Terry Eagleton – İdeoloji

Şu paradoksu ele alalım: Yaşamış olduğumuz son on yılda, tüm dünyada ideolojik hareketlerin gözle görülür bir biçimde yeniden canlanışına tanıklık edildi. Ortadoğu’da Îslâmî köktencilik, etkili bir siyasi güç olarak ortaya çıkarken, Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ülkelerde ve Britanya Adalarının bir kısmında devrimci milliyetçilik, emperyalist iktidara karşı verdiği mücadeleyi sürdürmekte. Doğu blokunun post-kapitalist devletlerinin bazılarında, hâlâ direnen neo-Stalinizm, bir dizi muhalif güçle olan savaşımına aynen devam ediyor. Tarihteki en güçlü kapitalist devlet, muhafazakâr Protestanlığın özellikle tehlikeli bir kolu tarafından silinip süpürülmüş bir durumda. Bu dönem boyunca İngiltere, geleneksel olarak, hâkim değerlerinin belirsiz ve bulanık kalmasını tercih eden bir toplum olduğu halde, siyasi bellekte ideolojik olarak en saldırgan ve en açık rejimi olarak yer edecek bir rejimle karşı karşıya kaldı. Ve bütün bunlar olup biterken sol tarafta bir yerlerde ise ideoloji kavramının artık modasının geçmiş olduğu ilan ediliyor. Bu saçmalığı nasıl açıklamalıyız? İdeolojik çelişkilerle sarsılan bir dünyada ideoloji nosyonu, postmodemist ve post-yapısalcı yazılarda niçin bir iz bile bırakmadan buharlaşıp yok olmuştur? 1 Bu kitapta işte bu bilmecenin çözümüne katkıda bulunacak kuramsal ipuçlarının peşine düşeceğiz. Kısaca belirtecek olursak, postmodem düşüncenin, klasik ideoloji kavramını itibardan düşürmek için elbirliği etmiş üç temel öğretisi olduğunu ileri sürüyorum. Bu öğretilerden ilki, temsil nosyonunun reddine yaslanıyor “gerçekte ise ampirist bir temsil modelinin reddinden başka bir şey değildir bu, ama kaş yaparkan göz çıkarılır, ampirizmden kurtulayım derken temsil de bir kenara atılıverir! İkincisi, bir bilinç biçimine “ideolojik” sıfatı yakıştırma ediminin kendisinin, savunulması çok güç bir mutlak doğruluk fikrini savunmayı gerektireceğine inanan bir epistemolojik şüphecilikten kaynaklanır. İkinci görüş, bugünlerde kendisine birkaç yandaş bulabilmiş olduğundan, birinci görüşün İkincinin ortaya çıkışıyla birlikte çöktüğü düşünülüyor. Pol Pot’u Stalinist bir bağnaz olarak suçlayamayız; çünkü bu, Stalinist bir bağnaz olmamanın neleri içereceğine ilişkin birtakım metafizik kesinliklere sahip olduğumuzu ima eder. Üçüncü öğreti, aşağı yukarı yeni-Nietzsche’ci bir çizgide, akılcılık, çıkar ve iktidar arasındaki ilişkilerin yeniden formüle edilmesiyle ilgilenir ve bu formülasyonun ideoloji kavramının tamamını gereksiz kıldığı düşünülür. Tam da Müslüman göstericilerin alınlarından kan gelinceye kadar secde ettikleri ve Amerikalı çiftçilerin, çok yakında, cennete, Cadillac’a ve istedikleri her şeye kavuşacaklarına inandıkları bir tarihsel anda, bu üç tezin, birlikte ele alındığında ideoloji sorunundan kurtulmaya bir şekilde yeterli olacağı düşünülmektedir. Hegel, bütün büyük tarihi olayların, adeta, iki kez yaşandığını vurgular bir yerlerde (fakat eklemeyi unuttuğu bir şey vardır: ilkinde trajedi olan İkincisinde komedi olur). İdeoloji kavramının günümüzdeki bastınlışı, bir anlamda, II.


Dünya Savaşanı izleyen ve ‘‘ideolojinin sonu” olarak adlandırılmış olan dönemin yeniden ısıtılmasıdır denilebilir; fakat bu hareket, en azından, faşizm ve Sta-linizmin işlediği suçlara verilen travmatik bir tepki olarak kısmen anlaşılabilir olsa bile ideolojik eleştiriye duyulan şu anki nefret bu tür bir politik gerekçeden yoksundur. Dahası “ideolojinin-sonu” okulu, açıkça politik sağın yarattığı bir şeydi; oysa “post-ideolojik” gönül rahatlığımızı öven tavsiye mektuplarının altında çoğunlukla radikallerin imzası var. “İdeolojinin-sonu” kuramcıları, bütün ideolojilerin, doğaları gereği kapah, dogmatik ve katı olduğunu söylemekteydiler, postmodemist düşünce ise bütün ideolojileri, te-leolojik, “totaliter” ve metafizik temelli olarak görme eğilimindedir. Bu yolla, kaba saba bir karikatür haline getirilen ideoloji kavramı, itaatkâr bir şekilde kendi defterini dürmektedir. İdeoloji nosyonunun terk edilmesi, şu dönemlerde karşı atağa geçmiş olan kapitalizm karşısında, sınıf çatışması, üretim tarzları, dcvrimci eylemlilik ve burjuva devletinin doğası gibi “metafizik” meselelerle uğraşmaktan mahcup bir yüzle ve düzenli olarak vazgeçen sabık devrimci solun bütün saflarında uğramış olduğu şiddetli politik sarsıntı ile bağlantılıdır. Tam da devrim kavramının aşın metafizik bir şakşakçılık olarak suçlandığı bir dönemde, devrimin, en az beklenilen bir yerde, Doğu Avrupa’nın Stalinist bürokrasilerin içinde patlak vermiş olması bu konumu savunanları hayli sıkıntıya soktu; ki onlar da bunu kabul ediyorlar. Herhalde Başkan Çavuşesku, hayattaki son nefesini cellatlarına, devrimin modası geçmiş bir kavram olduğunu, sadece mikro-stratejilerin ve yerel yapı-çözümlerin olanaklı olduğunu ve “kolektif devrimci özne” düşüncesinin miadının maalesef dolmuş olduğunu hatırlatmak için harcamıştır. Bu kitabın amacı, yerinde bir alçakgönüllülükle, ideoloji nosyonunun karmaşık kavramsal tarihine ilişkin bazı şeyleri açıklığa kavuşturmaktır; fakat, aynı zamanda kendini, bu temel meselelere politik bir müdahale olarak ve böylece entelektüellerin bu en son ihanetine karşı politik bir cevap olarak da ortaya koyma niyetindedir. Thom Gunn’ın II. Dünya Savaşı sırasında, Nazilerin ellerinde onları bekleyen kaderlerinden kaçmaları için Yahudilere yardım ederek kendi yaşamını tehlikeye atan bir Alman askerini anlatan şiirinde şöyle denir: Biliyorum, olağandışı gözleri vardı onun, Gücünü, hiçbir düzenden almayan gözleri, Koymazdı gördüğü insanları, Diğerleri gibi, tanrı ya da böcek katına. İnsanların, birbirlerini, zaman zaman, tanrı ya da böcek katına koymalarına yol açan şey ideolojidir. İnsanların geçerli maddi nedenlerden dolayı -söz gelimi, fiziksel varlığını devam ettirmeyle ilgili nedenlerden dolayı- birbirleriyle mücadele etmeleri veya birbirlerini öldürmeleri rahatlıkla anlaşılabilir bir durum; anlaşılması asıl güç olan şey, fikir gibi soyutluğu apaçık olan bir şey adına da bütün bunların yapılabiliyor olmasıdır. Ama yine de fikirler, insanların uğruna yaşadıkları ve yerine göre uğruna Öldükleri şeylerdir. Eğer Gunn’ın söz ettiği asker, yandaşlarının ideolojik koşullandırmalarından kurtulabilmiş ise bunu nasıl başarmıştır? Yaptığı şeyi, daha şefkatli, başka bir ideoloji adına mı, yoksa sadece eşyanın doğasına ilişkin gerçekçi bir görüşe sahip olduğu için mi yapmıştır? Onun olağan-dışı gözleri, insanları ne iseler o olarak mı değerlendirmiştir, yoksa onun algıları da bazı bakımlardan en az arkadaşlarınınki kadar önyargılarla, bizlerin kınadığımız değil onayladığımız türden önyargılarla mı yüklüdür? Asker, kendi çıkarına karşı mı, yoksa daha derinde yatan birtakım çıkarlar adına mı davranmıştır? İdeoloji sadece bir “yanılgı” mıdır. yoksa çok daha karmaşık ve anlaşılması güç bir karaktere mi sahiptir? İdeoloji üzerine yapılan bir çalışma, aynı zamanda, diğer şeylerin yanı sıra, insanların nasıl olup da kendi mutsuzlukları üzerine yatırım yapabilir hale gelebildiklerine ilişkin bir sorgulamayı da içerir.

Baslü altına alınmış olma bazen beraberinde cüzi ödüller getirdiği içindir ki zamanla bu duruma katlanmaya hazır hale getiriliyoruz. En etkili baskı kuran kişi, kendi buyruğu altındaki insanları kendi iktidarını sevmeye, arzulamaya ve kendilerini onunla özdeşleştirmeye ikna edebilmiş olan kişidir; bu nedenle, her politik kurtuluş pratiği, özgürleşme biçimlerinin en zoru olan, kendimizi kendimize karşı özgür kılmayı içerir. Bununla birlikte hikayenin öteki yüzü de aynı derecede öneme sahiptir. Çünkü, bu tür bir baskı, kurbanlarını yeterince tatmin etme konusunda uzun bir süre başarısız kalması durumunda kurbanlar, nihayet bir gün kendisine karşı ayaklanacaklardır. Eğer öteki siyasi seçeneklerin tehlikeli ve karanlık göründüğü bir dönemde sefalet ile. marjinal zevkin muğlak bir karışımıyla yetinmek rasyonel ise sefaletin refahtan gözle görülür ölçüde fazla olması durumunda isyan etmek de, hele bu isyan sonucunda kazanılacak olan şeyler kaybedileceklerden daha fazla gibi görünüyor ise, aynı ölçüde rasyoneldir. İdeoloji eleştirisinde, sadece, mistifiye edilmiş öznenin kendisine anlamlı gelebilecek müdahalelerin işe yarayacağını anlamak oldukça önemlidir. “İdeoloji eleştirisi”, bu anlamda, psi-kanalitik tekniklerle oldukça ilginç bir yakınlık sergiler. “Elleştirme” [criticism], Aydınlanmacı anlamında, birinin ötekilerin durumundaki çarpıklığı dışsal, belki de “aşkın” bir noktadan onlara anlatmasıdır. “Eleştiri” [critique] ise öznenin deneyiminin, öznenin şimdiki durumunun ötesine işaret eden “geçerli” yönlerini aydınlatmak için onu içerden anlamaya çalışan söylem biçimidir. “Eleştirme”, matematikten anlamayan insanlara, matematiksel bilgiye ulaşmanın mükemmel bir kültürel amaç olduğunu söyler; “eleştiri” ise, onların, ceplerine giren ücret tehlikeye düştüğünde, bu tür bir bilgiyi yeterince çabuk bir biçimde kazanacaklarını kabul eder. Yani ideoloji eleştirisi, hiç kimsenin bütünüyle mistifiye edilmiş olmadığını -baskıya maruz kalanların, şimdi bile, ancak içinde bulundukları maddi koşulların dönüştürülmesiyle gerçekçi bir biçimde karşılanabilecek olan beklenti ve arzulara sahip olabileceklerini- varsayar. İdeoloji eleştirisi Aydınlanma raöyonalitesinin dışsal bakış açısını reddetse bile, Aydınlanmanın insanın ılımlı rasyonel doğasına duyduğu bu temel inancı paylaşır. Tamamen ideolojik yanılsamanın kurbanı olmuş olan bir kişi, kendisine yönelik özgürleştirici bir talebi kavrayabilmekten bile aciz olurdu. İnsanlar, en kötü koşullarda bile mücadele etmeyi, arzulamayı ve hayal etmeyi bir kenara bırakmadıkları içindir ki politik özgürleşme pratiği gerçek bir olasılıktır.

Fakat bu, baskı altındaki bireylerin, el altında, kendi mutsuzluklarına karşı ayrıntılı olarak geliştirilmiş birtakım seçenekler bulundurduklarını iddia etmek demek değildir; bu bireylerin, kendilerini söz konusu acının nedenlerinden kurtardıklarında, geriye doğru bakıp kendi yaşam-tarihlerini yeniden-yazabilmeleri ve şu anda keyfini çıkardddan şeyin, o zaman farkına varmış olsalardı, daha önceden istemiş olmaları gereken şey olduğunu kavrayabilmeleri gerektiğini öne sürmek demektir. İdeolojik açıdan hiç kimseye su katılmamış bir budala denemeyeceğinin bir kanıtı da “ikinci sınıf’ [inferior] diye nitelenen insanların aslında “ikinci sınıf’ olmayı öğrenmek zorunda kalmalarıdır. Bir kadın, ya da sömürge tebası için, yaşamın aşağı bir yaşam biçimi olarak tanımlanması yeterli değildir: aynı zamanda, onlara bu tanımın etkili bir şekilde öğretilmesi ve onlardan bazılarının bu süreç içerisinde parlak mezunlar olarak sivrilmesi gerekir. İnsanların kendilerini bu konuda ilkel ve kalın kafalıymış gibi gösterebilme konusunda ne kadar kurnaz, becerikli ve zeki olabildiklerini görmek insanı hayrete düşürüyor. Bu “edimsel çelişki”, kuşkusuz, bir anlamda, politik ümitsizliğin kaynaklarından birisidir; ama aynı zamanda, koşullar uygun olduğunda, hâkim düzeni yenilgiye de uğratabilecek olan bir çelişkidir* Geçen şu son on yıl boyunca, Toril Moi ile tartışmış olduğumuz entelektüel meseleler arasında, herhalde en düzenli ve en yoğun şekilde ideoloji kavramı üzerinde durduk. Onun bu konuya ilişkin görüşleri benimkilerle artık o derece iç içe geçmiş bir durumda ki, onunkilerin nerede bitip benimkilerin nerede başladığı hakkında, günümüzün en sevilen deyimlerinden birisini kullanacak olursak, “kesin bir şey söylenemez.” Son derece keskin ve analitik zekâsından yararlanmama izin verdiği için kendisine minnettarım. Ayrıca, kitabı okuyup değerli düşüncelerini benden esirgemeyen Norman Geras’a, her zamanki titiz okumasıyla el yazmasını gözden geçirerek beni bazı hatalardan ve eksikliklerden kurtaran Ken Hirschkop’a ve ayrıca, yaptığım araştırmalar sırasında, kendi çalışmalarından zaman ayırarak bana yardım etmiş olan Gargi Bhattachaıya’ya teşekkür borçluyum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir