Robert Levine – Zamanın Coğrafyası

Her kültürün kendine ait bir dizi benzersiz zamansal parmak izi mevcuttur. Bir halkı tanımak onun içinde yaşadığı zamansal değerleri bilmektir. Jeremy Rifkin, Time Wars aman kendimi bildim bileli ilgimi çekmiştir. Çoğu genç Amerikalı gibi bana da ilk önce zamanın sadece saatle (saniyeler ve dakikalarla, saatler, günler, aylar ve yıllarla) ölçülebildiği öğretilmişti. Ama etrafımdaki büyüklere bakınca, sayıların asla aynı biçimde iki kez toplanamadığını anladım. Merak ettiğim şuydu; neden bazı yetişkinler gündüz saatlerinde sürekli iki ayakları bir pabuca girmiş görünürken, diğerleri dünya kadar vakitleri varmış gibi davranıyorlardı? Bu ikinci gruptaki insanların -şu mesai vaktinin ortasında sinemaya gidenlerin ya da altı aylık ücretli izinlerinde ailesini Güney Pasifik’e götürenlerin- zaman milyonerleri olduklarını düşünüyor ve ben de onlardan biri olmaya can atıyordum. Meslek yaşantımı planlarken akranlarımın bir işten ne kadar kazanacaklarına dair değişmez kaygısını göz ardı ediyor ve onun yerine işin sunduğu yaşam tarzının zamansallığına odaklanıyordum. Kendi hızımı ayarlayabilmem ne ölçüde mümkün olabilirdi? Kendi zamanım üzerinde ne kadar söz sahibi olabilirdim? Gün içinde bisiklete binebilir miydim mesela? Thoreau, şu gözlemini aktarırken bana sesleniyordu sanki: “Günün niteliğine etki edebilmek sanatların en yücesidir.” Bana aradığım zamansal devinim imkânını sunan bir meslek (üniversitede öğretim üyeliği) seçtim. Büyük bir şans eseri, beni çocukluğumdan beri büyüleyen zaman kavramının izini sürmeme olanak sağlayan bir uzmanlık dalı -sosyal psikoloji- ile karşılaştım. Bilimsel yolculuğumun başlangıcını, meslek hayatımın başındaki bir tecrübeye dayandırıyorum. O zamana dek araştırmalarım sosyal psikolojide çok gözde olan bir başlığa odaklanıyordu; atıf kuramı. Deneylerimi daha ziyade, erkeklerle kadınların başarı ve başarısızlığı açıklamaktaki farkları insanları başarılarını dış etkenlere bağlamaya iten koşullar ve özgüvenin kişinin atıf tarzına etkisi gibi teknik sorularla sınırlı tutuyordum. Durumu anlıyorsunuzdur: Bunlar seçtiğim akademik alan için önemli konulardı, ancak araştırmalarımdan bahsederken arkadaşlarımın bakışlarının nasıl donuklaştığını da görmeden edemiyordum. Bu tür teknik sorulara olan ilgim 1976 yazında aniden sona erdi.


Brezilya’da, Rio de Janeiro’nun karşı kıyısında yer alan körfezde, orta büyüklükteki Niteroi şehrindeki Federal Üniversite’de konuk psikoloji hocası olarak göreve yeni başlamıştım. Oraya varır varmaz, bu yabancı çevrenin hangi özellikleri dolayısıyla benden epey büyük değişimler talep edeceğini ilk elden görerek tedirgin oldum. Geçmişteki seyahat deneyimlerim sayesinde dil, mahremiyet ve temizlik standartları gibi konularda zorlukların beni beklediğini öngörebiliyordum. Ancak bunların Brezilyalıların zaman ve dakiklik konularındaki fikirlerinin bende yarattığı sıkıntıların yanında çocuk oyuncağı gibi kalacağı ortaya çıktı. Brezilyalıların amanhã 1 (a manana kavramının Portekizce versiyonu) tavrına dair stereotipten oraya gitmeden önce de haberdardım elbette. Bu stereotip, bugünün işinin -eğer mümkünse- mutlaka yarına bırakılacağını söylerdi. Yavaşlamam ve bir işin tamamlanması yönündeki beklentilerimi azaltmam gerektiğinin farkındaydım. Ancak Brooklyn’den geliyordum ve orada insana ya acele etmesi ya da yoldan çekilmesi gerektiği daha çocuk yaşta öğretilirdi. Yıllar önce Kaliforniya’da, Fresno şehrinin yabancı kültüründe hayatta kalmayı öğrenebilmiştim; keyfine düşkün Los Angeleslıların bile yavaşlamayı öğrenmesi gereken bir şehirdi bu. Brezilya’daki yaşamın hızına ayak uydurmanın da biraz ince ayardan fazlasını gerektirmeyeceğini düşünmüştüm. Ancak bunun yerine, düşmanıma bile dilemeyeceğim boyutta bir kültür şokuyla karşılaştım. Brezilya’ya gittikten kısa bir süre sonra derslerim başladı. Öğretim döneminin ilk günü için evden çıkarken yoldan geçen birine saati sordum. Saat 09.05 idi, yani 10.

00’daki dersime yetişmek için bolca vaktim vardı. Aradan aşağı yukarı yarım saat geçtiğini düşünürken gözüm önünden geçtiğim bir saate ilişti. Saat 10.20 idi! Panik içinde kendi öğrencilerim olduğunu sonradan anladığım telaşsız öğrencilerin arasından “Alô, Professor” ve “Tudo bem, professor?” 2 sesleri eşliğinde hızla geçerek sınıfa koştum. Nefes nefese oraya vardığımda boş bir derslikle karşılaştım. Yoldan geçen birine saati sormak üzere sınıftan çıktığımda çıldırmış gibiydim. “Ona çeyrek var” dedi biri. Hayır, bu imkânsızdı. Başka birine daha sordum. “Ona beş var.” Bir diğeri gözlerini kısarak saatine baktı ve gururla “Tam dokuz kırk üç” dedi. Yakın bir odada ise saat 03.15 olarak görünüyordu. İlk iki dersimi almıştım: Brezilya’da saatler sürekli yanlıştı ve bunu benden başkası umursamıyordu. Dersim saat ondan öğleye kadardı.

Birçok öğrenci geç kaldı. Çoğu 10.30’dan sonra ortaya çıktı. Birkaçı on bire doğru çıkageldi, iki tanesi ise daha da sonra. Geç kalanların hepsinin yüzünde, sonradan benim de hoşuma gitmeye başlayan o rahat gülümseme vardı. Hepsi beni selamladı ve içlerinden birkaçı kısaca özür dilese de hiçbiri geç kalmalarından dolayı endişeli görünmüyordu. Anladığımı varsayıyorlardı. Zaten iki saatlik olan derse rahatça bir saatten fazla gecikebilmelerini izlemek kesinlikle yeni bir kişisel deneyim olsa da, Brezilyalıların geç kalmaları çok da sürpriz sayılmazdı. Asıl sürpriz ise o gün öğlen dersi bitirirken geldi. Kaliforniya’dayken dersin ne zaman sona erdiğini öğrenmek için saate bakmaya asla ihtiyaç duymazdım. Kitap sayfalarının gelişi güzel çevrilmesine “Acıktım/Susadım/Tuvalete gitmeliyim/Bizi bir saniye daha tutarsanız boğulacağım” gibi gergin çıkışlar eşlik ederdi. (Anladığım kadarıyla bu sıkıntının katlanılmaz hale gelmesi, lisans öğrencileri için 1 saatin dolmasına iki dakika kala, yüksek lisans öğrencileri için ise 5 dakika kala oluyordu.) Ama Brezilya’daki ilk dersimde öğle vakti geldiğinde, sadece birkaç öğrenci sınıfı hemen terk etti. Diğerleri sonraki on beş dakika içinde yavaş yavaş çıktı ve bazıları bundan sonra bile bana sorular sormayı sürdürdü. 12.

30’da, en sona kalan birkaç kişinin daha da kalmaya niyetli olduğu anlaşıldığında, susuzluk/açlık/tuvalet/boğulma bahanelerine başlama sırası bendeydi. (Dürüstçe söylemek gerekirse, onların sınıfta kalmasını muhteşem öğretim tarzıma bağlayamıyordum. İki saat boyunca yarım yamalak Portekizcemle istatistik üzerine ders vermekten başka bir şey yapmamıştım. Beni affedin, meus pobres estudantes. 3) Öğrencilerimin davranışlarını anlama umuduyla, ertesi sabah saat 11:00’de yeni chefe’im ya da bölüm başkanımdan bir randevu aldım. Ofise zamanında gittim, ama ne bölüm başkanı oradaydı ne de sekreteri. Bekleme odasındaki dergileri okumak için ışıkları bile ben açmak zorunda kaldım: Time dergisinin bir yıl önceki bir sayısıyla Sports Illustrated’in üç yıl önceki bir sayısı. Saat 11.30’da sekreter geldi, alô dedi. Bana cafézinho isteyip istemediğimi sordu (yarım kaşık koyu kahve ve yarım kaşık şekerden oluşan bu geleneksel Brezilya içeceği insanı öylesine uyarır ki, en iyi anlatımla, hareket etmek dert olmaktan çıkar) ve çıktı. Saat 11.45’te yeni chefe’im geldi, o da bana cafézinho teklif etti ve gitti. On dakika sonra geri döndü, masasına oturup e-postalarını okumaya başladı. Nihayet saat 12.20’de beni odasına çağırdı, beklettiği için şöyle bir özür diledikten sonra birkaç dakika daha sohbet edip geç kaldığı bir başka randevuya yetişmek için “acele etmesi” gerektiğini söyleyerek kendisini mazur görmemi istedi.

Sonradan bunun yalan olmadığını öğrendim. Aynı saate birden çok randevu vermek ve hepsine geç kalmak âdetiydi. Anlaşılan randevuları pek seviyordu. Günün ilerleyen saatlerinde sınıfımdan birkaç öğrenciyle planlanmış bir görüşmem vardı. “Odama” vardığımda ikisi zaten oradaydı ve kendi evlerindeymiş gibi davranıyorlardı. Birkaç dakika geç kalmamdan rahatsız olmuşa benzemiyorlardı, aslında başlamak için aceleleri de yok gibiydi. İçlerinden biri ayaklarını masamın üzerinde uzatmış Sports Illustrated dergisini (sadece üç ay öncesine ait olduğunu fark etmiştim) okuyordu. Randevunun önceden kararlaştırılmış bitişinden yaklaşık on beş dakika sonra ayaklandım ve beni bekleyen başka randevularım olduğunu söyledim. Öğrenciler kılını kıpırdatmadı ve nazikçe “Kiminle?” diye sordular. İki arkadaşlarının adını vermem üzerine, içlerinden biri heyecanla ikisini de tanıdığını belirtti. Kapıya koşup bekleme odasından aldığı bir tanesine –diğeri henüz gelmemiştiofisime kadar eşlik etti. Sonra aralarında sohbet etmeye ve Sports Illustrated’i karıştırmaya başladılar. Diğer öğrenci randevunun planlanan bitişinden beş dakika önce ayaklarını sürüye sürüye geldiğinde kimin geç kimin erken geldiğine dair anlayışımı kaybetmek üzereydim, sonradan farkına varacağım üzere almam gereken esas ders de buydu. O an içinse henüz sadece aklım karışmıştı. O günkü son randevum kiralamak istediğim bir dairenin sahibiyleydi.

Bu defa gardımı almıştım ve oraya varır varmaz adamın sekreterine ne kadar beklemem gerekeceğini sordum. Patronunun geç kalacağını söyledi. “Ne kadar geç?” diye sordum. “Yarım saat kadar, mais ou menos” diye yanıtladı. Bir cafézinho ister miydim? Reddettim ve yirmi dakika içinde geri döneceğimi söyledim. Döndükten sonra sekreter gecikmenin biraz daha fazla süreceğini söyledi. Tekrar dışarı çıktım. On dakika sonra geri döndüğümde patronunun beni beklemekten yorulduğunu ve bugün artık gelmeyeceğini söyledi. “Sayın Ev Sahibi”ne iletilmek üzere öfkeli bir not karalıyordum ki sekreter patronuna beni beklemeden gitmekten başka seçenek bırakmadığımı açıklayıverdi: “Anlamıyor musunuz, ev sahibi olan o, siz değilsiniz. Siz kibirli bir adamsınız Dr. Levine.” Bu, bir Brezilyalıyı bekleme oyununda köşeye sıkıştırmak için ilk ve son girişimim oldu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir