Rasim Özdenören – Aşkın Diyalektiği

Şöyle bir durum tasarlamak niçin mümkün olmasın? Tufandan sonra nasılsa hayatta kalmış birisi var. Üzerinden, tufanın nasıl geçtiğini bilemiyor, ama tufanın nasıl başlamış olduğunu hatırlıyor. Şimdi de, tufanın son artıkları olan yağmurun son damlaları da gücünü yitirmiş, hatta kesilmiştir. Bu insan, işte tam o sırada, gözlerini bu dünyaya yeniden açıyor ve çevresine bakınıyor: Bir bataklık çölünün kıyısında uykusundan uyanmaktadır. Bir mızrak boyu yükselmiş olan güneşin ışınları altındaki bataklıktan buğular yükselmektedir. Oralarda ağaçlardan eser kalmışsa sağanaktan ve fırtınadan yapraklarını dökmüşlerdir. Adamımızın gözü ufuklara bakar. Bütün bu bataklık çölünde ve yükselen buğular arasında ortalarda bir hayat işareti bulmak ister. Görünürde kimseler yoktur. Uykusundan iyice uyanınca kaygılanır, başkalarını, kendi türünden başka insanları, hayır, hiç olmazsa bir kişiyi, bir tek kişiyi görmek ister. İsterse onunla konuşma imkânı bulunmuş olmasın. Buna rağmen adamımız o bir kişinin “orada” bulunduğunu, onun orada durduğunu, nefes almakta olduğunu bilmek ister. Onunla iletişim kurabilmesinin imkânsız olduğu fizik olarak görülse ve bilinse bile, gene de onun, orada durduğunu bilmesi ve her şeye rağmen bu fizik engellerin aşılabileceğini hayal etmesine nazarî olarak bir engel bulunmadığını düşünmesi umutlanabilmesine yetecektir. Ama heyhat, şimdilik böyle bir umuda yer yoktur ve o, yeryüzünde bir başına kalmıştır. O, kendi türünden birini görebilme umuduyla çevresini kolaçan ederken bir kayanın üstünde yalanarak kendini kurutmaya uğraşan bir kedi görüyor.


Kedi ön pençelerini yalıyor ve yaladığı pençesini kulağının arkasından aşırtarak yıkanıyor. Sonra dilinin yetişebildiği yere kadar gerdanını yalıyor. Kedinin hareketleri, kımıltıları hoşuna gidiyor. Ona hemen bir ad yakıştırıyor ve: “Tekir!” diye sesleniyor. Bir an için, diyelim ki, kedi bu seslenişe: “Efendim!” diye cevap verdi ve efendisinden gelecek buyruğu beklemeye başladı ve efendisini yeteri kadar bekledikten sonra sabırsızlandı ve: “Bir şey mi demiştiniz?” diye üsteledi. Adamımız ne yapardı acaba? Kediyle sohbeti koyulaştırmayı ve ona tufan esnasında nerede olduğunu, ötekilerin başına neler geldiğini sorup öğrenmek mi isterdi yoksa daha kedinin ağzından çıkan ilk hecelerle birlikte korkuya ve dehşete mi kapılırdı? Ama kedi, bu seslenişe cevap verme lütfunda bulunmadan kuyruğunu savurarak kayadan yere sıçrıyor ve arkasında iz bırakmadan yitip gidiyor. Adamımız böylece bir kez daha ve kesin biçimde bir başına ve yapyalnız kalakalıyor. Bu, onun için kesin bir umutsuzluğun başlangıç dönemidir. Şimdi buradan kaçıp giden kedi, o bile, başının çaresine bakabilecektir. Ama kendisi? Kendisi yalanarak yıkanma becerisinden yoksundur. Avını çıplak pençesiyle yakalamasını sağlayacak sivri tırnakları da yoktur. Kendisini başka hayvanların avı olmaktan kurtaracak kadar kaçmasını sağlayacak çevikliği de göremiyor ayaklarında. Birdenbire ne kadar aciz bir yaratık olduğunu düşünüyor, bunu iliklerine kadar hissediyor. Ama bir şeyden kaçınmasının imkânsızlığını da gene aynı anda algılıyor: O, yaşamak zorundadır! Ama bunu nasıl başaracaktır? Ya da başarabilecek midir? Bir şeyler yapması gerektiği hissiyle dolmaya başlıyor. Ve ilk olarak gövdesini dış etkilerden koruması gerektiğini, bir barınağa, daha doğrusu korunağa ihtiyacı bulunduğunu düşünüyor.

Yoksa o, şu anda bir hiç’tir. Ya da hiç olması mukadderdir. Çölün bir parçası, çölün kumundan taşından bir parça olarak orada durmaktadır. Ama kalbinin derinliklerinde, o, kendisine bir korunağa ihtiyacı olduğunu buyuran sese kulak verdiği anda, çölün kumundan, toprağından farklı bir ırası olması gerektiğini de kavrıyor. Ve ilkin kendi kendine, sonra da taşa, toprağa, suya ve çamura hayret ediyor. Başının çaresine bakmaya koyuluyor. II. Evet, o, kendini taştan, topraktan bir parça olarak veya kendini onların bir parçası olarak gördüğü anda bile, ırasının hiç de onların (taşın, toprağın) aynı (özdeşi) olmadığını da fark ediyor. Çünkü aynı anda bir başka şeyi fark etmekte olduğunu görüyor: taş ve kum değişmeden durmaktadır. Aslan, zürafa ve kedi de… Onlar da değişmeden durmalarını sürdürüyorlar. Şimdi o, geçmişte edinmiş olduğu tecrübesini de unutmuş olduğundan karnını nasıl doyuracağını da bilmiyor. Daha esef verici olan, karnının acıktığını bilmiyor. Karnındaki sıkıntıyı bilmiyor değil; onu biliyor; onun sıkıntısını hissediyor, fakat o sıkıntıyı nasıl def edeceğini bilmiyor. Oysa aslan ve zürafa, kendilerine baştan beri vahyedilmiş olan her neyse ona göre hayatlarını idame etmenin üstesinden gelmekte güçlük çekmiyorlar. Aslan, avının üstüne saldırıyor, pençesiyle avına hâkim oluyor, sonra avının boynuna dişlerini geçirerek bekliyor; avının bir et haline gelip kendisini avcıya (aslana) teslim edesiye kadar… Aslan, avının, bir hayvan olmaktan çıkıp et haline geldiğini nasıl biliyor? Bufalo ve tırtıl da nasıl beslenecekleri hususunda kaygılanmıyorlar ve nasıl beslenmeleri gerekiyorsa kimseye danışmadan besleniyorlar.

Ama bizim adamımız, daha karnının acıkmış olduğunun bile bilincinde değil. Karnında duyduğu sıkıntının ne olduğunu “birisinin” ona anlatması gerekiyor. Yoksa o, bir başına bu sıkıntının üstesinden gelemez. Nitekim Âdem aleyhisselam bu sıkıntıyı hissettiğinde Allah’tan yardım dilemiş ve kendisine vahiy gelinceye kadar “acıkma”nın ne olduğunu bilememişti. Vahiyle öğretildiği biçimde karnını doyurduktan sonra, bu sefer, daha farklı bir sıkıntı hissedince onun da ne olduğunu anlayamamıştı. Ona, hacetini nasıl def etmesi gerektiği de bu yoldan öğretilmişti. Bu bakımdan bizim, tufandan sonra, nasılsa hayatta kalmasını başarmış olduğunu düşündüğümüz kahramanımızın, acıkmayı ve doymayı ve hacetini nasıl gidereceğini bilmemesinde şaşacak bir şey görmemeli. Allah’ın koruması olmasa, aslında onun bırakınız vahşi hayvanı, sivrisineğe bile av olması işten değildir. Ona kendisini koruması gerektiği öğretilmelidir. Onun, başının çaresine bakmak üzere yola koyulduğunu söylüyorsak, bu, onun kendi başına aklettiği bir olay değildir. O, aslında bilincinin, belleğinin derinliklerinde yatan ve kendisine daha önce öğretilmiş olanlar doğrultusunda, onları hatırlayarak hareket etmektedir. Ama onda öyle bir ıra var ki, o, daha önce öğrenmiş olduklarını yeni karşılaştığı olaylara kıyas edebilmekte; bildiklerinden bilmediklerini çıkarabilmektedir. Böylece o, acıkmayı ve doymayı ve hacetini gidermeyi bir kez öğrendikten sonra, bu ihtiyaçlarını daha değişik yollardan, daha kolay yollardan gidermeyi de başarabilmektedir. Böylece, her defasında kendini aşmanın üstesinden geldiği gibi, kendini aşması gerektiğini de his ve akıl etmektedir. Zaman içinde o, şöyle bir olgunun ortaya çıktığını fark etmekte gecikmeyecektir: O, kendini aşmayı denediği her seferinde, aslında, kendi doğal varlığını değil, fakat doğanın varlığını değiştirerek hayatta kalmayı başarmaktadır.

Ama kendini aşmaya teşebbüs ettiğinde sonuç ne olmaktadır? Bir kez hayatta kalmak sağlanınca o artık merak ve hayret edilecek hususları keşfetmekte zorlanmadığını görüyor ve bataklığın kıyısındaki yürüyüşünü sürdürüyor. Ve bu yürüyüşü esnasında, birden, yalnızlığını fark ediyor. Can yoldaşının daha kim olduğunu bile bilmeden onu özlemeye başlıyor, ona âşık oluyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir