Bu tez Sylvia Plath’ın şairliğini intiharıyla birlikte ele alır, yani tarihsel açıdan intiharı bağlamında analiz eder. Birinci bölümde Sylvia Plath’ın Gizdökümcü Tarz’daki yerini değerlendirebilmek üzere bu akımı tanımlamaya çalışacağım. Bu türün kökenlerine bakıp bazı örnekler sunmak, Plath’ın yararlandığı kaynaklarla kendi eserleri arasındaki ortaklıkları Ye farklılıkları belirlemek açısından uygun olacak. İkinci bölümde, psişik etkilerin sanatsal yaratılar üstündeki etkilerini açıklığa kavuşturmak amacıyla, intiharla sanatsal yaratı arasındaki karşılıklı ilişki ele alınacak. Sanat tarihinden ve intihar vakalarından örnekler verilecek ve bölüm, Plath’ın kendi şiirlerini ve ölümünü hazırlama koşullarının irdelenmesiyle son bulacak. Üçüncü bölümde, kadın şairlerin şiirlerinin ortak yönleriyle ilgileneceğim. Kadınların şiirlerinde kullanmayı yeğledikleri ve durumlarına bakış açılarını yansıtan bazı ortak temalar üstüne yorumlarda bulunacağım. Plath’ın bu niteliklerin getirdiği özgürlüklerle kısıtlamaları şiirlerine nasıl yansıttığını sorgulayacağım. Dördüncü bölüm, Plath’ın düzyazılarıyla şiirleri arasındaki farklılıklarda odaklanacak. Plath’ın nesir ve şiir kariyerleri arasındaki farkı meydana getiren faktörleri betimleyerek dizelerinden ve düzyazı kurgularından örnekler verecek, benzerlikleri ve zıtlıkları özellikle vurgulayacağım. Tezin son bölümü, Sylvia Plath’ın bazı şiirlerinin önceki bölümlerin çıkarımları ışığında kronolojik bir analizinden oluşacak. Üslup, teknik ve değer irdelemelerinde bulunmak yerine, Plath’ı “şiirlerini” kurmaya zorlayan zihninin alışkanlıkları ve yapısına dair örneklerle sorgulama yapılacak. Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam. Gizdökümcü türün tanımlayıcı özelliği, kendini aklama peşinde olan şairin yeraltına inmesidir. Aslında bu genel nitelik, insanların bilincindeki sebebi belirsiz korkuları irdeleyen tüm sanat eserleri için geçerlidir aynı zamanda. Her şeyden önce gizdökümcü türün kökenlerine baktığımızda; Emerson, Hawthrone, Melville gibi transandantalistlerle (ki onlar Avrupa kültüründen faydalanmışlardı) Poe gibi grotesk bir figürü saymazsak; 50’li ve 60’lı yıllardaki bu Amerikan kuşağının öncüllerinin Fransız sembolistleriyle sürrealistleri olduklarını görürüz. Baudelaire, Rimbaud, Verlaine, Mallarmé gibi büyük şairler, bu asi evlatlar; rüya, illüzyon, fantezi ve hayal gücü dünyasını yaratarak, zaman zaman budalalığa yaklaşan bir şekilde bilinçaltını açmaya çalışmışlardır. Bu başlangıç sonradan, tüm toplumlarla kurumların mantıklı ve yüce fikirli insanları, sundukları şeyleri reddetmeye zorladıkları mantığıyla her türlü deliliğe onay veren sürrealizme dönüşmüştür. 20. yüzyılın karmaşık akımlarına dair bu verilerin ışığında Â. Alvarez, M. L. Rosenthal, K. Malkoff gibi bazı eleştirmenler; Lowell, Roethke, Plath ve Sexton gibi isimlerin şiirlerini gizdökümcü tür bağlamında yazdıklarını öne sürmüşlerdir. Gelişmeler sonucunda kendi potansiyellerini eski geleneklerle birleştiren bu şairler sadece deliliği dünyevileştirmekle kalmamış, aynı zamanda romantik havasını da azaltmışlardır. Ama bu türün örneklerinde gördüğümüz gibi, hezeyandaki kendini yok etme kavramı hem dinsel hem de romantiktir ve gizdökümcü şairlerde açıkça bir başlangıç noktasına dönüşür. Bahsedilen tüm şairlerin geleneksel olarak kişilik denen şeye isyan etmeleri ve tepkilerini yok edilmiş bir benliğin çifte olarak, hem kendi benliklerinin hem de başkalarının benliklerinin yorumlanışıyla birleştirmeleri dikkat çekicidir. İnsanoğlunun tarih boyunca nesneleştirilme süreci, yüzyılımızın ortalarında doruğa ulaşmıştır. İki dünya savaşı, faşizm deneyimleri, toplama kampları, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan Amerikan atom bombaları bize Resnais’in “Hiroşima Sevgilim” filmini anımsatır. Bu filmde bir kadınla bir erkek kişisel, belirgin, özel varlıklar değil, bir işkence ve katliam çağının acılı hayaletleridirler. İnsan doğasının, atalarından gelen faşist yönlerinden kaynaklanan tüm yaşanmış ve yaşanabilecek ıstırapları, devlet ve savaş stratejileriyle Özetlenmiştir. Nesnel gerçekliğin, şairi kendi benliğini, varoluş tarihinin tuhaf aynasında kendini tekrar tekrar görmek dışında hiçbir şeyi anımsayamayacak ölçüde unutmaya zorlayacak kadar ağırlığı vardır. Lowell, Plath, Ginsberg, Roethke, Berryman ve Sexton; kişinin evrensel ıstıraplarda kendini unutmasını ve bu unutuş taralından hem parçalanan, hem de bütünleşen yeni bir benlik edinmesini gerektiren bu gerçekliğin bilincindeydiler. Paul Tillich’in, Feodal Çag’ın “Kendini Bil” düsturunun 20. yüzyıldaki yorumu şöyledir: “Kendini tasdik etme cesareti, kişinin kendi şeytani derinliğini tasdik etme cesaretini içermelidir.”(1) Yukarıda bahsedilen şairlerin hepsi de kendi şeytani derinliklerinin varlığını belirtmiş; böylece feodal etik ile tarihsel gerçeklerin sergilediği birikimlerden kaynaklanan bir farkındalık arasındaki farkı kanıtlamışlardır. özellikle S. Plath, bunu kendini öldürecek kadar uç bir noktada doğrulayarak, sonuçta cinayet işleyebileceğini göstermiştir. Ama bu sergileyiş sayesinde, aynı zamanda kişisellikten en uzak deneyimleri de yaşayabilmiştir. “Babacığım” adlı şiirinde kendisinin “…bir Yahudi gibi / Dachau’ya, Auschwitz’e, Belsen’e götürülen bir Yahudi gibi” götürüldüğünü düşünürken ya da “40 Derece Ateş”te şehvetini “Zinacıların bedenlerini yağlayarak / Hiroşima külleri ve yemek gibi” şeklinde tasvir ederken, aslında kendini tanınmışlıkla özdeşleştiren, tüm dünyaya yayılmış dehşeti yok etme ve neşeyi geri getirme arzusunu haykıran, geri kazanılmış bir değerdir bir bakıma. Türün diğer temsilcileri gibi Plath’ın da suçluluk ve kendine acıma duygularına dair kaygıları şiirlerinde de, düzyazılarında da belirgindir. “Leydi Lazarus” adlı şiirinde, psikolojik zayıflık sergileyen anlatıcıda odaklanması tamamen gizdökümcülük olarak değerlendirilir. Plath kendini, uygarlığın Nazizm’e meyilli niteliklerini taşıyan sadist bir dinleyici kitlesine sahip becerikli ve intihara meyilli bir yaratıcı olarak görür. Şiirin sonunda, toplumla benliğin çifte yok oluşunun yansıması olan derin bir nefret duygusu geliştirerek sert erotik imgeler oluşturduktan sonra, kendine yeniden doğuş vaat eder. Bu yeniden doğuş sayesinde, “erkekleri” yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.
Nilgün Marmara – Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi
PDF Kitap İndir |