İsmail Hakkı Bursevî Osmanlı tasavvuf düşüncesinin, özellikle de vahdet-i vücûd anlayışının önemli temsilcilerinden biridir. 1653 yılında Aydos’ta doğmuş ve 1725 yılında Bursa’da vefat etmiştir. Bursevî çok küçük yaşlarda Osmanlı döneminde yetişmiş Ekberî meşrebli sûfîlerden biri olan Osman Fazlî Efendi eliyle tasavvuf yoluna girmiştir. Bir yandan mânevî ilimlerle meşgul olurken diğer taraftan da zâhirî ilimlerdeki tahsiline devam eden Bursevî, Arapça, fıkıh ve kelâm gibi ilimlerde çeşitli hocalardan ders almış ve iyi bir tahsil görmüştür. Hüsn-i hat meşkini ise devrin meşhur hattatlarından Hâfız Osman’dan yapmıştır. Bursevî, zâhiri ilimlerin yanında nazarî tasavvuf alanıyla da ilgilenmiştir. İbnü’l-Arabî’nin meşhur eseri Fusûsu’l-Hikem’i şeyhi Fazlî Efendi kanalıyla okumuş, yine Sadreddin Konevî’nin nazarî tasavvuf alanında yazılmış temel eserleri olan Miftâhu’l-Gayb ve Fâtiha Tefsiri’ni şeyhinin yazdığı şerh ve hâşiye üzerinden tahsil etmiştir. Bu alandaki ilmî derinliği sayıları yüzleri bulan eserlerinde gözlerden kaçmayan bir durumdur. Bursevî, İslâmî ilimlerin hemen her alanında eserler vermiş bir yazardır. Bununla birlikte ona bu alanda haklı şöhreti kazandıran asıl ilim tasavvuftur. Bursevî tasavvuf alanında irili ufaklı pek çok eser kaleme almıştır. Bu eserlerin belki de en önemlisi işârî bir tefsir olması hasebiyle Rûhu’lBeyân’dır. Elinizdeki eserinde ise Bursevî, İbnü’l-Arabî’nin Futûhât ve Fusûs’unda yer alan birkaç pasajı tercüme ve şerh etmiştir. Bu pasajlar İbnü’l-Arabî tasavvufunun anahtar kavramlarını içeren pasajlardır. Bursevî, İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf anlayışının daha kolay ve özet bir şekilde anlaşılması için bu pasajları dikkatle seçmiş ve açıklamıştır. Yine bu nedenle kitaba Lübbü’l-Lübb yani özün özü ismini vermiştir. Çünkü bu kitap işlediği konular itibariyle bu sistemin bir özetini sunmaktadır. Kitapta ele alınan kavramların başında Fusûs’un İsmail fassında işlenen ilâh-ı mûtekad mevzusu gelir. Denilebilir ki bu konu özel rab kavramıyla birlikte vahdet-i vücûd anlayışının en temel konusunu oluşturur ve Fusûsu’l-Hikem kitabının da en temel kavramıdır. O hâlde bu kavram neyi ifade eder, neden bu kadar önemlidir ve bu kavramın oluşmasına ne tür sâikler sebep olmuştur? Gelin hep birlikte bu sorulara cevap bulmaya çalışalım. İbnü’l-Arabî’nin kendi târifi ile ilâh-ı mûtekad, kulun kendi düşüncesi veya bir başkasında görerek taklit etmesi yoluyla kalbinde yarattığı tanrıdır. Bu tanrının ortaya çıkması insanın kendi tanrısı hakkındaki fikridir. İnsan ancak bu fikir ve tanrı tasavvuru vasıtasıyla Allah’a yönelir. Bütün insanlar şu veya bu şekilde tanrı hakkında bir fikre sahip oldukları –isterse tanrıtanımaz olsunlar- için inançtaki tanrı yani ilâh-ı mûtekadların sayısı insanların sayısıncadır denilebilir. İnsan ve tanrı arasındaki ilişki her zaman tasavvufun ana meseleleri arasında olmuştur. Bunun nedeni tasavvufun özellikle de İbnü’l-Arabî sonrası tasavvufunun kendisine konu olarak tanrıyı seçmesidir. Bu durum ise insanın tanrı hakkındaki tasavvuru meselesinin incelenmesini doğurdu. İlâh-ı mûtekad fikri işte bu incelemenin bir ifâdesidir. Bu ifâdenin sonucu olarak da denilebilir ki insanlar kendi muhayyilelerinin ürünü olan bir tanrıya tapmaktadırlar. Tek tek bütün insanlar böyle muhayyel bir tanrının kulu olmuşturlar. İnsanların bu tür tanrılardan kurtulup gerçek tanrıya tapmaları ise ancak vahye uymaları sayesinde gerçekleşir. Vahye uyan kişi peygamberin Allah hakkındaki bilgisini taklit ederek gerçek tanrı bilgisini elde edebilir. Bu kavramın en önemli handikabı ise çoğulcu bir din anlayışına kapı aralar gözükmesidir. Zîrâ bu eserde de belirtildiği üzere ârif kendi hakîkatini bildiğinde bütün inanç biçimlerinin yani tanrı tasavvurlarının bir yönden mutlak tanrının yansıması olduklarını ve gerçek olduklarını keşfeder. Bu da onu bir inanç biçimi ile sınırlı kalmaktan, kendi muhayyel tanrısına tapınmaktan kurtarır. İbnü’l-Arabî’nin benzer ifadelerle işaret ettiği bu durumdaki kişi acaba dinler üstü bir konumda mıdır? Bu sorunun cevabı hayırdır. Zîrâ ârif Allah katındaki dine müntesiptir ve Allah’ın mezhebine bağlıdır. Bu din ise vahyin bildirdiği dindir. Bursevî ilâh-ı mûtekad konusunu sâlikin gerçek tanrı bilgisine ulaşmasındaki tavırları ve geçtiği menziller bağlamında ele almaktadır. Bu nedenle özellikle sülûk ilmi açısından çok önemli bir tasnif olan sülûktaki yedi tavrı ile âriflerin Hakk’ın bilgisine yaptıkları seferler bağlamında kişinin hakîkat bilgisine yükselmesi konusu kitapta işlenmektedir. Bursevî bu bilgiye ermenin varlığın beş küllî mertebesini bilmeye bağlı olduğunu düşündüğünden hazarât-ı hamse yani beş varlık mertebesi konusunu da özet olarak kitaba almıştır. Son olarak elinizdeki bu eser vahdet-i vücûd düşüncesinin temel kavramlarının anlaşılmasında Türkçe yazılmış önemli kaynak eserlerden biridir. Eser yayına hazırlanırken 1912 İstanbul baskısı esas alınmıştır. Eserin sadeleştirilmesinde tasavvuf terimlerine dokunulmamış yeri geldikçe bu terimler hakkında metin içinde veya dipnotta bilgi verilmiştir. İnsanoğlunun hata yapmak gibi bir kusuru vardır. Yayına hazırlayan olarak bizler de hataya düşmüş ve müellifin kastını aşan cümleler kurmuş olabiliriz. Bundan dolayı öncelikle Şeyh-i Ekber’in ve İsmail Hakkı Bursevî’nin rûhâniyetinden, sonra da okurlardan af dileriz. Ayrıca bu gibi önemli metinlerin yayınlanmasında gayretlerine bizzat şahit olduğumuz Hayykitap çalışanlarına en derin minnet duygularımızı sunmayı bir borç biliyoruz. Allah hakkı söyler ve doğru yola erdiren de yine O’dur. Hamd, hamdın velîsi olan Allah’a aittir. Salât ve selâm ise O’nun nebîsi üzerinedir. İmdi bu risâlenin kaleme alınmasının sebebi şudur: Kutuplar kutbu ve şeyh unvanının mutlak mânâda sahibi Muhyiddin İbnü’l-Arabî hazretlerinin el-Futûhâtu’l-Mekkiyye adlı kitabında hakîkat ve mârifetle ilgili meselelerin özünü kendinde derleyen birkaç mesele vardır. Ancak bunlar Arapça yazılmış kitapları inceleyip bunlardan hüküm çıkaramayan yani Arapça bilmeyen ihvân [1] için gizli bir hazine mesabesindedir. Bu nedenle şeyhimin bunların Türkçeye tercüme olunup o gizli hazinenin ortaya çıkarılmasını emir ve işaret etmeleri nedeniyle, “memur mazurdur” sözü gereği imkânlar dâhilinde tercümeye başlandı ve yeri geldikçe konuyla ilgili bazı faydalı bilgiler verildi. Gerçekte bu hakir yazarın, kâtibin elindeki kalem ve okçu elindeki ok ve yay gibi olduğundan şüphe olunmasın! Sözgelimi mecâzî kadehle yani şarap nedeniyle sarhoş olan kimse sarhoşken bazı sözler söylese o sözler için insanlar “Kendi fiiliyle değildir, şarabın fiiliyledir, o söyletti” derler ve baygın olan kimse gayr-i ihtiyari sözler söylese onun hakkında “Cin söyletti” derler ve onun sözünü mâzur görürler. Allah dostları, Allah’ın kudret eli ve kudret dilidirler. Nitekim bir kudsî hadiste Allah “Bir kulumu sevsem eli ve dili Ben olurum” buyurur. O halde bu hakir yazarın da dilinden söyleyen O olsa tuhaf mı olur? “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfâl, 17) âyeti bu mânâya şahittir? Şeyhimizin işaretleriyle bu risâleye Lübbü’l-Lübb (Özün Özü) ve Sırru’s-Sırr (Sırrın Sırrı) ismi verildi. Umulur ki, bu risâlede görülen hatalar ve eksikler af elbisesi ile örtülür! Çünkü insan nisyân (unutma) mahalli değil midir? Tevfîk (yardım) ancak Allah’tandır ve ben O’na tevekkül eder ve ona yönelirim.
Muhyiddin İbn Arabi – Özün Özü
PDF Kitap İndir |