Muhyiddin İbn Arabi – Fena Risalesi

Müşahedede “fenâ” risâlesi (Kitâbü’l-Fenâ fi’l-müşâhede) eş-Şeyhü’l-Ekber İbn Arabî’nin çok sayıdaki küçük risâlelerinden biridir. Müellifin, bu tür risâleleri çoğu kez onun büyük eserlerinin âdeta dışında yer alır; işte, bu risâlenin durumu da tam olarak böyledir. Bu risâle yazarın baş eseri olarak Fütûhât’a açıkça kaynak teşkil etmiştir; Fütûhât’ın kompozisyonu onun hayatının Ortadoğu’da geçen kısmının tümünü kapsar. 1Kitabü’l-fenâ’nın son paragraflarında, yazar Fütûhât’ın tasavvufî menzilleri inceleyen kısmına tâ o zaman göndermede bulunuyor. Gerçekten de Menziller’le (el-Menâzil) bir ilgisi olan bu metnin içerdiği konular, Fütûhât’ın 286. bölümünde, özel bir tarzda zikredilmiştir ve ele alınıp incelenmiştir; kısacası, orada Kitabü’l-Fenâ’nın adı daha önceden yazılmış bir eser olarak geçmektedir. Fütuhât’ın tamamı 560 bölümdür. Bu kadar veciz, kısa ve özlü, ayrıca îmâ ve telmîhlerle dolu bir metnin zorunlu olarak gerektirdiği ayrıntılı tahlillere ve tefsire burada girişemeyeceğimiz için, sadece bu kitaptaki temel tezlerin ya da anafikirlerin altını çizmekle yetineceğiz; daha başka fırsatlar ve vesilelerle bunlar üzerinde durmakta yarar vardır. Çeviriyle birlikte vereceğimiz dipnotlar çoğu kez teknik açıklamalar getirecektir; fakat bu dipnotların asıl işlevi özellikle metindeki silsileyi daha anlaşılır kılmak ve şimdilik bazı konuların merkezini belirtmektir. Oldukça genel bir bakışla ele alınırsa bu risâle, adı öyle olmasına rağmen, İslâm’daki tasavvuf yolunun (voie ésotérique) incelenmesine ve metafizik bilgi alanına bir giriş olarak değerlendirilebilir. Fakat bu risâle, özellikle tasavvuf yolunun ve bu yola özgü vasıtaların, ister zâhircilik tarafından ister felsefî akılcılık tarafından olsun, uğradığı saldırılara karşı, ‘keşf’ olarak, bir nevi savunma gibidir. Allah’a son derece ahenkli, kafiyeli, redifli bir ‘hamd’ ve ‘senâ’dan, övgüden sonra, risâlenin başlangıç kısmı, ele alınıp incelenecek konunun önemini belirten temel fikirlerden birkaçını açıklamaktadır. Daha açıkçası burada, manevî bir ‘elit’in bir nevi zaferi ve bu elitin geleneksel ve kozmik düzenin bütünü içinde, Tanrı tarafından belirlenen rolü söz konusu edilmektedir. Konuya şu tezle girilmektedir: Metafizik bilgi yolunun amacı olan İlâhî Hakikat ancak, bir yandan varlıkta ya da müşahede eden ‘göz’de nisbî ve mümkün olan şeylerin ‘fenâ’sı; öte yandan gene aynı varlıkta mutlak ve zorunlu olanşeylerin ‘bekâ’sı demek olan, bir gerçekleştirim (réalisation) sayesinde müşâhede edilebilir. Bu, kesinlikle hiç bir mahiyet değişimini, hiç bir şekilde özün bozulmasını ya da ortadan kaldırılmasını içermeyeceği gibi, daha önceden var olmayan hiç bir sonucu da çıkarmaz.


Yok olan şey, tanım olarak, kadüktür ve daima ‘yokluk’ hâlindedir; kalan şey ise, sürekli olarak ‘bekâ’ halindedir, ebediyen aynı şekilde olandır. İşte, müşâhedeyi yapan varlık ya da ‘göz’ için yeni olarak gözüken ya da açıklanan şey, sadece ‘Görme’dir (Vision, Rü’yet). Hazır yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, ‘ayn’ sözcüğünün, göz, pınar, kaynak, şahıs, kişi, varlık, öz, bir şeyin kimliği, vesaire, gibi pek çok anlamı vardır. Çok doğal olarak bu sözcük bu anlamlarla irtibatlı pek çok uygulamalara da elverişli olmaktadır. Eğer deyim yerindeyse, bu çok yönlü uygulamalar, bu sözcüğün farklı görünümlerle ortaya koymaya çalıştığı nihâî özdeşlik (identité finale) sayesinde, ancak eksiksiz bir tarzda açıklanabilirler: Böylece bu ‘ayn’ sözcüğü, sırasıyla ya da aynı anda, hem müşâhede eden ‘göz’ü ya da ‘varlık’ı, hem müşahede edilen ‘görme’yi (Vision, Rü’yet), hem de son olarak gerçekleştirilen metafizik makâmı (la station métaphysique) belirtecektir. Bu Görme burada aynü’l-cem’ ve’l-vücûd diye adlandırılmıştır. Bunu, Birliğin ve Saf Varlığın Gözü ya da Birleşmenin ve Gerçekleşimin Gözü, diye çevirebiliriz. Bu, makâmü’s-sükûn ve’-cümûd (Sükûn ve Değişmezlik makâmı) diye adlandırılan metafizik gerçekleştirimin zirvesine özgü bir sıfattır. Yazar bu ‘görme’nin (Vision, Rü’yet) neden ibaret olduğunu sayılar sembolizmi yardımıyla açıklamaktadır. Göz, diyor, bütün sayılar sadece tek ‘bir’ olduğu zaman ancak görmeye başlar. ‘Bir’ sayısı, sayısal derecelerde çoğalır ve bu süreç zarfında, özel sayıların varlıklarını (les entités) zuhûra çıkarır. İşte bu temel görünüm ve bu evrensel çoğalma konusunda ‘İttihâd’ öğretisini savunan kimseyi küçümseyip hor görme durumu ortaya çıkmaktadır. Yazar burada bu ‘ittihâd’ teriminin tam bir tanımını vermiyor, fakat Kitâbü’l-Istılâhâti’s-sûfiyye’de, ayrıca Fütûhât’da 73. Bölüm 153. soruda bu terimin açıklanmış olduğunu görüyoruz; şöyle ki: “İttihâd, iki özün/zâtın tek bir öz/zât olmasıdır; ister kul olsun ister Rabb; buna göre, ittihâd ancak sayı ve tabiat alanında olabilir, kaldı ki bu sadece bir ‘hâl’dir.

” Yüce gerçekleştirim kavramı olarak, ittihâd konusunda yapılan hata şudur: İlk olarak, insan varlığı; örneğin ilâhî özden farklı olan nihaî bir öz üzerine dayanır, şeklinde değerlendirmek; ikinci olarak da, Mutlak Birlik (Unité final) iki özün kaynaşmasının ve birleşmesinin bir sonucudur, demek. Bu şekilde düşünmek hatadır. Öyleyse bu konuda doğru olan düşünce şekli Tevhîd düşüncesidir: Tevhîd, zahirî bakış açısından olduğu kadar batınî bakış açısından da en doğru öğretidir. Dinî planda İlâhî Vahdet öğretisi olan Tevhîd, metafizik ve tasavvuf plânında Yüce Özdeşlik (İdentité suprême) için yapılan bir şehadettir. Bu son duruma göre, Tevhîd, bütün her şeyin ilkesinin tek bir Hakikat (el-hakîkatü’l-ehadiyye) olduğunu ya da kısaca el-Hakîka, yani mutlak anlamda Gerçek olduğunu öğretir; öyleyse, yüce gerçekleştirim, özde hiç bir zaman bir bozulma ve değişiklik olmaksızın, ezelî ve ebedî olarak değişmeyenin bilincine varmak veya onu tanımak ya da onu müşâhede etmektir. Yoksa iki farklı gerçek ya da öz/zât arasın da gerçekleşiyormuş gibi algılanan bir ‘birleşme’ (unification) ya da bir ‘birlik’ değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. iyi çalışmalar