Sadreddin Konevî – Füsusu’l-Hikem’in Sırları

Hamd, en gizli gaybının doğularından susturucu nûrlarının güneşlerini yayan Allah’a mahsustur. O, dehşetli heybeti karşısında temiz ve nûrlu ruhlara haşyet duygusu vermiştir. Kahrının tecellîleriyle hükmünün ve hikmetinin gerçekleşmesi karşısında baba-nefisler/en-nufûs-i ebiyye boyun eğmiştir. Büyük intikamının çarpmalarından kibirli guruplar ürkmüştür. Böylelikle eziklik duyarak O’nun hükmüne ram olmuşlardır. O Allah, İslam-iman ve takva ehline kerim hitabını işittirmiştir; bu hitap ile onlar, Hakkın sırat-ı müstakimini tutmuşlardır. Böylece, Hakkın emirlerine tam olarak itaat etmişler, nimetlerine ise şükretmişlerdir. O Allah, ihsân makâmı ve büyük sıddıklığın ehli olan kimselerin kalplerine amellerin ve bâki şeriatların büyük sırlarını tevdi etmiştir. O Allah, üstün akıl sahipleri ve Hakkın yasaklarından sakınan kimseleri, kendilerini muttali kıldığı hükümlerin sırları ve garip ilimlerle nimetlendirmiştir; bu ilim ve nimetler, sâkin arzlara ve seyyar feleklere tevdi edilmişlerdir. O Allah, en mahrem izzet gaybının perdesinde, keskin basîret ve işlek düşüncelerin kendisini idrâk etmesini engellemiştir. O Allah, kendisine kavuşmak isteyen kimseleri de, vuslatıyla doyurmuştur; onlar, Hakkı Hakkın dışındaki her şeye tercih etmişler, güçlü ve büyük bir arzu ile Hakkı talep etmişlerdir. Sonra, bu seçkin ve değerli insanların arasından bir gurubu kendi üstün mertebesine yöneltmiştir; kendilerine bilinip, onlara vuslatının sürekliliğini, sevgisinin halisliğini gösterdikten sonra onları şereflendirmiş, naipliğini kendilerine tahsis etmiştir. Bunun üzerine bu seçkin kullar, Hak ile kulları arasında “vasıta” olmuşlardır. Bu seçkinler, vakitlerini, zâhirî-bâtınî hallerini Hak ile doldurmuşlardır. Hak, bu insanların taleplerine hemen icâbet etmiş, afak ve enfüs ayetlerinde kendilerine görünmüştür; böylelikle onlar da, aydınlanmış kalplerle ve basîretli gözlerle, Hakkın bilgisi ve müşâhedesiyle tahakkuk etmişlerdir.


Allah’ın rahmet ve selamı, bu en üstün makâmdan en büyük pay sahibi olan kimsenin üzerine olsun; o zât, “ev edna/daha da yakın” makâmına terakkisinin kemâliyle, bu ulvi makâmdan en temiz ve en yüce noktaya ulaşmıştır; söz konusu makâm, en güzel isim ve sıfatların kaynağıdır. O zât, Efendimiz Hz. Muhammed’dir. Ayrıca rahmet ve selam, Hz. Peygamber’in aile ve neslinin üzerine, onun kâmil kardeşlerine, kâmil vârislerinin üzerine olsun. O kâmil vârisler, dünya ve âhiret efendileridir. Fusûsu’l-Hikem[1] kitabı, şeyhimiz, imâm, kâmil, ümmetin hâdisi, kâmillerin imâmı, imâmların imâmı, Muhyi’l-hak ve’d-din Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. el-Arabi et-Taî’nin (r.a) muhtasar kitaplarının en nefislerinden birisidir. Bu eser, onun son neş’eleri ve tenezzüllerindendir. Fusûsu’l-Hikem, Muhammedî makâmın kaynağından, zâtî ve ahadiyet/birlik özelliğindeki “cem” meşrebinden vârid olmuş, böylelikle de, Hz. Peygamber (a.s) Efendimizin “Allah’ı bilmek” hakkındaki zevkinin özünü içeren ve içinde zikredilen büyük veli ve nebilerin zevklerinin kaynağına işâret eden bir kitap olarak gelmiştir. Ayrıca bu eser, uyanık ve basîret sahiplerini, o veli ve nebilerin zevklerinin özüne, himmetlerinin ve arzularının yöneldiği/taalluk şeylerin neticelerine, elde ettikleri ürünlerin içeriklerine ve kemâllerinin nihâyetlerine irşâd eder.

Binaenaleyh, Fusûsu’l-Hikem, onlardan her birisinin kâmil makâmının içermiş olduğu şeyler üzerine adeta bir “mühür”; bu makâmların kapsadığı ve kendilerinden zuhûr eden şeylerin asıllarına dikkat çeken bir eser olmuştur. Kuşkusuz, bu özellikteki bir kitabın sırlarına muttali olmak ve bu mesâbedeki bir ilmin kaynağını öğrenmek, “tahakkuk” etmeye bağlıdır; bu tahakkuk, bütün bu sırları tadan, bu sırların kendisine açıldığı ve keşf edildiği ve bu sırları getiren kimselere vâris kılar. Hak, bu bîçareye, sonunculuk sırrına kendisinin tahsis edildiğini ve –Rabbinden başka- İbnü’lArabî’yle birlikte olan hiç kimsenin onun kuşattığı sırlara vâris olamayacağını bildirmiştir. Bununla birlikte, bu yüce yaygı dürüleceği ve bu ulvî çadır bozulacağı için üzüntü duyuldu. Bunun üzerine, bu camiliğin kapsadığı bazı kemâlleri taşıyacak tâbilerin kalacağını haber vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bu ilmi, her nesilden adil olanlar taşır. Onlar, taşkınların tahrifini ve bâtıl yoldakilerin yanlışlıklarını bu ilimden uzaklaştırırlar.” Allah’a hamd olsun, bu haber ile mesrûr olundu. Durum, geciktirme ve beklemek üzere kaldı. Böylece Hak, bu vakitte erdemli nefis sahibi, kardeşlerimizin seçkinlerinden ve dostlarımızın en değerlilerinden bir gurup ikâme etti. Onlar, düşük himmetli kimselerin duramayacağı yerde durmuşlardır; üstelik, Hakkın sevdiklerinden ve muhkem kitabında işâret etmiş olduğu temiz kimseler için tercih ettiği şeyin gereğini yapmışlardır. Allah şöyle buyurmaktadır: “Her birisinin, işledikleri şeyden dereceleri vardır.” (Ahkaf, 19) “Hepsi ona yönelmiştir, siz hayırlar için yarışınız.” (Bakara, 168) Allah, onl ilimlerini aydınlatmayı arzulamışlardır.

Bu ilimler, akıl sahiplerinin rûhlarının gıdasıdır. O akıl sahipleri, fikir ve his idrâklerinin sınırlarının hapsinden kurtulmuşlardır ve Hazretu’lKuds’ün genişliğine çıkmışlardır. Böylece, eşyanın hakîkatlerini küllî mertebelerinde mutlakmukaddes ilâhî idrâkler ile idrâk etmişlerdir. Bu insanlar, bana, bu kitabın mühürlerini çözmemi, kaynağının sırrını açıklamamı, kapalı ifâdelerini anlamayı temin edecek kilidini açmamı önerdiler. Tahakkuk sahibi olduklarını bildiğim için ve onların irşatlarıyla yaratıcılarına yakınlaşmak için, bu önerilerini kabul ettim. Bununla beraber, bu kitabın girişinden başka bir bölümünü İbnü’l-Arabî’nin neşvesine göre şerh etmek istemedim, fakat Allah bereketi ile beni rızıklandırmıştır. Bu rızık, İbnü’l-Arabî’nin muttali olduğu şeyi bilmede ortaklık, ona açıklanan şey ile müşerref olmak ve sebep ve vâsıta olmaksızın, ilâhî inâyet ve zâtî rabıta ile Allah’tan bilgi almaktır. Bu da, vâsıtaların hükümlerinin, sebeplerin, şartların ve rabıtaların özelliklerinin ortaya çıkardığı şeylerden beni korur. Ayrıca, bu çabanın sadece onun rızası için olmasını temin eder, ona yaklaştırır, burada ve kıyâmet günü beni ve onları bundan yararlandırır. Bilinmelidir ki: Allah irşâdının nûruyla senin anlayışını açsın ve ilmini, en yüce zâtî ilminin gereği ile tahkik ettirsin: “Fas”[3], bu kitapta zikredilen mertebelerden her birisinin ilimlerinin sonundan ve onların “ahadiyet-i cem” sûretlerinden ibârettir. Her mertebenin hükümlerinin mertebeye nispeti, bir açıdan, unsurun cüzlerinin kendilerinden meydana gelen mizâca nispeti gibidir. Mertebenin hükümlerinin birleşmesinden ilim mertebesinde taakkul edilen hey’et ise, tesviye edilmiş/(müsevvat) insânî yaratılış gibidir; bu mertebe, zikredilen mertebelerde hangi mertebe olur ise olsun ve ilâhî isimlerden hangisine istinat ederse etsin böyledir. İlimlerinin hatimesi olan ve küllî hükümlerinin birlik özelliğindeki “cem” özelliğini elinde tutan fas, bu tesviye edilmiş yaratılışa üflenen rûh gibidir. Her fassın nakşi, bu fassın anlamını, makûlluğunu ve bu mânevîliğin küllîliği açısından kapsadığı tafsilî ve ilmî meseleleri ifâde eden kelâmdır Hikmet, onları sınırlamak yolu ile bu ilmi meselelerin ilkeleri ve küllî hükümlerinden ibârettir; bunun yanında, bunların kökenlerine ve Hakkın mutlak ilminden ve kendisini bildirmesinden olan dayanaklarına dikkat çekmektir. Hakkın kendisini bildirmesi, bu mertebede taayyünü, bu mertebede ve mertebe ile ilâhî irâdeyi ve bu taayyün eden şeyin sırrını ve bi-aynihî amaçlanan şeyi ifâde edecek şekilde zuhûr eden şeyler açısındandır.

İlâhî irâde, ilk zâtî irâdenin taalluk ettiği şeydir. “Tâbilik” ve “kelime” ile kast edilen şey, zikredilen peygamberin hakîkatidir. Bu, o peygamberin kendi hususiyeti ve kendisi ve ümmeti için Hakkın hükmünden taayyün eden payı açısındandır; bu pay, kendisinden dolayı “peygamber” olarak isimlendirildiği şerîatıdır. Peygamberin Hakkı bilmesi, Hakkın onu ve özelliklerini bilmesi, bunlardan zamana bağlı ve sınırlı olan ve zamana bağlı olmayan ve sınırsız şeyleri bilmesi yönü ise, onun velâyeti cihetidir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir