Sevan Nişanyan – Hocam, Allaha Peygambere Laf Etmek Caiz Midir?

Taraf gazetesinde genellikle dil meselelerinden söz ettiğim Kelimebaz adlı köşemde 21 Eylül 2009’da ‘Sansür’ başlıklı bir yazım yayımlandı. Yazıda İslam dininin kutsal saydığı bazı kavramlar hakkında alaycı bir dil kullanılmış ve Türkiye’de bu konudaki ifade özgürlüğünün kısıtlı olduğu ima edilmişti. Ertesi gün kızılca kıyamet koptu. Öfke ve protesto seli yurt sathına yayıldı. Ulusal basında yirmiye yakın kalem konuya değinen yazılar yazdı. Taşra gazetelerinde başyazılar çıktı. Televizyon programları yapıldı. Bana beşyüz, Taraf gazetesine sanırım binden fazla mail gönderildi. Sayısını ölçemediğim kadar çok kişi internet üzerinde fikir ve duygularını beyan etti. Birçoğu beni lanetlerken, daha az bir kısmı destek veya sevgisini ifade etti. Olaydan üç hafta sonra, bugün, fırtına biraz olsun yatışmış görünüyor. Umarım böyle kalır. * Üç hafta içinde üretilen yazı hacmine baktığımda, din ve ifade özgürlüğü konusunda Türkiye’de bugüne dek eşi pek görülmedik zenginlikte bir tartışmaya vesile olduğumu görüyorum. Bu malzemenin kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı. Basında çıkan veya internet ortamında paylaşılan görüşlerden bir kısmını bir kitapçıkta toplamanın ilginç, hatta faydalı olacağını düşündüm.


Merak etmeyin, amacım polemiği sürdürmek değil. ‘Ben doğruyu söylerim, karşı çıkan haksızdır’ gibi bir tavrım yok. Gelen tepkiler arasında olaya çok farklı noktalardan yaklaşanlar, hiç beklemediğim bakış açılarını tartışmaya açanlar var. Birçoğu olağanüstü samimi bir dille kalplerinden geçenleri ifade etmiş. Alelade küfür maillerini bile dikkatle okuyunca, satır aralarında gizlenen gayet insani kaygıları görebiliyorsunuz. Bunları anlamaya ve tahlil etmeye çalışmak, bana kendimi savunmaktan daha anlamlı bir uğraş gibi geldi. Onu yapmaya çalıştım. Türkiye’de pek çok insanın kafası din ve ifade özgürlükleri konusunda karışıktır: Bu kitapta derlenen yazı parçacıklarından çıkan ana sonuç bu. Ama aynı zamanda bu konuları düşünmeye ve tartışmaya yönelik ciddi bir istek ve merak vardır. Cumhuriyet döneminde dindarlara yöneltilen hoyrat ve küçümseyici dil bu tartışma sürecini zorlaştırmıştır. İnsanlar din ve ifade özgürlüğü konularını konuşmaya istekli, ama aynı zamanda, anlaşılır nedenlerle, son derecede ürkek ve alıngandır. Bu derece çetrefil bir meseleye, ucundan da olsa bir ayna tutabildiysem ne mutlu bana. Tabii ki yer yer kendimi savundum, ‘onu değil şunu kastettim’ dedim, haklı olduğumu zannettiğim noktaları vurguladım. Öbür türlüsü doğal olmazdı. Ama bu kitabı derlemekteki asıl amacımın o olmadığı yeterince açıktır umarım.

‘Allaha, meleğe, peygambere dil uzattığımı’ düşünerek kızan, üzülen, eleştiren, yanıldığımı kanıtlama derdine düşen, hakkımı teslim eden, öven, alkışlayan insanların NE dediğini anlamaya çalıştım. Tanrıtanımayan bir insan olarak onlara nasıl cevaplar vermem gerektiğini tarttım. Hepsi bu. Sevan Nişanyan Şirince, 20 Ekim 2009 Aldı Nişanyan Sazı Eline 21 Eylül’de yayımlanan yazım, ‘sansür’ sözcüğünün geçmişini tahlil ettikten sonra aşağıdaki dört paragrafla sona eriyordu: SANSÜR (….) Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin. Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler sansüre tabi olmuş. Orduya, devlete, Yüce Manitu’ya istediğini söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar. Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikâyelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış! Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde. Üç hafta sonra sakin kafayla bu yazıya baktığımda ben şunları görüyorum. Başkası istediği gibi okumakta serbesttir tabii. – Öfkeyle yazılmış olduğu belli olan bir yazıdır. Öfke dili rahatsız edicidir.

– Müslümanların ‘alınma’ şeklinde dışa vurdukları tahammülsüzlüğün bu ülkede düşünce ve ifade özgürlüğüne engel olduğu görüşü savunulmuştur. – Kişi veya zümreye hakaret edilmemiştir. Yani şöyle açalım: Kimseye kimliğinden veya kanaatinden ötürü ‘sen hırsızsın, ahlaksızsın, aptalsın, pissin, cahilsin, aşağısın’ gibi olumsuz bir sıfat atfedilmemiş ya da ‘seni asmak lazım, kesmek lazım, ikinci sınıf insan saymak lazım, ebeni dövmek lazım’ gibi düşmanca bir his ifade edilmemiştir. – Bir zümrenin kutsal saydığı kavramlardan alaycı bir dille söz edilmiştir. Kullanılan dil nispeten yumuşak ve esprilidir. Başka zümrelerin kutsal saydığı bazı kavramlardan daha önce Taraf gazetesinde gerek ben gerek başkalarınca bundan çok daha acı bir dille söz edilmiştir. – Bir zümrenin kutsal saydığı mefhumları başkalarının da kutsal sayması mecburiyeti yoktur. Bir öfkeyle bu yazıyı yazmama neden olan olayı anlatmayacağım. O olayda benim haksız olduğumu belirtmekle yetineyim. * Talihsiz bir tesadüfle, bu yazıdan bir gün sonra, 22 Eylül’de, konuyla bağlantılı gibi görünen ama gerçekte alakasız bir başka yazım yayımlandı. ‘Feriştah’ başlıklı bu yazıyı diğerinden yaklaşık on gün önce Baskın Oran’ın bana telefonla sorduğu bir soru üzerine yazıp gazeteye göndermiş, sonra aklımdan çıkarmıştım. Ertesi gün yayımlandığında birçok insan, haklı olmayan fakat mazur görülebilecek bir alınganlıkla, Sansür yazısıyla ilişki kurdu. Komik bulduğum bir küfrü analiz ederken, sanki ima yollu küfrediyormuşum gibi algılandı. Buna çok gücenenler oldu. Yazının gazetede çıktığı sabah böyle algılanacağını fark edip kahroldum.

Ama iş işten geçmişti. FERİŞTAH ‘Allahını kitabını feriştahını s.mek’ diye hayli iddialı bir deyim var halkımızın dilinde. Baskın Oran’a sövmek şimdi Yargıtay kararıyla serbest ya, o duymuş, genel kültür açısından benimle paylaşmayı borç bilmiş. Listenin ilk iki maddesi malum, ama üçüncüsü nadirattandır, deyimi kullananlar bile pek neyin nesi olduğunu bilmezler sanırım. Aydınlatmak vazifemiz olsun. Farsça sözcük فرشتھ yazılır, ferişte veya feriştah, iki türlü de okunabilir. Orijinal anlamı elçi, ulak. Kökü ta Milattan önceki yüzyıllara gidiyor, Zerdüşt kutsal metinlerinde fraêşta diye geçiyor, bakınız Bartholomae sf. 975. Fra- ileri doğru hareket bildiren edat. Aêşa-, mişli geçmişi êşt, ‘koşturmak, göndermek, iletmek’. Daha önce melek’ten söz etmiştim, İbranice elçi anlamına geldiğini anlatmıştım. Bu kavram ilk evvela Tevrat’ın MÖ 500 dolaylarında Babil esareti ertesi yazılan Danyal kitabında ortaya çıktığına göre İbrani mitolojisinde özgün değildir, İran kültüründen aktarılmış olması gerek diyenler var. Yani melek sözcüğü muhtemelen feriştahın çevirisi.

Nitekim meleğin Yunancası olan ángelos da İbranice melek’in çevirisi. O da elçi ve ulak demek esasen. Meleklerin cinsel organları olmadığı konusunda Yahudi, Hıristiyan ve İslam kaynakları tam bir mutabakat içindedir; isterseniz üç dinden de otorite gösterebilirim. Maddi besinle beslenmedikleri için mantıken alt bağırsak takımlarına da ihtiyaçları olmasa gerekir. Bu durumda ‘feriştah s.mek’ eyleminin pratikte bazı zorluklarla karşılaşması kaçınılmaz görünüyor. Meğer ki mecazi anlamda kastedilmiş olsun. Bu yazıyı da yorumlayalım. – Öteki yazıyla alakası yok. Başka bir tarihte, bambaşka bir ruh haliyle yazılmış. Ötekinin üstüne gelmese kimse çok umursamayacak. – ‘S.mek’ sözü ve sondaki üç paragraf fırlamalıktır. Stand-up’çılıktır. Her Allah’ın günü gazete köşesinde yazı yazıyorsan böyle eğlencelikler de yapacaksın ki insanlar sıkılmasın, okumaya devam etsinler.

Kıvamı kaçmış mı? Olabilir, o risk her zaman var. Ama gene, bir önceki gün duyarlıklar tahriş edilmemiş olsa en kötü olasılıkla ‘cıvıtmış’ denilip geçilecek bir konu. – Kimse sözünü etmedi ama burada dini duyarlıklara esas dokunan laf bence bunlar değil, dördüncü paragraftaki ‘İbrani mitolojisi’ sözüdür. Zımnen diyor ki, ‘melek’ kavramı İbrani kültürüne özgü bir efsane motifidir. Kültürel bir figürdür. Belki İran mitolojisinden İbranilere, oradan da diğer kültürlere ve o kültürlerin kutsal sayılan kitaplarına geçmiştir. * Ortalık karışınca, dört gün sonra, 26 Eylül’de benim açımdan tartışmaya son vereceğini umduğum şu yazıyı yazdım. Büyük hata! İmana karşı akılla mücadele edilemeyeceğini bunca yılda öğrenmiş olmam gerekirdi. ELBİSELOJİ Kralın gözle göremediğin giysilerinden bahsetmek ne zevkli muhabbettir yarab! Biraz metafizikle uğraşmış, spekülatif ilimlere aşina biri bunu bilmez mi? Gözün görmez çünkü şeytan gözünü karartmıştır: önce buna inanman lazım. Bunca kıymetli hocanın, evliya ve enbiyanın ‘gördüm’ dediği giysileri görememen günahkâr nefsinin sana oynadığı bir oyundur. Nefsini inkârla işe başlarsın. Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Günde beş vakit o güzel giysileri övmeyi öğrenirsin. Kralın giysileri ipek midir keten midir? Dün giydiğini bugün de giyer mi? Kumaşı insan kumaşı mıdır yoksa manevî âlemin sırrı ile mi dokunmuştur? Bu konuları binlerce yıldan beri tartışan âlimlerin ilmine ve ustalığına hayran olursun. İnsan aklı başlangıç noktalarını so – İlk paragrafta metafiziğin ve spekülatif ilimlerin zevkinden söz ederken ciddiyim.

‘Alimlerin ilmine ve ustalığına hayran olmak’ da, iki kez bahsi geçen ‘görülmedik derunî lezzetler’ de inanarak söylediğim sözlerdir. Ben felsefe okudum. Üç ya da dört dinin teorik literatürünü biraz da olsa tanırım. Sabah akşam Said-i Nursi okuyup onun hakkında kitaplar yazan bir genç dostumla Selçuk’ta haftada bir oturup çay içmeyi severim. Mutlak soyutlama ortamında akıl yürütmenin nasıl iptila verici bir tadı olduğunu bilirim. Karınca yazısıyla yazılmış binlerce sayfalık kitaplarda kurşunu altına, ekmeği İsa’nın bedenine, Arapça bir kitabı Allahın nefesine çevirmeyi başaran adamların büyüsüne de aklımın bir yarısıyla hayranım sanırım, bakmayın alaycı konuştuğuma. – Dini inanç ve inançsızlık meselesini gayrıciddi bir dille ele aldığımdan yakınanlar bu makaleye hiç değinmediler nedense. Oysa ateizmi bunun kadar ciddi ve tutarlı bir mantıkla savunan kaç tane yazı gördünüz siz bugüne kadar? * Burada söylediklerimi aslında bundan ikibuçuk ay önce başka bir vesileyle de söylemiştim. Onu da aktarayım, belki ne dediğim daha iyi anlaşılır. 8 Temmuz 2009’da Taraf’ta çıkan yazımdan: DÜNYA VE AHİRET (…) [Dücane] Cündioğlu’nun yazılarını – temel varsayımlarını bazen paylaşmasam da – ilgiyle ve takdirle okurum. Fikirdaşlık bence o kadar da mühim değil: şu memlekette zekâyla ve yürekle yazan kaç kişi var ki ‘onun fikri bana uymaz’ deyip harcama lüksümüz olsun? Kiminin ilahi hakikat dediği şeye ben ‘mitoloji’ derim belki. O da o kadar mühim değidir. Köşeye sıkıştırıp soran olsa ‘mitolojik düşünce tarzı derin insanî hakikatleri ifade etmenin bir yöntemidir’ deyip kaçıveririm, ne olacak? Bu dünyanın ufkunun ötesinde duran Varlık veya varlıklar bana inandırıcı gelmiyor; kendimi bildim bileli de gelmedi. Dünyâ ne demek biliyorsunuz değil mi? Arapça edna’nın kıyas halidir, iki şeyden daha beride olanı demektir. Yani ‘bu taraf’, öteki değil beriki, çizginin bu yanı.

Etiket isterseniz söyleyeyim, ben Dünyacıyım. Öte taraf dursun, BU tarafı biraz olsun anlasam kendimi mutlu sayacağım. ‘Bütün haşmetiyle ve bütün zavallığıyla insan’ demiş Cündioğlu. İşte o insan ilgimi çekiyor. Kendine bir kutsal yaratmak için verdiği binlerce yıllık mücadele bilhassa ilgimi çekiyor. O mücadelenin hikâyesini gaipten gelen sesler (ufuk ötesinden müdahaleler) farzetmeden anlamak ve anlatmak mümkün müdür? Hem mümkündür, hem daha ilginçtir ve daha dürüsttür sanıyorum. ‘Bütün haşmeti ve zavallılığıyla insan’ı anlamaya daha yatkın bir yoldur. Ufkun ötesini bilen olduğunu sanmıyorum. O konuda söylenecek her söz sonuçta abesle iştigaldir. Haddini aşmaktır. O âlemin BU taraf üzerindeki gölgesini izlemek bana yeterince ilginç geliyor. Son paragraf yeterince nettir sanırım. ‘Allah şöyledir, böyledir, şunu ister, bunu istemez’ diye ahkâm kesen HERKESİN boş konuştuğunu düşünüyorum. Çünkü ‘Nereden biliyorsun?’ sorusunun tatmin edici bir cevabı yoktur. ‘Apollon iyi yay kullanır ve Ares Afrodite’nin kocasıdır, bilirim çünkü atalarımız böyle söylüyor’ diyen Eski Yunanlı ile ‘bilirim çünkü 1400 yıl önce yazılmış bir kitap öyle diyor’ diyen Müslüman arasında bilgi kaynağının sıhhati açısından ben bir fark göremiyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir