Jonathan Safran Foer – Hayvan Yemek

Küçükken hafta sonlarını çoğunlukla büyükannemin evinde geçirirdim. Cuma akşamı kapıdan girdiğim sırada beni kucaklayıp havaya kaldırır, boğarcasına sarılırdı. Ve pazar günü öğleden sonra çıkarken tekrar havaya kaldırılırdım. Tartılmakta olduğumu, aradan yıllar geçtikten sonra fark ettim. Büyükannem savaştan sağ çıkmıştı; yalınayak, başkalarının artıklarından (çürük patatesler, atık et ve deri parçaları, kemiklerin, çekirdeklerin kenarlarındaki lokmalar ile) beslenerek. Bu yüzden, kuponları kesim yerlerine dikkat ederek kestiğim sürece, çizgilerin dışını boyamama aldırmazdı. Otellerin açık büfelerinde bizler kahvaltılıklarla Altın Buzağılar [1] dikerken, o öğlen yemeği için sandviç üstüne sandviç hazırlayıp peçetelere sarar, bunları çantasına zulalardı. Tek bir çay poşeti ile kaç kişi içecekse hepsine yetecek kadar çay demlenebileceğini ve elmanın her yerinin yenebileceğini büyükannemden öğrendim. Büyükannemin derdi para değildi. (Kestiğim kuponların pek çoğu, asla satın almayacağı yiyecekler içindi.) Derdi sağlık değildi. (Kola içmem için yalvarırdı.) Büyükannem, aile yemeklerinde asla sofraya oturmazdı. Yapacak iş kalmadığı zamanlarda, doldurulacak bir çorba kâsesi, karıştırılacak bir tencere ya da kontrol edilecek bir fırın kalmadığında bile, kulesinde tetikte duran bir gardiyan (ya da mahkûm) gibi mutfakta beklerdi. Anladığım kadarıyla, yaptığı yemeklerle beslenmesi için yemesi gerekmiyordu.


Avrupa’nın ormanlarında, yiyecek bulabildiği zamanlarda, karşısına çıkacak bir sonraki fırsata değin hayatta kalmak için yemişti. Elli yıl sonra Amerika’da bizler, canımız ne çekiyorsa onu yiyorduk. Mutfak dolaplarımız anlık heveslerle satın alınmış yiyecekler, pahalı gurme ürünler ve ihtiyacımız olmayan gıdalar ile doluydu. Üstelik son kullanım tarihleri geçtiğinde onları koklamadan atıverirdik. Kayıtsızca yiyorduk. Bu hayatı bizler için olası kılan büyükannemdi. Ama o, çaresizliğini bir türlü üstünden atamamıştı. Küçükken, kardeşlerim ve ben büyükannemizin gelmiş geçmiş aşçıların en iyisi olduğu kanısındaydık. Bunu bu şekilde ifade ederdik; yemek masaya geldiğinde, ilk lokmayı yediğimizde ve yemeğin bitiminde kelimesi kelimesine şöyle derdik: “Sen gelmiş geçmiş aşçıların en iyisisin.” Gelmiş Geçmiş Aşçıların En İyisi’nin (havuçlu tavuktan) farklı yemekler de pişirebilmesi gerektiğini ve En İyi Yemekler’in çoğu için ikiden fazla malzeme lazım olduğunu bilecek kadar aklı başında çocuklardık üstelik. Koyu renk gıdalar doğal olarak açık renk gıdalardan daha sağlıklıdır ya da vitaminlerin çoğu kabukta veya deridedir dediğinde neden hiç soru sormadık? (Hafta sonu ziyaretlerimde yediğim sandviçler, çavdar ekmeği somunlarının uçlarından yapılırdı.) Bizden büyük hayvanların çok faydalı olduğunu, bizden küçük hayvanların faydalı olduğunu, balığın (ki hayvan değildir) faydalı olduğunu; sonra tonbalığının (ki balık değildir), sonra sebze, meyve, kek, kurabiye ve gazozun faydalı olduğunu söylerdi. Yiyeceklerin hiçbiri zararlı değildi. Yağ sağlıklıydı – yağın her çeşidi, her zaman, miktarı ne olursa olsun. Şeker çok sağlıklıydı.

Bir çocuk ne kadar kiloluysa o kadar sağlıklıydı – hele de erkekse. Öğle yemeği bir değil üç öğündü ve saat 11:00, 12:30 ve 3:00’te yenmeliydi. Hep kurt gibi acıkmış olman gerekirdi. Aslında, büyükannemin havuçlu tavuğu, yediğim en lezzetli şeydi. Pişirilme şeklinden, hatta tadından dolayı değil ama. Büyükannemin yemekleri lezizdi çünkü leziz olduklarına inanmıştık. Büyükannemizin yemeklerine olan inancımız Tanrı’ya inancımızdan daha güçlü, daha ateşliydi. Mutfaktaki hünerine dair anlatılanlar ailemizin belli başlı öykülerindendi; tıpkı hiç tanımadığım büyükbabamın kurnazlığı ya da anne ve babamın ettiği yegâne kavga hakkında anlatılanlar gibi. Sıkı sıkıya sarılmıştık bunlara; kendimizi tanımlamak için öykülere ihtiyaç duyuyorduk. Neyin ne olduğunu ve aklımızı nasıl kullanmamız gerektiğini gayet iyi biliyorduk biz ve aile büyüğümüzün yemeklerine bayılıyorduk. Evvel zaman içinde bir adam yaşarmış ve hayatı öyle iyi, öyle güzelmiş ki hakkında anlatılacak bir öykü bile yokmuş. Büyükannem hakkındaysa, şimdiye kadar tanıdığım herkesten daha fazla öykü anlatılabilirdi – başka bir âlemde geçen çocukluğu, hayata kıl payı tutunuşu, her şeyini yitirişi, göç etmesi ve daha fazlasını yitirmesi, asimilasyonunun zaferi ve dramı… Günün birinde kendi çocuklarıma anlatmaya çalışacak olsam da bunlardan neredeyse hiç bahsetmezdik. Ona hitap etmemiz gereken şekilde hitap etmez, Gelmiş Geçmiş Aşçıların En İyisi diye seslenmekle yetinirdik. Diğer öyküleri anlatılamayacak denli ağırdı belki. Belki hayata tutunuşuyla değil hayata kattıklarıyla bilinmek istediğinden, kendi öyküsünü kendi seçmişti.

Belki de hayata kattığı şeylerin içinde saklıydı hayata tutunuşunun öyküsü: Yemekle ilişkisi, hakkında anlatılabilecek tüm diğer öyküleri kapsıyordu. Yemek, onun için yemek değildi. Dehşet duygusuydu; saygınlık, merhamet, öç, neşe, aşağılama, inanç, geçmişti ve elbette ki, sevgiydi. Bize sunduğu meyveler, soyağacımızın tahrip edilmiş dallarından toplanıp da getirilmişti sanki.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir