın- ağabeyimle ben bu dünyayla dalga geçmekten hoşlanırdık. Ellerimizi kulaklarımızın arkasına götürerek, “Efendim?” diye alaycı alaycı bağırırdık birbirimize. Her ikimiz de büyükannemin karnının, büyükbabamızı bir an için sağırlığından uyandırıp “Telefon mu çalıyor, Ma?” diye sordurtacak kadar yüksek perdeden guruldadığı anı iple çekerdik. Derken sıkıntılı bir homurtudan sonra, gazetelerine geri dönerlerdi. Büyükbabam adam koltuğunda, kulağında ara sıra öten işitme cihazı ve ağzında nefes çektikçe nargile gibi fokurdayan piposuyla oturur ve ona, hakikatin ve adaletin Komünist Tehdit tarafından sürekli tehlikeye atıldığı bir dünyayı betimleyen Daily Express’i okuyup başını sallardı. Daha yumuşak, kadınsı koltuğunda -kızıl köşede- oturan büyükannemse başını Daily Worker’ın üzerine doğru eğer ve ona, hakikatle adaletin, güncelleşmiş versiyonlarında Kapitalizm ve Emperyalizm tarafından sürekli tehlikeye atıldığı bir dünyayı betimleyen gazeteyi okuyup söylenirdi. Büyükbabam, bu vakitlerde, dinsel ibadetini televizyonda Songs of Praise [İlahiler] seyretmekle sınırlandırmıştı. Ahşap oymacılığı yapıyor ve bahçeyle ilgileniyordu; kendi tütününü yetiştirip garaj çatısında kurutuyordu, burada aynı zamanda yıldızçiçeği yumruları ve saç gibi ince bir sicimle bağlanmış Daily Express’in eski sayılarını depo ediyordu. Ağabeyime iltimaslı davranıyor; ona bir keskinin nasıl bileneceğini öğretiyor ve marangozluk alet kutusunu emanet ediyordu. Onun bana bir şey öğrettiğini ya da bir şey emanet ettiğini anımsayamıyorum, gerçi bir keresinde bahçe kulübesinde bir tavuğu öldürürken seyretmeme izin vermişti. Hayvanı kolunun altına aldı, okşayarak sakinleştirdi, sonra boynunu kapı kasasına vidalanmış yeşil renkte madeni bir aletin üzerine koydu. Aletin kolunu aşağı indirirken, hayvanın vücudunu daha da sıkıca kavrayıp son çırpınmalarına kadar öylece tuttu.
Julian Barnes – Korkulacak Bir Şey Yok
PDF Kitap İndir |