John R. Searle – Zihin Dil ve Toplum

Çeşitli konular üzerinde bir kitap yazan herkes, neticede bu çeşitli konuların birbiriyle nasıl alakalı olduklarını açıklayan bir kitap yazmak için bir dürtü hissetmelidir. Bütün bunlar arasında nasıl bir bağlantı kuruluyor? Elinizdeki kitap, işte bu türden bir kitaptır. Burada ben, en azından özet olarak zihin, dil ve topluma dair bir kısım görüşlerimi, bunların birbiriyle nasıl ilişkili olduğunu ve bizim baştanbaşa çağdaş evren anlayışımızla nasıl uyuştuğunu açıklamaya çalıştım. Aslında kitabın ait başlığını da başlangıçta ‘Birbirleriyle Olan Bağlantıları’ olarak düşünmüştüm. 1984’te benim BBC {1} için verdiğim, yine aynı şekilde geniş bir açıdan ele alınan Minds, Brains and Science, adıyla yayımlanan Reith konferanslarımın gördüğü hüsnükabulle böyle bir projeyi üstlenmeye kısmen cesaret buldum. Her iki kitap da geniş bir problem sahasını, sahanın uzmanı olmayanlar için anlaşılabilir bir tarzda fakat entelektüel derinliği feda etmeden açıklamaya çalışmaktadır. Daha önceki kitap, zihin ve beyin düzleminde duruyordu. Bu ise, tabiri caizse genel olarak zihinden dil ve toplumsal gerçeklik basamaklarına tırmanmaya çalışıyor. Her iki kitap da felsefedeki yaygın çağdaş bir trendi açıklıyor. Çok sayıda filozof için artık zihin felsefesi ilk felsefedir. Dil, bilgi, ahlak, toplum, hür irade, rasyonalite ve diğer pek çok konular hakkındaki sorunlara en iyi yaklaşım tarzı, zihinsel görüngüleri kavrayıcı tarzdır. Benim elimde bunlar, en azından hem düalizmi hem de maddeciliği reddeden bir zihin analizi yoluyla ele alındı. Baştan zihin, dil ve toplum baklanda bir kitap yazmaya koyuldum; sonuçta bitip ortaya çıkan şeyin orantısız bir şeklide büyük bir kısmının ‘zihin’ üzerine olduğunu gördüm. İleri sürülen argümanın entelektüel temeli ortaya konduğunda bu vurgu şaşırtıcı gelmemelidir. Daha önceki yazılarımı burada çekinmeden ödünçledim.


Bu eserleri okumuş arkadaşlarım, bu kitaptaki bazı fikirlerde haklı görülebilir bir deja vu anlamı hissedebilirler. Bu konuda ancak şunu söyleyebilirim: Bunun nasıl böyle olduğunu anlatmak için size daha önce söylemiş olduğum şeylerin bazısını yine söylemek zorunda kalırım! Bu eserin hazırlanmasında birkaç kişinin yardımı oldu. Özellikle araştırma asistanım Jennifer Hudin’e ve herkesten daha çok da bana hep olduğu gibi tüm aşamalarda yardımcı olan eşim Dagmar Searle’e teşekkür etmek istiyorum ve bu kitabı ona adıyorum. On yedinci yüzyılın bilimsel devrimlerinden başlayıp yirminci yüzyılın ilk onlu yıllarına kadar olan dönemde, eğitimli bir insanın, evrenin nasıl işlediği konusunda önemli şeyleri kendisinin bilebileceğine ve anlayabileceğine inanması mümkün olmuştu. Kopernik Devrimi’inden itibaren, Newton mekaniği, elektromanyetizm teorisi ve Darvin’in evrim teorisiyle evren bir tür anlam kazanmış, bir nevi anlaşılabilirliğe sahip olmuş, sabit olarak artan bilgi ve anlamadaki gelişimle evren her zamankinden daha fazla erişilebilir hale gelmişti. Üstelik eğitimli insanların, bilimsel bilginin kendi dini inançlarıyla tamamen tutarlı olduğunu, harta onun tamamlayıcısı olduğunu hissetmeleri bile imkân dâhilindeydi. Bu inanç, bir yanda zihinsel ya da manevî, diğer yanda fiziksel ya da maddî olmak üzere iki metafizik alan arasında bir ayrım yapmayı gerektirdi. Din manevî alanı, bilimse maddî alanı sahiplendi. Zihin ve beden alanları arasında yapılan bu ayrım birbirlerini etkilemeyecek bir biçimde doğrulanabilir gibi görünüyordu; gerçekten de bu ayrımın uzun bir tarihi vardı ve en ünlü formülasyonuna da on yedinci yüzyılın bilimsel devriminde çok büyük bir pay sahibi olan Rene Descartes’ın eserinde ulaşmıştı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarına ait iki büyük ‘tahripkâr’ devrimci olan Sigmund Freud ve Kari Marx bile, Kartezyen düalizmi reddettikleri halde, kendi eserlerini, on yedinci yüzyıldan bu yana kavramla gelmiş haliyle bilimin gelişmesinin bir parçası olarak düşünüyorlardı. Freud bir zihin bilimi yaratmakta olduğunu, Marx da bir tarih ve toplum bilimi yaratmakta olduğunu düşünüyordu. Kısaca ifade etmek gerekirse, Batı medeniyetinde, evrenin hem tamamıyla akledilir olduğu hem de bizim evrenin mahiyetini sistematik bir biçimde anlamaya muktedir olduğumuz şeklinde bir yaklaşımın kabul gördüğü uzun bir dönem söz konusu olmuştu. İfadesini Avrupa Aydınlaması’ndaki bir dizi klâsik tabirde bulduğu için, ben bu iki kabule Aydınlanma vizyonu adını vermeyi öneriyorum, Bu iyimser vizyon, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, özellikle Bismark Almanya’sında ve Viktorya dönemi İngiltere’sinde doruk noktasına ulaştı. Bu görüşü en beliğ bir biçimde ifade eden iki kişiden biri Alman matematikçisi ve filozofu Gottlob Frege, diğeri ise İngiliz mantıkçısı ve filozofu Bertraııd Russell’dı. Yirminci yüzyılın ilk dönemlerinden başlayarak, hem eşyanın doğası hakkındaki hem de bizim bu doğayı kavrama gücümüz hakkındaki bu geleneksel iyimserliği tehdit edip altını oyan, gerek entelektüel gerekse başka türlü bir dizi olay meydana geldi.

Tahminime göre, on dokuzuncu yüzyılın bu entelektüel iyimserliğine vurulan en büyük ve tek psikolojik darbe hiç de entelektüel bir gelişim değil, aksine I. Dünya Savaşı’nın doğurduğu yıkımdı. Ancak Aydınlanma vizyonuna tehdit teşkil eden ve salt entelektüel olan bir dizi meydan okuma da söz konusuydu. Gerek gerçek dünyanın akledilirliği gerekse bizim dünyayı kavrama kabiliyetimiz farklı cephelerden taarruza uğramış gibi görünüyordu. İlk olarak; görelilik kuramı bizim zaman ve mekân, madde ve enerji hakkındaki en temel kabullerimize tehdit oluşturmuştu. Örneğin ışık hızına yakın hızla bir yıldıza seyahat edip on yıl sonra geri döndüğümüzde, biz on yıl yaşlanmışken, Einstein’a göre, dünyadaki her şeyin yüzyıl yaşlandığı bir evreni nasıl anlayacağız? İkincisi teorik paradokslar dizisinin keşfedilmesi, rasyonalitenin en muhkem kalesinin yani matematiğin rasyonelliğine meydan okuyor gibiydi. Eğer matematiğin temelleri çelişki içeriyorsa, güvenilir görünen hiçbir şey yoktu. Russell’ın paradoksuyla karşılaşan Frege’nin de bizzat dediği gibi, ‘Çelişkiyi keşfetmeniz beni her türlü ifadenin ötesinde şaşkınlığa uğrattı, nerdeyse diyebilirim ki yıldırım çarpmışa döndürdü; çünkü üzerine aritmetiği inşa etmeye niyetlendiğim zemini sarstı.’ Sanki ‘sadece benim aritmetiğimin temellerini değil, aritmetiğin bizatihi kendisinin yegâne mümkün temellerinin de altını oyuyor.’ {2} Üçüncüsü; Freud’cu psikoloji, gelişmiş bir rasyonaliteye bir geçit olarak değil, rasyonalitenin imkânsızlığının bir delili olarak ele alındı. Freud’a göre, rasyonel bilinç irrasyonel bilinçdışı okyanusunda bir adaydı sadece. Dördüncüsü: Kurt Godel’in eksiklik kanıtı matematiğe indirilen bir başka darbeye benziyordu. Matematiksel sistemlerde doğru olduklarını görülebildiğimiz, fakat doğru oldukları bu sistemler içinde ispatlanamayan doğru yargılar vardı. Godel’den önce, matematikte ‘doğru’nun gerçek anlamı ‘matematiksel olarak ispadanabilirlik’i belirtiyor gibiydi. Beşincisi ve en kötüsü; belli yorumlarında, kuantum mekaniğinin, fizik evrenin kesinliği ve bağımsız mevcudiyetine dair geleneksel kavramlarımız ile hiç de bağdaşabilir gibi görünmeyişiydi.

Kuantum mekaniği, hem fiziksel gerçekliğin en temel düzeyde belirsiz olduğunu, hem de bilinçli gözlemcinin, gözlem faaliyeti esnasında, gözlemlediği gerçekliği kısmen oluşturmakta olduğunu gösteriyor gibiydi. Altıncısı; yirminci yüzyılın sonlarında, bilimin bizatihi kendisinin rasyonelliği, Thomas Kuhn ve Paul Feyerabend gibi yazarlar tarafından saldırıya maruz kalmıştı. Onlar bilimin kendisinin keyfilik ve irrasyonellikle malûl olduğunu iddia ediyorlardı. Kuhn’un, büyük çapta bir bilimsel devrimin aynı gerçekliğin tamamen yeni bir betimlemesini teşkil etmediği, bu çapta bir bilimsel devrimin farklı bir ‘gerçeklik’ yarattığı şeklinde bir görüş ortaya koyduğu kabul edilmekteydi. ‘Bir devrimin ardından’ diyordu Kuhn, ‘bilim adamları farklı bir dünyada çalışırlar.’ {3} Yirminci yüzyılın en etkileyici filozofu olan Ludwig Wittgenstein da, pek çok kişi tarafından, bizim söylemimizin karşılıklı olarak bir diğerine aktarılması ve birbiriyle kıyas edilmesi mümkün olmayan bir dil oyunları dizisi olduğunu göstermiş olarak kabul ediliyordu. Biz, içinde rasyonalitenin evrensel standartlarını barındıran ve her şeyin herkes için akledilebilir olduğu büyük bir dil oyununa değil, her biri kendi iç aklediiirlik standardına sahip bir dizi küçük dil oyununa iştirak ederiz.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir