Louis-Ferdinand Céline – Profesör Y İle Konuşmalar

Sihirbaz sahneye çıkıp, ortalığı kasıp kavurmuş, kimselerin akıl sır erdiremediği, eşi benzeri görülmemiş numarasını sunduktan sonra numarasının sırrını açıklıyorsa eğer, orada bir an durup düşünmek gerek. Aristo’dan miras bir çaba, Horatius’la, Boileauyla , Baudelaire’le, Wilde’la kesişen bir yol: Profesör Y ile Konuşmalar; nam-ı diğer, Céline’in ars poeticası . Yolculuk ’ un sırrı. Doktorun reçetesi. Sırrını açıyorsa Céline , ne yüce gönlünden koptuğundan, ne önderlik hevesinden, ne vazgeçtiğinden; Yolculuk’un bile dar kafalara kanıtlamaya yetmediği sahiciliğini, kıymetlisinden olma pahasına, görmek istemeyen gözlere soka soka göstermek istediğinden, ateşe körükle gitmeye can attığından, yakmadık yer bırakmasın diye çıkardığı yangın. Coşkusundan, dehasından, yüreğinden şüphesi olmayan lanetlinin zafere soyunduğu bir soruşturma. Kavgaya bahane arayanlara canı gönülden takdim edilmiş bir bahane daha. Céline’den sonra kaleminden Céline sızanlara, bambaşka dillerde bambaşka satırlarda Céline’e rastlayanlara bir kılavuz. “insanlara güvenmek demek, kendini öldürtmek demek.” Kadavrasını bile başkalarına emanet etmeyen adamın kıytırık numarası: Profesör Y ile Konuşmalar bir özotopsi . Bu ars poetica , bu sahicilik, bu eşine nadir rastlanır yazınsal cüret, Céline . Ayberk Erkay Hiç kıvırmaya lüzum yok, vaziyet meydanda, kitapçılar sinek avlıyor, durum vahim. Bir de çıkıp utanmadan 100.000 bastık falan diyorlar, sabaha kadar desinler, tek sıfırına inanmayın! 40.000 desinler gene yalan!… taş çatlasa 400!… dingillere masallar! yazık be!… yazık!… anca “pembe dizi” okusun millet… bıkmadılar!… hâlâ satıyor!… hadi “polisiye” de satsın üç beş… hadi “gerilim” falan, tek tük… Neticede hakikat, bir bok satmıyor… durum harbiden vahim!… Sinemaymış, televizyonmuş, küçük ev aletleriymiş, mobiletmiş, döşövoymuş (Türkçede “ döşövo ” olarak bilinen Citroën’in 2CV ( deux chevaux ) modeli.


Céline , “ deux chevaux ” (iki beygir) üzerine meşhur kelime oyunlarından birini yapıyor: “ quatre chevaux ” (dört beygir), “ six chevaux ” (altı beygir).) , katrşövoymuş , sişövoymuş , hepsi bir oldu, canına okudular kitabın… eh nolacaktı başka, ne alırsan “taksitle”! “hafta sonları” taksitle!… yan gel yat iki ay… üç ay!… atla gemiye, ta Lololuluya !… buyursun hoş gelmiş dar bütçeler!… haydi katlansın borçlar!… aman bir kuruş kalmasın cepte!… vaziyet böyle, sen bekle millet kitaba para yatırsın!… bir karavan daha? ver bir tane daha!… bir kitap?… canım okuyan versin öbürüne!… kitap lan bu, kafadan yirmi… yirmi beş adam rahat okur… lan ah şu ekmek de kitaba çekecekti ki, hele jambon, kes bir dilim, çek millete ziyafet! bir dilim, yirmi… yirmi beş mide! piyangoya gel!… işin tuhafı, misal ekmeğin durduk yere çoğalması mucizesi insanlara hayalmiş gibi gelirken, ne hikmetse, kitabın durduk yere çoğalması mucizesi ve buna ilaveten yazarın beleşe emek sarf etmekle mükellef olması sanki dünyanın kanunuymuş gibi geliyor yine insan evladına. Lakin işte bu mucize, yeri geldi mi tezgâhlarda “kimin elinde kalırsa”, yeri geldi mi kütüphaneler sağ olsun, efendice, usul usul , amma velakin her daim muntazaman gerçekleşiyor… oymuş buymuş ayrı mevzuu, yazara düşen nedir peki burada, yazara düşen, avucunu yalamaktır. Kilit nokta budur! Ayriyeten, anlaşılan herkes, yazar denen bu insanların muazzam servetlere sahip olduğu, olmadı yüksek makamlarda bir muhteremi düzenli gelir bellediği, o da olmadı, yemek yemeden hayatta kalmanın formülünü keşfettiği (ki atom füzyonu halt etmiş) konusunda tamamen hemfikir. Hali vakti yerinde bir adama sorun bakın (bol imtiyazlı, hayli hisseli) size bütün samimiyetiyle, üçkâğıda falan hiç yeltenmeden, inkârı zaten yersiz bir hakikati muhakkak dile getirecektir: Yalnızca sefalet, insandaki dehayı özgür kılabilir,… sanatçıya acı çekmek yaraşır!… bir tutamı asla kafi gelmezi… avuç avuç anca keser sanatçıyı!… çünkü sanatçı, ancak acıların bağrında doğurabilir de ondan!… ancak Acıya, Efendisine boyun eğdiği müddetçe!… (Kaide Beyefendi) ( Musset’nin kaide üzerindeki bir heykeli Théâtre – Français Meydanında bulunmaktadır…) . üstelik herkesin malumu, hapse düşmenin falan da sanatçıya bir zararı katiyen dokunmaz… ne zararı, bilakis!… harbi sanatçı dediğin, sen kaç, zindan kovalasın, öyle geçirir ömrünü… ha hemen yakalanır, yakalanmaz, orası ayrı dava… ha ama bir de şu giyotin var asıl, tamam kabul, başta bir ürkütüyor adamı, ama sanatçıya öyle bir yakışır ki… giyotin, tabiri caizse, sanatçıyım diyeni, açmış kollarını bekleyen sondur! giyotinden fellik fellik kaçan sanatçının (darağacı da olur bu arada) hele kırkını geçmişse, şarlatan damgası yemesi kuvvetle muhtemeldir… bir kere sanatçı dediğin, sürüden ayrılmayı seçmiştir, milletin gözüne gözüne batmıştır, eh ötekilere ibret olsun diye cezalandırılmasından daha normal, daha doğal bir şey olamaz… boş pencere bulana aşk olsun işte o vakit, pencereler kiralık, millet acımaz basar parayı, eh izleyecekler tabii nasıl yanıyor bizimki ateşlerde, nasıl buruşturuyor o suratını, ha tabii doğruya doğru, bu sefer harbiden buruşacak o suratı! neresi diyelim, mesela Concorde Meydanı… o ağaçları falan var ya, kökünden sökerler, o koca Tuileries bahçesini sahneye çevirirler! herifin boynunu keserlerken, siktiriboktan bir çakıyla, yavaş yavaş , kanırta kanırta keserlerken o meymenetsiz suratını seyredecekler ya, bütün dertleri o… palyaçonun sonu, beklenen son, suratına falan tükürmek kesmez bunları, zevki mi çıkar öyle! bağlasınlar sehpaya, iyice bir kanırtsınlar! o da kesmezse çarka gersinler! böğürtsünler orada dört saat… beş saat… sen misin yazar, al sana mükafat! sıçtığımın palyaçosu!… yalan mı, değil!… ha peki yok mu kurtuluşu, var tabii, eh artık eli mahkûm ya sağlam bir dolap çevirecek, ya yalakalıktan, tartüfçülükten medet umacak, ya da olmadı kapağı Akademilerden birine atacak… küçüğü olur, büyüğü olur, hangisine denk gelirse… olmadı bir cemaat… olmadı bir parti… kofti sığınaktan bol ne var!… açın be şu gözünüzü! kaç defa başına yıkıldı o sözde “sığınaklar”, medet umanların!… kaç kere uçtu gitti “vaatler”… yazık be yazık!… bende “kart” bol, her türlü biter bu el diyenler bile gümledi gitti!… oturmuşlar Şeytan’ın kucağına, haberleri yok! Şimdi neticede, şöyle bir bakın etrafınıza, bir yanda meteliğe kurşun atan yazarların sürüsüne bereket, öte yanda, köprüaltına düşmüş bir tanecik yayıncıya rastlarsanız hayret… özetle durum, evlere şenlik ki ne şenlik!… evvelsi gün bunlardan dert yanıyordum işte Gaston’a , Gaston Gallimard a (yayın evi) … eh Gaston bu, adam işin kurdu, o bilmeyecek de kim bilecek!… reçetemi yazdı koydu önüme! neymiş, ağzıma sıçan şu sessizliğimi ne yapıp edip parçalayacakmışım! yırtıp atacakmışım! cart diye! yitikliğimden sıyrılıp, dehamı, dünya âlemin gözüne sokacakmışım… “Oldu!” Dedim kendisine. “Siz de bir oynamadınız gitti şu oyunu!…” dedi, koydu noktayı… hatan şudur, budur falan demedi… de ben aldım ayarı tabii!… olsun kabul, Gaston bu, yazar çizer tayfasının patronu adam… ha tüccarın önde gideni de bu Gaston , orası ayrı mesele… neyse, kalbini kıracak halim yok adamın… saksıyı çalıştırmaya başladım, daha dakkasında , hiç vakit kaybetmeden, mademki durum budur, biz de şu “oyunu oynayalım” bakalım, ama nasıl?… eh bizdeki kafa da bilim kafası canım, bir ölçtüm biçtim mi anlamayacağım mı nasıl “oynanırmış bu oyun”!… şıppadanak çaktım mevzuyu ! neymiş, “oyunu oynamak” mı istiyorsun, o halde evvela radyoya çıkacaksın… işini mişini bırakıp, çıkacaksın radyoya!… çıkacaksın oraya, ağzına geleni söyleyeceksin! açacaksın ağzını yumacaksın gözünü, her şey uyar!… mesele, yeter ki ismini yüz kere, bin kere söyle adam gibi, duyulsun!… sonra ha “dev köpüklü sabun” olmuşsun, ha “ Gatouillat bıçaksız tıraş”, ha “dahi yazar Illisy ”!… aynı terane! aynı bokun soyu! kapattın mı mikrofonu, durmak yok, koş at kendini kameranın önüne! bokuna püsürüne kadar çektir kendini! çocukluğunu çektir, ergenliğini çektir, olgunluğunu çektir, neymişsin ne olmuşsun, çektir babam çektir… bitti mi film faslı, doğru telefona! gazeteciler iş başına!… anlat şimdi bunlara ne niyetle çektirdin filme çocukluğunu, ergenliğini, olgunluğunu… çarşaf çarşaf bassınlar, ha ama güzel bassınlar, fotoğraf da çeksinler boy boy !… endam eylesin fotoğrafların gazetelerde!… çeksinler daha!… yetmez üç beş, çeksinler, daha da çeksinler!… oldu canım, tabii, ben değil mi, ben yapacağım değil mi bunları? daha dakkasında gözümün önüne geldi lan halim, ağzım dilime dolanmış, facia!… yok onu şöyle yaptım!… yok bunu böyle yaptım!… neyse isabet, gazeteci yazar arkadaşlar sağ olsun, ben çok havalanmadan aldılar gazımı. “Senin neye benzediğinden haberin var mı Ferdinand ? kafayı mı yedin sen? bir de televizyona çıksaydın bari? şu surata bir bak! şu sese bir bak! sesini duymadın mı hiç sen?… hiç bir dönüp bakmadın mı aynaya? şu şekline şemailine hiç bakmadın mı sen?” Aynaya bakmışlığım enderdir, doğruya doğru şimdi, hem baktığımda gördüğüm de, şu son birkaç seferinde son yıllarda, günden güne çirkinleşen bir adam… babam da aynı böyle söylerdi zaten… adam ucube görüyordu beni… sakal bırakmamı tavsiye ettiydi… “Ama sakal dediğin oğlum, bak baştan söyleyeyim, titizlik ister! senin gibi domuz nasıl bakacaksa artık! kesin kokarsın sen!.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir