Marquis de Sade – Tanrıya Karşı Söylev

Sade, Bir Parçalanmanın Geleceği Ateizmi özgün ve benzersiz bir durumdan yola çıkarak düşünmek: Bu kitapta sunulan metinlerin hedefi işte budur. Ateizm, kendini ateist göstermek için dile getirmenin yeterli olacağı, tersine dönmüş konformist bir inanç bildirimi misali, aşikâr bir durum değildir. Ateizm, şiddetli ve çelişik bir fetihtir; tarihsel olaydan ayrı değildir. Moda olan “ateizm”in (Onfray), öncelikle benmerkezci bir tutum değil bir rasyonalite mücadelesi olduğunu unuttuğu bu günlerde, Sade’ın insanı afallatan başkalığıyla yüzleşmek körelmeye karşı en iyi reçetedir. Felsefi olarak çürütülemez olan, Tanrı’nın ölümüne yönelik, ama toplumun fiilen laikleşmesini tahayyül edemeyen Sade’ın ateizmi bir geçişe damgasını vurur: Köhne karanlıkçılığa karşı mücadelenin cumhuriyetçi bir praksisi, somut bir dayanak noktasını el yordamıyla aradığı bir geçiş. Özellikle bu derlemedeki metinler bize ateizmin yazgısının Fransız Devrimi’nin yazgısına, bu tamamlanmamış devrimin yazgısına bağlı olduğunu hatırlatıyor. Dolayısıyla, ateist düşüncenin tarihine keyfi bir son atfetmek burjuva ilerlemeciliğinin bir tuzağıdır. Felsefe Her Şeyi Söylemeli Sade’da, terimin klinik anlamında “sadizm”den 1 kaynaklanan şey üzerinde yorumda bulunacak değiliz. Çünkü Marki’nin kuşkusuz apaçık ortada olan cinsel patolojisi onun metninin yalnızca bir bölgesidir; felsefi kanıtlama sanatı ile (çağdaş ahlâkın diyeceği gibi) “paranoyak” rasyonalite istencinin -Sade’ı Aydınlanmacıların materyalizminin nev-i şahsına münhasır bir mirasçısı yapan bu gözü pek istencin- toplandığı artülkedir. Sadecı metni Pathos’un değil felsefenin ölçüleriyle değerlendirmek gerekir. Sade’ı patolojilerin tarihinden çıkartıp tarihin patolojisi içine yeniden yerleştirmeliyiz. Sade’da orji zemini üzerinden söylemin, sistemin ve politik ütopyanın doğduğunu unutmayalım. O daima özel ve tikel olanı terk edip genele, tümele yükselmeye çalışır. Sade’ın Hakikat adlı şiirinde kendi “felsefi göz”ü olarak adlandırdığı şeyi ciddiye alalım. “Felsefe her şeyi söylemelidir” demektedir Juliette’in Hikâyesinin sonunda.


Sansüre karşı her şeyi söylemelidir; metnin sansürüne karşı olduğu kadar yazarın bakışının kendi içinde taşıdığı tümlüğün sansürüne de karşı çıkmalıdır. Fazlasıyla Fransız bu felsefe anlayışında, felsefe romaneski, roman da felsefeyi içinde taşır. Sade yatak odasına, giysi odasına dek felsefe yapmayı sürdürdü; hem de bu alanda tek başına egemen olma iddiasında bulunan ve Sade’ı sadizme indirgeyerek intikam alan günümüz psikanalizciliğinin tam tersine. Dönemin karmaşası içerisinde, anlam kargaşasında ve hapishane hücresinin yalnızlığında Sade’ın felsefi bir tutarlılık aramış olması hayranlık vericidir. ‘En yüksek yaşamın içinde bütünlük, en uç noktadaki ayrılığın geri dönüşüyle mümkündür” der Hegel ve felsefe ihtiyacının kökeninde bölünme olduğunu ekler. Sade, yerleşik ahlâka ve iktidara en kesin muhalefet içinde bu bölünmeyi sürekli hissetmiştir. Ama her ütopyacının kapıldığı cazibeye Sade da kapılmıştır: bölünmeyi, gerekli dolayımlardan geçmeden aşmak. Unutmayalım ki, Marx’ın bilimsel sosyalizminden önce politik karşı çıkışın kendiliğinden ifade biçimi ütopyadır: Aline ile Valcour’ un çılgın perspektifleri, Butua ve Tamoe, mümkün olduğunca soyut Justine ve Juliette arketipleri ya da Yatak Odasında Felsefe’nin “politik programı” buna kanıttır. Sade’ın “sistem’inde ateizm bir dürüstlük teminatıdır. Tavizsizdir, dönemin sosyetik deizminin [yaradancılık] yapmacıklıklarından uzaktır. Sade bir liberten olsa da, Casanova’dan ziyade Don Juan anlamında libertendir: on sekizinci yüzyıl değil, on yedinci yüzyıl liberteni, yani sıradan bir ehl-i keyf değil, bir inançsız. O daima bir materyalist olarak kalır; öncülleri Schelling’te ve Avrupa’yı istila edecek olan romantizmde görülecek olan “sezgi” ve ” duygu”ya asla başvurmaz. Felsefi takınağın bedeli ağırdır. “Benim bahtsızlığım, boyun eğmeyi asla bilmeyen ve asla da boyun eğmeyecek sağlam bir ruhu gökten almış olmaktır,” diye yazar Vincenne kalesinden. Sade sonuna kadar yazacaktır, (Sodome’un Yüz Yirmi Günü’nün ilk hali olan Florbelle Günleri gibi) yok edilen el yazmalarına, çoğu zaman katlanılmaz geçen otuz yıllık keyfi hapis koşullarına rağmen yazacaktır: “Ben bir kuledeyim, üzerime on dokuz demir kapı kapanıyor.

Gün ışığı, her biri yirmi kadar demir parmaklıklı iki küçük pencereden içeri giriyor. Günde yaklaşık on, on iki dakika, o da bana yemek getiren biriyle birlikte oluyorum. Geri kalan zamanı tek başıma ve ağlayarak geçiriyorum.” Modanın en yavan eklektizmi, ödlekçe batıl itikadı ve Cizvit uzlaşmasını gerektirdiği çağımızda, Sade’daki bu entelektüel tutarlılığın verdiği fiziksel cesaret üzerine düşünelim. Nietzscheciliğin sola, anarşizmin sağa taşındığı ve devrimin içerden olmak zorunda kaldığı kibarlar cemiyetinin paradigmasıyla işbirliği yaparken Sade’a nasıl bağlı kalabiliriz? Sansürden kurtulabilmiş bu metinleri okuyabilmek şanstır. Romanesk çerçevelerinden çıkarılmış, soyutlanmış olsalar da, Sade’ın felsefi yoluna dair oldukça eksiksiz bir bakış sunacaklardır. Sade’ın ilk metinlerinden biri olan Bir Papazla Ölüm Döşeğindeki Bir Adam Arasındaki Konuşma’nın tarihi, devrimci altüst oluşlardan önceye uzanır. Yeni Justine Sade’ın en ünlü eserinin Devrim’den güç alarak yeniden yazılmasıdır. Yatak Odasında Felsefe (1795), Direktuvar döneminin örf ve âdetleri ile açmazları arasında kendine bir yol açmaya çalışmaktadır. Bir Papazla Ölüm Döşeğindeki Bir Adam Arasındaki Konuşma’yla birlikte burada bağımsız olarak yayınlanan tek yapıt olan Hakikat şiiri ise 1787 tarihlidir. Hayaletler, ne yazık ki bize ulaşamamış olan, Fenelon’un görüşlerini çürüttüğü bir metnin muhtemelen giriş bölümüdür. Sade’ın ateizm üzerine düşüncesini bir araya getirdiği bu eserin yok oluşuna acı acı üzüntü duyabiliriz. Devrimle Dalaşan Bir Asi Ama Sade’ın ateizmi üzerinde düşünmek istediğimizde, Sade’ı, ne kadar kusursuz olsa da, kendi ateizmine indirgeyemeyiz. Marki’yi münzevi bir Prometheus olarak, karanlıkçılığa karşı insan öznelliğinin kahramanı olarak sunmak, aslında entelektüel bir namussuzluk olur ve döneminin felsefesini kavramamak anlamına gelir. Kant’ın doğa aracılığıyla yasamayı özgürlük aracılığıyla yaşamadan rasyonel olarak ayırdığı bir dönemde Sade, karşısında ancak mitleşmiş bir doğa görmektedir.

Hegel’in anahtar kavram olan çalışma kavramından yola çıkarak efendi ve köle diyalektiğinden söz ettiği bir dönemde, insan ilişkileri Sade tarafından ancak kast prizmasından süzülerek görülmektedir. Rousseau’yla karşılaştırıldığında ise -ki Sade ona hayrandır-, Sade kesinlikle daha az politik kalır. Sade’ın politik felsefesi hakkında zaten bir karara varılamaz. Kendi “iyi niyet”inden sürekli kendisi şüpheye düşmüştür. Juliette’in, Justine’in özellikleri altında ya da -Sade’ın da kurbanı olduğu-hükümdar buyrukları sayesinde hüküm süren ve Fransa’yı kırıp geçirme iradesiyle Juliette’i bile korkutmayı başaran Saint-Fond gibi şu unutulmaz cellat figürlerinde kendini mi tasvir etmektedir? Cevapsız sorular. Sade’ın hakikati, Juliette’teki Moberti’nin ani çıkışmasında doruk noktasına varan şu paradokstur: “İsterim ki kamışım kalktığında evren var olmaya son versin!” Bu açmazlar Sade’ın aşmayı başaramadığı dönemin hesabına yazılmalıdır. O, hücreden ziyade kendi döneminin içine kapanmış biridir. En mahrem arzuları, en kişisel hülyaları, gündelik yaşamdaki feodal örf ve âdetlerle umutsuz durumdaki bir aristokrasinin canavarlıkları arasında yarı yolda bulunan Eski Rejim in toplumsal alacakaranlığını ifade etmektedir. Onun romanesk evreni, tıpkı yaşamı gibi, kapalı ve hapistir. Sade, on iki yıl hapis yattıktan sonra kendini Fransız Devrimi’nin aktörü olarak bulur. Bugünkü Vendôme Meydanı’nın yerinde bulunan Piques Seksiyonu’nun başkanı olur. Politik kariyerinin doruğunda, Devrim Meydanı’nda Marat ve Lepelletier’nin ruhlarına saygısını belirtir. Terör’ün kurbanı olur ama hayatla kalmasını Robespierre’in düşüşüne ve öldürülmesine borçludur. Yazılarından dolayı Napoléon tarafından kapatılmadan önce Yatak Odasında Felsefe’ye “Fransızlar, cumhuriyetçi olmak istiyorsanız biraz daha çaba!” adlı söylevin giriş bölümünü ekler. Sade bir devrimci midir yoksa bir tutucu mu? Ne biri ne diğeri: Devrimci bir dönemle dalaşan bir asidir o.

Bir o yana bir bu yana yuvarlanmak isyanın özüdür. Goşist isyancıların “arzu ideolojisi”yle birlikte Sade’ı gerici anlamda kullandıklarını biliyoruz (bkz. Michel Clouscard). Başka “Sadecılar”, özellikle biyografisini yazanlar ise (bkz. Gilbert Levy, Vie de Marquis de Sade) tersine, onun isyanını hafifleterek, onun devrimci bağlılığını oportünizm olarak görürler. Yine de, görüntüyü gerçeklikten tüm gücüyle ayırmaya çalışan romantik önyargıdan sakınalım. Nasıl ki Beethoven’in her bir kuartetinde Valmy Savaşı’nın gürültülerini işitiyorsak, Sade’da da Fransa’nın dünyanın çehresini değiştirdiği bu müşkül zamanların dakik nabız atışını hissetmememiz mümkün değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir