Seyyid Ahmet Arvasi – Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz

Elinizdeki bu kitap müstakil bir eser olmakla birlikte Türkİslâm ülküsünün bütünlüğü içinde düşünülebilir. Allah’a hamdolsun, bununla mücerred bir kültür ve medeniyet kadrosu olarak hayal ettiğimiz Türkİslam Ülkücülerine sunacağımız mesajları tamamlamış oluyoruz. Bu, bizim için büyük bir bahtiyarlık olmuştur. Allah müsaade eder ve ecel fırsat verirse, bundan sonraki çalışmalarımızı, tamamen insanlık âlemine tevcih edeceğiz. Yani, bundan sonra “Âlemşümûl bir mesaj olarak İslâmiyet” konusunu ele alacak, beyaz, siyah, sarı ve kırmızı derili bütün insanlığa, Allah ve Resulü’nün kurtarıcı soluğunu ulaştırmak için çırpınacağız. Elinizdeki bu kitapta, iki ana bölüm vardır. Birinci bölüm, İmam-ı Gazali Hazretlerinin deyimi ile “tekellüm”, günümüz moda deyimi ile. “diyalektik” adı verilen konudaki görüşümüzü incelemektedir, ikinci bölüm ise, “estetik” konusuna yer vermektedir. Kitap okunduğu zaman görülecektir ki, her iki konunun birbiri ile sandığımızdan çok daha fazla münasebeti vardır. Hiç şüphesiz, bizim bu incelemelerimiz, genç nesiller için sâdece bir başlangıç olmak şerefini taşımaktadır ve esas vazife bizden sonrakilere düşmektedir. Herkesi bir iş, bir vazife için yaratan Allah’a hamdeder, O’ndan yardım dileriz. S. Ahmet ARVASÎ BİZİM DİYALEKTİĞİMİZ “Diyalektik”, Batı’da, iki kişinin, belli bir konuda, karşılıklı konuşmaları ve tartışmaları manasında kullanılır. İslâm medeniyetinde, “diyalektik” sözü yerine “tekellüm” yahut “cedel” sözü kullanılırdı. Batı kaynaklarına göre, “Diyalektiği”, bir felsefî metod olarak ilk defa kullanan Yunanlı filozof Sokrates’tir.


Talebesi Platon, aşağı yukarı, bütün kitaplarını bu metodla yazmıştır. Onlara göre, insan, doğuştan bilgi sahibidir ve dolayısı ile “hakikati” bulmaya istidatlıdır. Yeter ki, onu, doğru düşündürecek ve gerçeğe yaklaştıracak sorular sormasını bilelim. Daha sonraları, Almanya’da “Tarihî İdealizmin” kurucusu F. Hegel ile “Tarihî Materyalizmin” kurucusu K. Marx, kendi açılarından bakarak “tez” ile “antitez” arasında bir çatışma aradılar; “sentez”in, bu çatışan değerlerden farklı olarak ortaya çıktığını savundular. Görülüyor ki, tarih boyunca, “diyalektik” sözü kullanılmakta ve her sistem kendine uygun bir diyalektik ortaya koymaktadır. Böylece, “diyalektik”, bir bakıma “sistemin mantığı” olmaktadır. Bu noktaya gelmişken soralım, acaba İslâm’ın da kendine mahsus bir diyalektiği var mıdır? İslâm “vahye” ve “peygamber tebliğine” dayandığına göre, bir felsefî sistem olmadığına göre, onun kendine mahsus bir “mantığı” olabilir mi? Gerçekten de İslâm, “Vahye” ve “Peygamber tebliğlerine” dayanmış olmakla birlikte “akla”, “tefekküre” ve “araştırmaya” büyük değer verir. Yüce Kitabımız, “yerlerin ve göklerin yaradılışını” düşünmeyi “akıl sahiplerine” defaatle emreder. Şanlı Peygamberimiz: “Aklı olmayanın dîni de olmaz” diye buyururken “takva sahipleri”, büyük bir tefekkür ve cehd ile “taklidi iman”dan “tahkiki imana” ulaşmak için çırpınmayı vazife bilirler. İslâm’da “akıl”, vahyin sahasında at koşturamaz ve fakat onun aydınlığında yolunu bulabilir. Nitekim, “çağdaş ilim” dahi, aklın hiçbir zaman, “tecrübenin” yerini tutmadığını ve ancak onunla birlikte işe yarar hale geldiğini ispat etmiş bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle diyoruz ki, İslâm’ın getirdiği hakikatleri, sırf mücerret akılla kavramak mümkün değildir; akıl, İslâm’ı anlamak için “Vahyin aydınlığına”, “mutasavvıfın aşkına”, kısaca “mistik tecrübeye” muhtaçtır. Kısaca, “akl-ı cüz” (parça akıl), “akl-ı külle” (âlemşümul akla) muhtaçtır.

Bununla birlikte, “İslâm mütefekkirleri” düşünmeyi ve araştırmayı kolaylaştırmak için aklın bütün metod ve kanunlarını kullanmışlardır ve kullanmayı tavsiye etmişlerdir. Hatta, dikkat edilirse, İmam-ı Gazali (M. 1058-111), müphem de olsa, “İslâm’ın diyalektiğinin” temellerini atmıştır. İmam-ı Gazali, “Kimyayı Saadetinde”, İslâm diyalektiğinin temelini şu bir tek cümle ile atar: “Mahluk, Hâlık’m anahtarıdır”. Yani biz müslümanlar, “yaratıklara” bakarak “Yaradan’ı” keşfederiz. Mutasavvıflar, buna “eserde müessiri görmek” derler. Bu, müthiş bir “mantık” ve “İslâmî hakikati” bulmanın “diyalektiği”dir. Bu “anahtara” sahip olduktan sonra, düşünmek çok kolaylaşmaktadır. Müslüman, “yaratıkları Yaradan’ın” ölümü ölümsüzlüğün, Dünya’yı Ahiret’in, kötülüğü iyiliğin, çirkini güzelin, yanlışı doğrunun, esareti hürriyetin, zulmü adaletin, sınırlıyı sonsuzun, “kesreti tevhidin” anahtarı olarak idrak eder, düşünür ve yolunu çizer. Mütefekkir şairimiz Njjtip Fazıl Kısakürek Bey’in ifade ettikleri gibi: “Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir”… Yani, âlemdeki kavga, “Hak” ile “batıl”ın çatışmasından ibarettir ve Müslüman “Hak’tan yana” aklını kullanır, tercihini yapar. O, Hakk’a vurgundur, O’nun gelmesini ister. Nitekim “Hak gelince, batıl zâîl olur.” (Ayet meâli) İSLÂM’DA AKLIN YERİ İslâm medeniyetinde “diyalektik” yerine “tekellüm kelimesi kullanılmıştır. Nitekim, İmam-ı Gazali, “mantıkçılar” yerine çok defa “mütekellimîn” terimini kullanır. İslâm’da başlıbaşına bir “Kelâm” ilmi de vardır.

İslâm’da “mantık”, herkesin yararlanabileceği bir âlettir, bir disiplindir. Her din, her sistem, her felsefe ve her doktrin, bir bakıma, aklı kullanmaya mecburdur. Çünkü, insanlar, “akıl ve mantıkları” ile dinler, araştırır, kabul veya red ederler. Bu sebepten olacak, dinî olsun, olmasın her fikir ve sistem, kendine uygun bir mantık geliştirir. Hiç şüphesiz, bu “mantığın”, aklın kanunları ve metodlarına uygun olması esastır. Bunu, şunun için belirtiyoruz. Bazıları, kendi fikir ve inançlarını akla dayandırırken, başkalarını böyle olmamakla itham etmeyi severler. Oysa, hiçbir insan, aklı ihmal edemez. Çünkü, akıl, herhangi bir fikrin ve inancın “inhisarında” değildir. O, her fikre, her dine ve her inanca hizmet edebilecek bir âlet gibidir. “Akıl ve din” konusundaki tartışmalar yersizdir. Hayretle görüyoruz ki, bazıları “dini aklîleştirmeye” çalışırken, bazıları da “aklını dinleştirmeye” gayret etmektedirler. Bakınız, bu konuda İmam-ı Gazali, ne diyorlar: “Mantıkta, müsbet ve menfi cihetten dine taalluk eden bir şey yoktur. Mantık, delillerin, kıyasların usulünü, bürhanın mukaddimelerinin şartlarını, bu mukaddimelerin nasıl tertib edileceğini, hadd-i sahih denilen tariflerin…. şartlarını, bunun nasıl takip edileceğini, ilmin ya tasavvurdan (ki, tarif yolu ile öğrenilir) ya tasdikten (ki, bürhan yolu ile öğrenilir) ibaret olduğunu tetkik eder.

Bunlarda inkâr edilmesi gereken bir cihet yoktur.” (Bkz. İmam-ı Gazali, El-Munkızu Min-Ad-Dalâl, (H. Güngör), 1960, sf. 33). İslâm, akıl ve mantığı nasıl ihmal edebilir ki, yüce ve mukaddes Kitabımız, birçok kerre “düşünmemizi” ve “akletmemizi” emretmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, Müslümanlar şöyle tasvir edilir: “Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah’ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler.” (Bkz. Kur’an-ı Kerim, Al-i İmran Suresi, âyet: 191). Nitekim, “Ehl-i Sünnet Vel Cemaatin reisi” büyük İmam Ebu Hanife Hazretleri, bu yüce emre uyarak İslâm düşmanlarına cevap vermek için “Kelâm” ilminin kurucusu olmak şerefini kazanmıştır. Ancak, akıl, hem “hayra”, hem “şerre” âlet olabilecek bir vasıta durumundadır. Onu, insanın yücelmesi ve mutluluğu için kullanmasını bilmek gerekir. İslâm, insanı, Allah’a, hakka, hakikata, güzele, doğruya, iyiye, adalete, tevhide ve sonsuzluğa götürmeyen mantığı sevmez, onu reddeder. Bu sebepten İslâm’ın diyalektiği, mahluku Halık’ın, bâtılı Hakk’ın , ölümü ölümsüzlüğün, Dünya’yı Âhiret’in, kötülüğü iyiliğin, çirkini güzelin, yanlışı doğrunun, esareti hürriyetin, zulmü adaletin, sınırlıyı sonsuzluğun, kesreti tevhidin anahtarı kabul eder, diyoruz. Aksi halde, ne kadar “parlak” gözükürse gözüksün, insanı yüceltmeyen mantık, kötü bir mantıktır.

İnsanı, hedonizme, nihilizme, materyalizme mahkûm eden “mantık”, kendini ne suretle maskelerse maskelesin “bize” hizmet etmemektedir. Biz, Mevlâna Celâleddin-i Rumi’nin ifadesi ile, beşeriyeti alçaltan bu mantığı, “bataklığa saplanmış bir mektep” olarak görürüz. İslâm, bizi Allah’a götürmeyen mantığa, “akl-ı sakîm” adını verir. “Akl-ı selim” ise, Allah’a yol bulan akıldır. Akl-ı sakîm, çok defa aldandığının farkında dadgğildir. O kendi hatasını, “aklın kanunları” ve “aklın metodları” ile maskelemesini de bilir. Üstelik, birçoklarının aldanmasına da sebep olur. İmam-ı Gazalî’nin deyimi ile “bazıları sanır ki, bu mantıkçılar, kendilerinden rivayet olunan ve küfre varan meseleleri bu gibi bürhanlarla isbat etmişlerdir. (Bkz. n.g.e.: sh. 34).

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir