Theodor Reik – Aşk ve Şehvet Üzerine 2 – Cinslerin Duygusal Farklılıkları

Öfkesi Burnunda Acaba neden ilkel ve yarı uygar insanlar arasında bekâr kadın ve bekâr erkek sorunu yoktur? Neden Çin’de ve Japonya’da çok sayıda evlenmemişkadın olduğuna dair herhangi bir şey okumuyoruz? Ve neden bu sorun Ortaçağ kültüründe ortaya çıkmadı? Bu konu neden iki yüzyıl, hatta yüz yıl önce tartışılmadı? Batı dünyasında ekonomik koşulların değişmesi mutlaka önde gelen bir faktördür ama burada endüstri devriminden daha önemli faktörler vardır. Kurum olarak ve insan ilişkilerinin bir ifadesi olarak evliliğin doğasında bir şeyler değişmişolmalı. Evlilik eskiden olduğu gibi değildir. Çağdaşinsan için bu sorunla ilgili hiçbir şey şu söz kadar açık olamaz: Evlilik özel bir ilişkidir. Yaşı gelmişolan her erkek ve kadın evlenip evlenmeyeceğine ve kiminle evlenip evlenmeyeceğine karar vermekte özgürdür. Fakat durum her zaman böyle değildi ve bu, bugün bile değişik kültürlerde farklılıklar gösterir. İlkel toplumlarda evlilik özel bir ilişki değildir; aileyi ya da grubu ilgilendirir. Kabile ya da klan, evliliği onaylamakla kalmaz, karar mercidir; evlilik kararını onlar verir. Karşı cinsten iki bireyin kendi inisiyatifleriyle evlilik kararı almaları şok edicidir; hatta belki daha da kötü karşılanır. Avustralya yerlileri 1 bir adamla evlenmek için kaçan bir kadına, fahişeden biraz daha iyi gözle bakarlar. Hidatsa Kızılderilileri aileler arasında bir anlaşma olmadan yapılan evlilik için kötü bir ad kullanırlar. Haidalar, ebeveynleri tarafından çocukları daha bebekken ayarlanmamışevlilikleri usulsüz sayarlar. Batı Afrikalı bir zenci, bir mahkemede, “Adam piçti, çünkü ebeveynleri aşk evliliği yapmıştı,” demiştir. Pataui Devletlerindeki Malayalılar için böyle bir evlilik yasal değildir. Tarih boyunca tüm ilkel topluluklarda böyle olmuştur.


1 Antropolojik bilgi için malzeme esas olarak Robert Briffault’nun ilginç çalışması The Mothers’dan (Anneler) alınmıştır; 3 cilt, Macmillan, 1937. Evliliğin bir aile konusu olduğu, iki birey arasındaki bir gönül serüveni ya da romantik aşkın doruğu olmadığı kanısı birçok kültür tarafından paylaşılmıştır. Roma’da evlilik, temelde bir aile sözleşmesiydi; Eski Yunan ve Roma tarihi bilgini Karl Otfried Müller’e göre eski Atina’da, “Özgür bir kadını sevmişve onunla aşk evliliği yapmışbir erkekle ilgili hiçbir bulgu yoktur.” “Her birey ne zaman ve kiminle isterse evlenebilir” çağdaşanlayışı Yunanlılara tümüyle yabancıydı. Fransa’da oldukça yakın tarihlere kadar evlilikler, çoğu zaman kız, seçilen genç adamı tanımadan önce, ebeveynler tarafından ayarlanmaktaydı. Evlilik bir aile meselesiydi. İtalya’nın soylu aileleri arasında evlilik tümüyle, iki ailenin katıldığı bir işmeselesi olarak görülürdü. Birçok gelin ve damat ilk kez düğün günlerinde karşılaşmıştır. Buna benzer gelenekler İspanya, Portekiz, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerinde de yaygındı ve bu yalnızca soylu çevrelerde değil, tüm sınıflar arasında geçerliydi. Aynı durum, ebeveynlerin çocuklarını bebek yaşta nişanladıkları Çin, Japonya ve Hindistan’ın büyük bir bölümünde hâlâ yaygındır. Bu gibi toplumlarda evlilik, bizde olduğu gibi bir duygu meselesi değil, ekonomi ve menfaat meselesiydi. Kadınlar güzel, hevesli, genç ya da iyi yetişmişolduklarından ötürü değil; sağlıklı, çok çalışmaya uygun, zengin, gayretli, çocuk yapabilir olduklarından veya ailenin servetine, toplumsal mevkisine ya da politik gücüne katkıda bulunacaklarından ötürü seçilirlerdi. Geçerli olan karşılıklı seçim değil, yalnızca işe yararlıktı. İlkel ve yarı uygar topluluklarda evlenmemişyaşlı kızlar hemen hemen hiç bilinmez. Cinsel ilişkiler evlilik sorunundan ayrı tutulmuştur; onlar başka bir âleme aittir.

Kültürsüz toplumlarda evlilik öncesinde bu yönde bir bastırma çok az fark edildiğinden, aşk sorununun eşseçimiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bizim anladığımız anlamıyla aşk ilkel kavimlerin evlilik yaşamlarında bile yoktur. Karı koca çoğunlukla ayrı yaşarlar ve birlikte yemek yemezler. Kadınlar, güzellikleri ve çekicilikleriyle ilgili olarak birbirleriyle rekabet etmezler. Onlar bizim kadınlarımızdan daha az kadınsıdırlar; erkekleri, dışgörünüşleriyle değil, işçilik, evi çekip çevirme, aşçılık ve annelik yetenekleriyle cezbetmek üzere eğitilmişlerdir. Aşk, göreceli olarak, cinsler arasındaki ilişkilerde yeni sayılabilecek bir öğedir; eşolarak seçilen kadınlar, cinsel nesne değil de yalnızca işçi olarak değerlendirildikleri sürece aşk bilinmiyordu. İnsan evriminin alt düzeylerinde, kadınlar birbirlerinden yalnızca ekonomik yönden yararlı becerileri bakımından farklı görülebilirdi. Tarım çağının, hatta daha çok endüstri çağının başlamasıyla işçi olarak kadının değeri azaldı. Ekonomik durumdaki değişimle birlikte kadının durumu da kökten değişti ve onunla birlikte evliliğin niteliği değişti. Göreli ekonomik değerleri azalırken, kadınların cinsel değeri arttı. Kadınların konumundaki bu değişikliklerle birlikte erkekler daha çok seçici oldular ve evlilik partnerlerini kişisel çekim nedeniyle seçtiler. Ekonomik durumun düzelmesiyle birlikte kadınlara, cazibelerini geliştirme sanatlarına ayrılacak vakit ve fırsat verildi. Uygarlığın ilerlemesi cinsler arasındaki artan farklılaşmayla da kendisini ortaya koyar. Şimdi, bir kadın, bir başkasına tercih edilebilir. Aşk serüveni, çağdaştopluma hayal gücünün çocukları olan tüm tutkuları, erkeklerin kaba cinsel arzularını zarifleştiren büyüyü getirdi.

Bu yeni faktör, aşk, partner seçiminde en önemli faktör durumuna geldi. İnsanlığın yüz binlerce yıl onlarsız yeterince mutlu yaşadığı romantik duygular ve kişisel seçim şimdi kadınları ve erkekleri boşyere mutlu ve mutsuz kılıyor. Genç kızlarımız ve daha çok genç erkeklerimiz arasında aşk, eşseçiminde hemen hemen tek kıstastır ve elbette, toplumdaki bireylerin evlenip evlenmeyeceğine, evlenecekse kiminle evleneceğine çoğunlukla aşk karar verir. Evliliğin ne denli köklü olarak değiştiğini göstermek amacıyla evlilik kurumunun tarihçesine bir göz attık. Doğal olarak, köklü değişikliklerin hem iyi hem de kötü yanları vardır. Yeni bir değerler yasası eski değerleri geçersiz kılmadan başarılı olamaz. Bir keresinde Freud’un (yaşamının son yıllarındaydı ve boşvermişbir ruh hali içindeydi) çağdaşuygarlığımızda yalnızca iki değer kaldığını söylediğini duydum: Para ve kadınların güzelliği. Savaşsonrasının cesur yeni dünya toplumunun onu haksız çıkaracağını düşünüyoruz; ne var ki gelecekle ilgili görüşlerimiz, neredeyse değişmez bir biçimde, isteklerimiz ve umutlarımız yönündedir. Sonunda kendi çağımıza, psikolojik çağa ve onun en ilginç tezahürlerinden birine geliriz: Cinsel çekim. Bu çekimin doğasının biyolojik olduğunu, kadınların ve erkeklerin cinsel dürtünün organik gereksiniminin emirlerini yerine getirdiğini vurgulamaya gerek yoktur. Bu o kadar açıktır ki, çağdaşpsikoloji, özellikle psikanaliz –insanın evrimine bu denli geç giren– yeni aşk olgusunu, eski ve birincil gereksinimlerin bir türevinden başka bir şey olarak görmez. Freud, aşkın kökeninde ve doğasında cinsellik olduğunu ve bu cinselliğin fiziksel doyum amacının engellenmişolduğunu söyler. Yeni psikanaliz anlayışı Freud’un görüşünün hatalı olduğunu ortaya koymuşve yeni bir aşk anlayışı geliştirmiştir. Bu anlayışın hareket noktası aşkın tomurcuklanma zamanı değil, aşkın önceki evreleridir. Dolayısıyla bu anlayış, bu değerli ve çabuk solan çiçeğin yetiştiği toprağın doğasını araştırır.

Burada aktarılanlar, bu kitabın birinci bölümünde aşkın gelişimi ile ilgili daha kapsamlı bir biçimde yapılan açıklamaların bir özetidir. Kadın ya da erkek, birey aşk nesnesine rastlamadan önce bazı psikolojik ruh halleri onu âşık olmaya hazırlar. Bunlardan en önemlisi, kişinin kendisinden genellikle bilinçsiz olarak hoşnutsuz olmasıdır; bu, gizli bir kendi kendini sevmeme halidir, çoğu zaman yer değiştirmiştir ve kendisini kişinin ailesinden, işinden ve çevresinden hoşnut olmaması şeklinde ortaya koyar. Bu ruh hallerinin kökleri, kişinin mahrem geçmişinin iyiden iyiye derinlerine gider. Her birimiz çocuklukta ve ergenlik döneminin başlarında olmak istediğimizi yansıtan bir resim çizmişizdir. Bu arzulanan imaja ego ideali deriz. Her birimizin, aynı zamanda, onun gerçekten kim olduğuyla ilgili muğlak, bilinçdışı bir fikri vardır ve hepimiz bu gerçek benlikle ego ideali arasındaki mesafeyi devamlı olarak ölçen eleştirel bir duyuya sahibizdir. İdeal imajın örneklerden –ebeveynler, öğretmenler ve benzemek istediğimiz diğer kişiler– birçok özellik aldığı açıktır. Biz de bu hayran olduğumuz kişilerde bulunan özelliklerin bir toplamına –çekici bir görünüm, akıllılık, doğuştan gelen parlak yetenekler– sahip olsaydık, tatmin olurduk. Bilinçdışı olarak, yetersizlikler ve başarısızlıklarla dolu olduğumuzu anladığımızda, bir tür kendimizden hoşnut olmama duygusu besleriz ve bu, bizi bu ego idealini kendimizin dışında aramaya yöneltir. Daha iyi bir benlik arzularız. Psikolojik yönden bu şekilde hazırlanmışolarak, ne yazık ki bizde bulunmayan üstün niteliklere sahip görünen, bizim aksimize görünüşte kendi kendine yeten ve kendinden hoşnut olan birini buluruz. Bu kişi karşı cinsten biri olduğu zaman cinsel dürtü, yolu gösterir. Erkek kadında, kişileşmişego idealini görür, ona imrenir, hatta ondan nefret eder (aşktaki psikolojik yönden önemli bilinçdışı nefret öğesi buradadır) ve sonunda âşık olarak onun dayanılmaz çekiciliğine teslim olur.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir