Volney – Yıkıntılar 1

YIKINTILAR ya da İMPARATORLUKLARDAKİ DERİN DEĞİŞİKLİKLER KONUSUNDA DÜŞÜNCELER Yakarış Issız YIKINTILAR, kutlu mezarlar, sessiz duvarlar! Tanık gösterdiğim, yalvardığım sizlersiniz. Evet, anlayışsız bir adamın bakışları, gizli bir korkuyla, üzerinizde duramazken, ben sizi seyretmeye dalmakta, derin duyguların, yüksek düşüncelerin çekiciliğini buluyorum. Siz, danışmasını bilenlere, öyle yararlı dersler, öyle acıklı ya da derin düşünceler veriyorsunuz ki! Bütün dünya, baştanbaşa köleleşmiş bir durumda, acımasızların önünde ağız açamazken, onların nefret ettiği gerçekleri haykıran sizlerdiniz. Kralların cesetlerini, son kölenin cesedinden ayırt etmeyerek, EŞİTLİK’in kutlu dogmasına hak veren sizlerdiniz. Özgürlük perisi, kendisinin insanlardan kaçan sevdalısı olan bana, sizin surlarınız içinde; beyinsiz bayağının düşündüğü gibi, ellerinde kamalar ve meşalelerle değil, sonsuzluğun kapılarında ölümlülerin yaptıklarını tartmak için, iki elinde kutlu tartılar tutan adaletin yüce görünümüyle göründü. Ey mezarlar! Kim bilir sizde ne çok üstün nitelik var!. Acımasızları korkudan titretiyorsunuz: Onların sövgü dolu zevklerini gizemli bir dehşetle zehirliyorsunuz; bozulmayan, tertemiz görünüşünüzden kaçan bu alçaklar, saraylarının gururunu sizin gözlerinizden uzaklaştırıyorlar; halkı ezen güçlüleri cezalandırıyorsunuz; pinti rüşvetçinin altınlarını elinden alarak, soyduğu yoksulun öcünü alıyorsunuz. Zenginin gösterişlerini bin bir kaygıyla baltalayıp, yoksulun yoksulluğunun acısını çıkarıyorsunuz; kendisine son sığınacağı yeri vererek, kötü talihliyi avutuyorsunuz; sonra da, ruha öyle tam bir güç ve duyarlılık denkliği veriyorsunuz ki, bu denklik yaşamın bilimi olan bilgeliği ortaya çıkarıyor. Varını yoğunu sonunda size geri vereceğini anlayan düşünceli insan, boş büyüklüklerle yararsız zenginliklerin peşinde koşmuyor: Gönlünü hakkın sınırları içinde tutuyor; ekmeğini çıkarmak zorunda olduğu için de gününü boş geçirmeyerek, sonunda kendisine ne verilmesi uygun görüldüyse, onunla geçinip gidiyor. Böylece, hırsın azgın şahlanışlarına kurtarıcı bir dizgin vuruyorsunuz: Duyguları altüst eden hazlara karşı kızgın istekleri yatıştırıyorsunuz; tutkuların kavgasından yorulan ruhu dinlendiriyor; onu, yığınları kaygılandıran bayağı çıkarların üstüne çıkarıyorsunuz. Zamanların ve budunların sahnesini kucaklayan doruklarınızdan, ruh, yalnızca büyük sevgiler, yalnızca onur ve erdem düşüncelerine bağlanıyor. Ah! Yaşamak düşü sona erince, bütün bu didinmeler yararlı bir iz bırakmazlarsa, neye yarar? Yıkıntılar! Sizden ders almaya yine geleceğim! Issızlığınızın dinginliğine yeniden sığınarak, tutkuların acıklı görünümünden uzakta, insanları, anılara dayanarak seveceğim; onları mutlu edecek yolları arayacağım; kendi mutluluğumu da, bu işi çabuklaştırabilmek düşüncesinde bulacağım. BİRİNCİ BÖLÜM Gezi Türk padişahı Ahmet’in oğlu Abdülhamit’in saltanatının on birinci yılında, zafer kazanmış olan Ruslar, Kırım’ı alıp İstanbul’a giden kıyılara bayraklarını diktikleri sıralarda, Osmanlı İmparatorluğu’nda yolculuk yapıyor; eskiden Suriye ve Mısır krallıkları olan eyaletlerde dolaşıyordum. Bütün dikkatimi toplum olarak yaşayan insanların mutlulukları üzerinde toplayarak kentlere giriyor, içinde oturanların göreneklerini inceliyordum; saraylara sokuluyor, yönetenlerin ne yol tuttuklarına bakıyordum; köylerde dolaşıyor, toprağı eken insanların yaşam koşullarını inceliyordum.


Her yerde yoksulluk gördüğümden dolayı, üzüntü ve nefret içinde, yüreğim parçalanıyordu. Her gün, yolumun üstünde, boş bırakılmış tarlalar, terk edilmiş köyler, yıkılmış kentler buluyordum: Çoğunlukla eski anıtlarla, tapınak, saray, kale, yıkıntılarıyla, sütunlar, su kemerleri, mezarlarla karşılaşıyordum; bu görünüm, ruhumu geçmiş zamanlara dalıp onları düşünmeye sürükledi; içimde ağırbaşlı ve derin düşünceler uyandırdı. Asi ırmağı kıyılarındaki Humus kentine vardım. Burada, çöllerin ortasındaki Tüdmür (*) kentinin çok yakınında olduğumu anlayınca, herkesin anlata anlata bitiremediği anıtlarını gözlerimle görmeye karar verdim. İn cin geçmeyen yerlerde üç gün yaya giderek, mağaralar ve mezarlarla dolu bir koyağı geçtikten sonra, ovaya çıkınca, insanı şaşkınlık içinde bırakan yıkıntılarla karşılaştım: Sayısız dikili sütunlar, bizim parklarımızdaki ağaçlı yollar gibi, düzgün sıralar halinde, göz alabildiğine uzanıyordu. Bu sütunların arasında, kimi yarı çökmüş, kimi olduğu gibi kalmış büyük yapılar vardı. Toprağın her yanı, ince bir işçilikle oyulmuş beyaz mermer yıkıntılarıyla, yuvarlak, dört köşeli sütunlar, sütun başlıkları ve saçaklarla kaplıydı. Bu yıkıntılar boyunca, üç çeyrek saatlik bir yürüyüşten sonra, eskiden güneş için yapılmış bir tapınak olan geniş bir yapının avlusuna girdim. Kulübelerini tapınağın önündeki alana kurmuş yoksul Arap köylülerine konuk oldum. Bütün bu yapıtların güzelliklerini birer birer anlayabilmek için, birkaç gün burada kalmaya karar verdim. Ovayı kaplayan anıtlardan her gün birini görmeye gidiyordum. Düşüncelere daldığım bir akşam, mezarlar koyağına kadar uzanmıştım; koyağı saran tepelere çıktım; bu tepelerden bir bakışta, hem bütün yıkıntılar, hem de çölün sonsuzluğu görülüyordu. Güneş batmak üzereydi; Suriye tepelerinin uzak ufuklarında, hâlâ kırmızımsı bir örtünün izleri vardı: Doğudaki yusyuvarlak ay, mavimsi bir zemin üzerinde, Fırat’ın düz kıyılarından yükseliyordu; gökyüzü lekesizdi; durgun, tatlı bir hava vardı. Günün sönmekte olan ışığı, karanlıkların korkunçluğunu hafifletiyor, gecenin çıkmaya başlayan serinliği, tutuşmuş toprağın kızgınlığını gideriyordu. Çobanlar, develerini yerlerine götürmüşlerdi. Boz toprağın üstünde, artık hiçbir canlılık görülmüyordu.

Çölü derin bir sessizlik kaplamıştı; yalnızca, uzun aralıklarla, bazı gece kuşlarının, çakalların (1) çığlıkları işitiliyordu… Karanlık, gittikçe artıyordu; batan günün ışığında, artık, gözlerim de duvarlarla sütunların beyazımsı düşlemlerinden başka bir şey ayırt edemiyordu. Bu ıssız yerler, bu durgun akşam, bu görkemli sahne, ruhumu dinsel bir esrikliğe gömdü. Koca bir kentin ıssız görünümü, geçmiş zamanların anısı, bugünkü durumla karşılaştırma; bütün bunlar beni derin düşüncelere sürükledi. Devrilmiş bir sütunun üstüne oturdum; dirseğim dizime dayalı, elim başımda, gözlerimi ara sıra çöle doğru çevirerek, ara sıra da yıkıntılardan ayırmayarak derin bir düşleme daldım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir