Christy Brown – Sol Ayağım

5 Haziran 1932’de Rotunda Hastanesi’nde doğdum. Benden önce dokuz, benden sonra ise on iki tane çocuk vardı, yani ben ortanca grubuna giriyordum. Toplam yirmi iki tane çocuğun on yedisi yaşadı, dördü bebekken öldü, hayatta olan on üçü hâlâ ailenin devamını ellerinde tutuyorlar. Bana anlatıldığına göre, benimki zor bir doğum olmuş. Annem de ben de neredeyse oluyormuşuz. Bütün yakınlar hastanenin dışında sıralanmış, sabahın erken saatlerine kadar iyi haberler gelmesi için dua ederek beklemişler. Doğumun ardından annem, birkaç haftalığına kendisini toparlasın diye eve gönderilmiş ve ben o süre boyunca annemsiz hastanede tutulmuşum. Annem yeterince iyileşip beni vaftiz ettirmek için kiliseye götürünceye kadar, orada isimsiz olarak kalmışım. Benle ilgili bazı sorunlar olduğunu ilk fark eden annemmiş. O zaman dört aylık kadarmışım. Beni ne zaman beslemeye çalışsa, kafamın kendiliğinden arkaya doğru düştüğünü fark etmiş. Eliyle boynumun arkasına destek yaparak düzeltmeye çalışıyor; fakat kafam elini çektiği anda düşüyormuş. Bu ilk uyarı işaretiymiş. Yaşım ilerledikçe diğer kusurların da farkına varmış. Ellerimi neredeyse her zaman sıkılı ve arkaya doğru bükük olduğunu görmüş.


Ağzım biberonun meme ucunu kavrayamıyormuş çünkü çenem o yaşta bile sımsıkı birbirine kilitlendiğinden, ağzımı açmak imkânsızlaşıyormuş veya çenem aniden gevşeyip sarkarak, bütün ağzım bir tarafa çekiliyormuş. Altı aylıkken etrafımda bir yastık dağı olmaksızın oturamıyormuşum; on iki aylıkken durum aynıymış. Bundan dolayı çok endişelenen annem endişelerini babama anlatmış ve hiç gecikmeksizin sağlık konusunda danışmak için karar almışlar. Beni hastanelere ve kliniklere götürmeye bağladıklarında bir yaşının üzerindeymişim, benimle ilgili kesinlikle bir sorun -adını koyamadıkları veya anlayamadıkları; ama oldukça gerçek ve rahatsız edici bir şeyler- olduğu konusunda ikna olmuşlardı. Beni gören ve inceleyen doktorların neredeyse hepsi, beni çok ilginç ama ümitsiz bir vaka olarak değerlendirmişler. Birçoğu anneme kibarca benim zihinsel engelli olduğumu ve bu şekilde kalacağımı söylemişler. Önceden beş sağlıklı çocuk yetiştirmiş genç bir anne için bu ağır bir darbe olmuş. Doktorlar kendilerinden o kadar eminlermiş ki; annemin benimle ilgili duyduğu inanç onlara neredeyse bir münasebetsizlik gibi görünüyordu. Onu, benim için hiçbir şey yapılamayacağına inandırmışlardı. O, bu gerçeği reddetmişti, tedavi olamayacağım, kurtarılamayacağım, hatta umutsuz olduğum gerçeğini. Doktorların ona söylediği gibi bir embesil olduğuma inanmıyor ve inanamıyordu. Annemin, vücudum sakat olsa da zekâmda bir sorun olmadığına dair inancını destekleyecek bir kanıt parçası bile kalmamıştı bu dünyada. Bütün doktorların ve uzmanların söylediklerine rağmen, kabullenememişti. Nedenini bildiğine inanmıyorum. En ufak bir şüphe kırıntısı hissetmeksizin, sadece biliyordu.

Doktorların benden ümidi kesmesini veya başka bir deyişle benim bir insan olduğumu unutmasını, hatta benim sadece beslenecek, yıkanacak ve tekrar bir kenara bırakılacak bir şey olduğumu söylemenin dışında hiçbir şekilde yardım etmediklerini gören annem, o noktada meselelerle kendi ilgilenmeye karar vermiş. Ben, onun çocuğu ve bu ailenin bir parçasıydım. Her ne kadar bedenen arızalı olsam ve anlama zorluğu çeksem de, bana diğerlerine davrandığı gibi davranmaya, misafirler varken asla söz edilmeyen arka odadaki “tuhaf şey” olarak kalmamama karar vermişti. Bu gelecek yaşamımla ilgili çok önemli bir karadı. Annemin, yapacağım tüm savaşlarda her zaman yanımda olacağı, yenileceğimi hissettiği zamanlarda ise bana güç vereceği anlamına geliyordu. Ama bu onun için pek kolay değildi, çünkü akrabalarım ve arkadaşlarım aksine bir karar almıştı. Onlar, kibarca ve cana yakın davranılmamı ama ciddiye alınmamam gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Bu bir hata olacaktı. “Kendi iyiliğin için,” dediler ona; “diğerlerine bakacağın gibi bu çocuğa bakma, sonunda sadece senin kalbin kırılır.” Benim için ne büyük bir şans ki, annem ve babam onların çoğuna karşı koydular. Bunun yanında annem sadece benim geri zekâlı olmadığımı söylemekle yetinmiyordu, bunu kanıtlamak da istiyordu. Bu, duyduğu şiddetli sorumluluk duygusundan değil; sevgisinden kaynaklanıyordu. Bu kadar başarılı olması da bu yüzdendir. Bu durumdayken “zor olan”ın yanı sıra ilgilenmesi gereken beş çocuğu daha vardı; ki ev henüz tam manasıyla dolu bile sayılmazdı. Erkek kardeşlerim Jim, Tony ve Paddy ile iki kız kardeşim, Lily ve Mona, hepsi çok küçüktü ve aralarında sadece birer ikişer yaş farkı vardı; öyle ki merdivenin basamaklarını andırıyorlardı.

Dört yıl su gibi, geçmiş, beş yaşıma basmış olmama rağmen, hâlâ yeni doğmuş bir bebek gibi yardıma muhtaçtım. Babam bizi geçindirmek için tuğla duvar örmeye gittiğinde annem, diğer çocuklarıyla benim aramda, zihnime kadar sarkarak kaim bir perde oluşturan duvarı; ağır ağır, büyük bir sabırla tuğla tuğla sökmeye çalışıyordu. Bütün bu çabalarına rağmen karşılık olarak benden sadece belirsiz bir gülümseme ya da anlamsız bir ses alabildiği için, çok cesaret kırıcı bir işti bu. Konuşamıyor, hatta mırıldanamıyor, tek bir adım dahi atabilmek bir yana, destek olmaksızın kendi başıma oturamıyordum bile. Tembel veya hareketsiz değildim. Uyku haricinde beni hiç terk etmeyen vahşi, sert, yılan gibi kıvrak bir hareketle sarmalanmış bir durumdaydım. Parmaklarım bükülü, kollarım arkaya sarkık sürekli iki yana sallanarak sık sık kasılıyor, başım ise sağa sola veya geriye kayıp duruyordu. Yani ben tuhaf, yamuk, küçük biriydim. Annem bir gün bana, benimle üst katta saatlerce oturup, önceki Noel’de Noel Baba’dan aldığım uzun, büyük bir hikâye kitabındaki resimleri gösterip, içindeki değişik hayvanların ve çiçeklerin isimlerini söyleyerek onları tekrarlamam için nasıl başarısızca çabaladığını anlattı. Benimle uzun uzun konuşup gülüşerek saatlerini geçirmiş, sonra da bana doğru eğilip kulağıma yavaşça fısıldamış: “Hoşlandın mı, Chris? Ayıları, maymunları ve tüm bu güzel çiçekleri sevdin mi? İyi bir çocuk gibi, evet diyorsan başını salla.” Oysa ben anladığıma dair ona küçücük bir işaret bile veremedim. Yüzünde umutla bana doğru eğilmişti. Aniden tuhaf elim uzandı ve boynundan kalın bir demet halinde sarkan koyu buklelerden bir tutamını kontrolsüzce, istemsizce kavradı. Sıkılı parmaklarımı kibarca açmasına rağmen parmaklarımın arasında hâlâ birkaç koyu renk saç teli kalmıştı. Sonra meraklı bakışlarıma sırt çevirip ağlayarak odayı terk etti.

Kapı arkasından kapandı. Tamamen umutsuz gibi görünüyordu. Akrabalarımın, benim bir geri zekâlı olduğum ve bunun asla tedavi edilemeyeceği konusundaki düşünceleri ispatlanıyor gibiydi. Şimdi bir kurumdan bahseder olmuşlardı. Bu, ona teklif edildiğinde; “Asla!” diye bağırmış annem sertçe; “Oğlumun bir geri zekâlı olmadığını biliyorum. Sorunlu olan vücudu, beyni değil. Bundan eminim.” Emin? Hâlâ Tanrı’ya, bu inancına bir kanıt vermesi için, içten içe dua ediyordu. Asıl olan şeyin inanmak olduğunu biliyordu ama bunu kanıtlamak başka bir şeydi. Beş yaşına gelmiştim ama hâlâ herhangi bir zekâ belirtisi göstermemişim. Özellikle sol ayağımdaki parmaklarım hariç hiçbir şeye belirgin ilgi göstermemişim. Doğal ihtiyaçlarımı kendi kendime karşılayamadığım için bu hususta bana babam yardımcı oluyordu. Genellikle mutfakta sırt üstü yatardım. Güneşli, sıcak günlerde bahçede çarpık kas ve dolaşmış sinir yığını olarak, beni seven, benim için umut besleyen ve böylece beni kendi sıcaklıklarının ve insanlıklarının bir parçası haline getiren ailemle çevrilmiş buluyordum. Yalnızdım, kendi dünyama hapsolmuştum, diğerleriyle iletişim kuramıyordum, beni diğerlerinin hayat alanı ile eylemlerinin dışında tutan ve benimle onların varoluşu arasındaki bağlantıyı kesen cam bir duvar vardı.

Diğerleriyle koşmak ve oynamak için can atıyordum; ama esaretimi kırıp kendimi kurtaramıyordum. Sonra aniden, oldu! Bir anda her şey değişmişti, gelecek yaşamım belli bir şekil almıştı, annemin bana olan inancı karşılığını almıştı ve onun gizli korkusu alenen bir başarıya dönüşmüştü. Onca yıllık bekleyişin ve belirsizliğin ardından o kadar hızlı olmuştu ki, yaşadığım her sahneyi sanki geçen hafta olmuş gibi hatırlıyorum. Gri ve soğuk bir Aralık gününün öğleden sonrasıydı. Dışarıda karlı sokaklar parıldıyordu; ışıl ışıl kar tanecikleri pencere camına yapışıp eriyordu ve ağaçların büyük dallarında erimiş gümüş gibi asılı duruyordu. Rüzgâr kasvetle inliyordu ve her yeni ani rüzgârda yükselip düşen küçük kar kümeciklerini oluşturuyordu. Her şey bir yana, boğuk ve karanlık gökyüzü koyu bir tente ve griliğin engin sonsuzluğu gibi gerilmişti. İçeride, bütün aile, büyük gölgelerin duvarda ve tavanda dans etmesini sağlayan, sıcak bir aydınlık veren büyük mutfak ateşinin etrafında, küçük odaya toplanmıştı. Bir köşede, önlerinde birkaç yırtık okul kitabıyla Mona ve Peddy, birbirine sokulmuş oturuyorlardı. Yontulmuş, eski kara tahtanın üzerine bir parça açık sarı tebeşirle küçük toplama işlemleri yapıyorlardı. Bense onlara yakındım, duvara dayanmış birkaç yastığa yaslanıp izliyordum. Beni çok fazla cezbeden şey tebeşirdi. İnce, uzun ve parlak sarı bir çubuktu. Bundan önce öyle bir şey görmemiştim. Kara tahtanın siyah yüzeyinde o kadar belirginleşiyordu ki ondan altın bir çubukmuşçasına etkilenmiştim.

Aniden kız kardeşimin yaptığı şeyi yapmak için çok büyük bir istek duymuştum. Sonra- ne yaptığımı tam olarak düşünmeksizin ve bilmeksizin- sol ayağımla kız kardeşimin eline uzanıp tebeşiri ondan aldım. Bunu yapmak için neden sol ayağımı kullandığımı bilmiyorum. Bu birçok insan için olduğu gibi benim için de şaşırtıcı, çünkü küçük yaşlarımda ayak parmaklarıma garip bir ilgi göstersem de bundan önce herhangi bir şekilde ayaklarımdan birini kullanmak için girişimde bulunmamıştım. Onlar benim için ellerim kadar kullanışsız olabilirlerdi. O gün her nasılsa sol ayağım, görünüşte kendi iradesiyle, kız kardeşimin eline uzanıp kaba bir biçimde ondan tebeşiri almıştı. Ayak parmaklarım arasında tebeşiri sıkıca tuttum ve bir dürtüyle hareket edip kara tahtanın üzerine sert bir karalama yaptım. Sonra durdum, biraz şaşkın ve hayretle ayak parmaklarım arasındaki sarı tebeşir parçasına daha sonra ne yapacağımı bilmeden, onun oraya nasıl geldiğini anlamaksızın, bakakaldım. Sonra kendime geldim ve herkesin konuşmayı kestiğini ve bana sessizce baktığını gördüm. Kimse kımıldamıyordu. Siyah bukleleri küçük tombul yüzünü çevreleyen Mona kocaman gözleri ve açık ağzıyla bana bakıyordu. Yanan ateşin karşısında yüzü alevlerle aydınlanmış olarak babam oturuyordu, öne doğru eğilmiş elleri dizleri üzerinde açık ve omuzları gergindi. Alnımdan sızan teri hissetim. Annem kilerden elinde dumanı çıkan çaydanlıkla geldi. Masa ve ateşin ortasında odada oluşan gerilimi hissederek durdu.

Bakışları takip etti ve beni gördü, köşedeydim. Gözleri yüzümden, ayak parmaklarım arasında sıkışmış tebeşirli ayağıma kadar süzüldü. Çaydanlığı bıraktı. Daha önce birçok kez yaptığı gibi yanıma geldi ve çömeldi: “Sana bununla ne yapılacağını göstereceğim Chris,” dedi, çok yavaşça. Garip ve ani bir şekilde yüzü sanki bir çeşit heyecanla kızarmıştı. Mona’dan başka bir parça tebeşir aldı, duraksadı, sonra gayet isteklice önümdeki yere “A” harfini çizdi. Yüzüme ısrarla bakarak “Aynısını yap,” dedi. “Aynısını yaz Chris.” Yapamadım. Etrafıma baktım, bana dönen gergin, heyecanlı, o anda donmuş, sabit, sabırsız, bir mucize gerçekleşmesini bekleyen yüzler gördüm. Sessizlik derindi. Oda gözlerimin önünde dans eden alevler ve gölgelerle doluydu, gergin sinirlerimi bir çeşit uyur uyanıklıkla sakinleştirmişti. Kilerdeki musluktan damlayan suyun sesini, ocak tarafındaki saatin tıkırtısını ve yanan kütüklerin çıtırtısını duyabiliyordum. Tekrar denedim. Ayağımı attım, ani ve sert bir denemeyle oldukça eğri bir çizgiden başka bir şey yapamadığım.

Annem kara tahtayı benim için sabit tutuyordu. “Tekrar dene Chris,” diye fısıldadı kulağıma, “tekrar”. Yaptım. Vücudumu kastım ve sol ayağımı üçüncü kez attım. Harfin bir tarafını çizdim. Diğer tarafının yarısını da çizdim. Sonra tebeşir kırılmış ve şaşkına dönmüş bir halde kalakalmıştım. Onu atmak ve vazgeçmek istedim. Derken annemin elini omzumda hissettim. Bir kez daha denedim. Ayağım öne gitti. Titredim, terledim ve bütün kaslarımı gerdim. Ellerim o kadar sıkı kenetlenmişti ki, tırnaklarım etime geçmişti. Dişlerimi o kadar sıkmıştım ki neredeyse alt dudağımı deliyordum. Odadaki her şey, etrafımdaki suratlar beyaza dönene kadar büzüştü.

Yine de yazmıştım “A” harfi önümde yerdeydi. Titrek, uyumsuz ve bozuk köşeleri ve hiç düzgün olmayan bir orta çizgisi vardı. Ama “A” harfiydi o. Kafamı kaldırdım. Bir an için annemin yüzünü gördüm, yanaklarına gözyaşı düşmüştü. Sonra babam eğildi ve beni omzuna aldı. Başarmıştım! Zihnime, kendini ifade etme şansını veren şey başlamıştı. Doğruydu, dudaklarımla konuşamıyordum, ama şimdi söylenenlerden daha kalıcı bir şeylerle konuşacaktım, yazılı kelimelerle. Ayak parmaklarım arasında sıkışmış bir parça kırık sarı tebeşirle yere çizdiğim o tek harf yeni bir dünya için yolumdu, zihinsel özgürlüğümün anahtarı. Çarpık bir ağzın arkasında “ifade edebilmek” için can atan gergin ve telaşlı ben için bir rahatlama kaynağı olmuştu. II A-N-N-E Annem bana ayağımla A harfini çizmeyi öğretmesinin ardından bütün alfabeyi hemen hemen aynı yolla öğretmeye başladı. Kendisine mucizevî şekilde sunulan fırsatları değerlendirmeye ve benim konuşarak olmasa da, yazılı kelimelerle iletişini kurmama yardım etmeye karar vermişti. Onun bu işe başlamasına dair hatırladıklarım oldukça net. Ev işleriyle çok meşgul olmadığı her gün beni öndeki yatak odasına götürür ve bir harfi sonra diğerini öğretmek için saatlerini harcardı. Bir parça tebeşirle her harfi zemine yazardı.

Daha sonra bir silgiyle onları siler ve bana hafızamdan, ayak parmaklarım arasındaki tebeşirle tekrar yazdırırdı. Bu her ikimiz için de zor bir işti. Bir kelimeyi doğru yazıp yazmadığımı gelip görmesi için inlediğim zaman genellikle kilerde akşam yemeğini hazırlıyor olurdu. Eğer yanlış yaptıysam elleri unlu diz üstü çöker ve bana doğrusunu nasıl yapacağımı gösterirdi. Hatırlıyorum da yazmayı öğrendiğim ilk şey adımın ve soyadımın baş harfleriydi: “C. B.” Fakat çoğunlukla karıştırır, “B”yi “C’den önce koyardım. Ne zaman birileri bana adımı sorsa bir parça tebeşir alır ve zafer edasıyla “C B” yazardım. Daha sonraları sadece iki baş harf yerine adımın tamamını yazmayı öğrendim. Bunu yapabildiğim zaman kendimle çok gurur duymuştum. Kendimi oldukça önemli hissetmiştim. Altı yaşındayken sadece kendi adımı yazmaktan sıkılmıştım. Başka bir şey yapmak istedim, daha büyük bir şey. Ama yapamıyordum, çünkü okuyamıyordum. Okuyabilmenin ne demek olduğunu bile bilmiyordum.

Tek bildiğim Jim bunu yapabiliyordu, Tony bunu yapabiliyordu, Mona ve Peter bunu yapabiliyordu. Galiba kıskanıyordum. Yavaşça ve çok sıkıntılı bir şekilde yirmi altı harfin hepsini annemle okuyup bitirdim ve sırayla her birine hâkim oldum. Yanımda oturup bana ders verdiği zamanlarda dikkatlice dinlemem ve izlemem anneme büyük cesaret verdi. Dikkatim nadiren dağılırdı. Bir kış akşamı büyük ateşin önünde büyük at kılı sandalyede oturduğumuzu hatırlıyorum. Bebek ocak taşının diğer tarafında beşiğinde uyumuştu. Babam tuğlacıların toplantısındayken, kız ve erkek kardeşlerim sokaklarda oynuyordu, biz ikimiz loş mutfakta yalnız kalmıştık. Annem Peter’in okul kitabını elinde tutmuş, kötü kalpli üvey anneleri tarafından kuğulara dönüştürülen Lir’in fakir çocukları ve Diarmud, Graine’den dokunduğu her şeyi altına çeviren kralla ilgili küçük hikâyeler okuyordu. Gölgeler odayı karartana ve küçük Eamonn uykusunda kımıldayıp ağlayana kadar okumaya devam etti. Sonra ayağa kalktı ve ışıkları açtı. Büyü bozuldu ve sihir yok olmuştu. Alfabeyi bilmek savaşı kazanmanın yarısıydı, çünkü yakında harfleri bir araya getirip küçük kelimeler oluşturabilecektim. Bir zaman sonra kelimeleri nasıl bir araya getirip cümleler oluşturacağımı anlamaya başladım. Alışıyordum.

Ama kulağa geldiği kadar kolay ya da basit değildi. Annemin şimdiden benim dışımda ilgilenecek yedi çocuğu daha vardı. Neyse ki kız kardeşim Lily ya da diğerlerinin ona taktığı isimle Titch ile aralarında gerçek bir yardımlaşma vardı. En büyüğümüz, Lily çemberin küçük annesi, esmer bukleleri ve parıldayan gözleriyle küçük ve sıska bir çocuktu. Bazen çok tatlı olabilirdi, küçük bir melekti. Ama kızdırıldığında hiçte melek gibi sayılmazdı. Annemin zor durumunu, herhangi bir yetişkin kadından daha çabuk anlamış ve yanıt vermişti. O, diğerlerine bakmakla meşgul oluyor; böylelikle annem bana daha fazla zaman ayırabiliyordu. Yemekleri yapıyor küçükleri yıkıyor ve giydiriyor, büyüklerin ise her sabah okula hazırlanmadan kulaklarının arkasını yıkayıp yıkamadıklarından emin oluyordu. Arkamızdaki çok istekli bir gölge gibi bizi takip ediyordu, çünkü Jim veya Tony genelde mutfağa çekingen bir şekilde girip Lily’nin azimli ev hanımlığı hakkında kulak kabartıp ifade verirlerdi. Hâlâ anlaşılır şekilde konuşamıyordum ama şimdiden ailedekilerin az çok anlayabileceği bir çeşit homurtulu lisanım olmuştu. Zorlandığımda ve onlar ne demek istediğimi anlamadığında zemini işaret ediyor ve sol ayağımla kelimeleri yazıyordum. Yazmak istediğim kelimelerin harflerini yazamadığımda öfkeye kapılıyordum ve bu benim daha anlamsız homurdanmama neden oluyordu. Yedi yaşımdayken çok fazla konuşamama rağmen, şimdi tek başıma doğrulabiliyor ve kemiklerimi kırmadan ya da annemin porselenlerini parçalamadan kalçamın üzerinde emekleyerek yer değiştirebiliyordum. Ne ayakkabı ne de ayağıma giyecek başka herhangi bir şey kullanıyordum.

Annem çıplak ayakla çok ihmal edilmiş göründüğümü söyleyerek, küçük yaştan itibaren beni ayağıma bir şeyler’ giymeye alıştırmayı denedi. Ama ne zaman ayağıma bir şey geçirse çabucak tekrar atıyordum. Ayağımın kapanmasından nefret ediyordum. Annem ayağıma çorap ya da ayakkabı geçirdiğinde, normal bir insan elleri arkasına bağlandığında nasıl hissediyorsa öyle hissediyordum. Zaman geçtikçe sol ayağıma daha fazla bağlanmaya başladım. O, aileme kendimi anlatmamda temel iletişimimin aracımdı. Yavaş yavaş benim için vazgeçilmez oldu. Bununla birlikte evdekilerle aramdaki engellerin bazılarım kırmayı öğrendim. O, içinde bulunduğum hapishane kapısının tek anahtarıydı. Zemine bir şeyler yazacağımda tıpkı annem öğretirken yaptığım, gibi yere tükürüp, topuğumla sürterek silip sonra hafızamdan tekrar yazma alışkanlığım olmuştu. Altı buçuk yaşlarındayken bir gün futbol oynarken bileğini burkan kardeşimi ziyarete bir mahalle doktoru geldi. Aşağıya indikten sonra doktor beni parmak aramdaki tebeşirle yazı yazarken gördü. Çok şaşırmıştı. Anneme benim hakkımda sorular sormaya başladı; benim bütün söylenenleri anladığımı göstermem konusunda çok istekliydi. Annem beni masanın üstüne oturttu ve doktoru, onun için bir şeyler yazmamı rica etmesi için davet etti.

Bir an düşündü, sonra çantasından büyük kayıt defterini çıkardı, bana büyük kırmızı bir kalem verdi ve deftere adımı yazmamı istedi. Kalemi ayak parmaklarını arasına aldım, defteri kendime çektim, kendimi hazırladım ve yavaşça büyük harflerle adımı yazdım. “Harika!” diye başladı. “Çok şaşırdım, Bayan Brown. Bu gerçekten…” Birden-durdu, annem kafa karışıklığıyla utandı, çünkü biraz tereddütten sonra neden kalemle yazılanların tebeşirle yazılanlar kadar kolay silinmediğini anlayamadan deftere tükürdüm ve tüm gayretimle silmeye çalıştım. Doktor bir gülümsemeyle birlikte annemin özürlerini pek önemsemeden, başımı hafifçe okşadı ve harika bir çocuk olduğumu söyledi. Daha sonra beni ara sıra ziyaret etti ve uzun yıllar gelişimimi merakla takip etti. Bu arada aile giderek çoğalıyordu. Merdivenlerin basamakları giderek daha yükseğe çıkıyordu. Ben de büyüyordum. Vücudum şekilleniyor ve giderek büyüyordu, aklım da öyle. Annem çoktan alfabe aşamasını geçtiğimi ve neredeyse onun öğretmenlik güçlerinin ötesinde olduğumu düşünüyordu. Annem bana bir şeyler okurken oturup dinlemek beni artık tatmin etmiyordu. Peter ve Mona gibi kendi kendime okuyamadığım için rahatsızdım. Ayrıca onların yaptığını benim de yapabildiğimi göstermek konusunda hevesliydim.

Dolma kalem kullanmaya hiç alışmamama rağmen şimdi tebeşir yerine kurşun kalem kullanmaya başladım. Bir keresinde birkaç komşumuz umutla beklerken babamın en iyi dolma kalemini kullanarak adımı yazmayı denemiştim. Ama annemin utancına karşılık her yazmaya çalıştığımda kağıda yapışmaktan başka bir işe yaramayacağını görünce iğrenerek kalemi fırlatmıştım. Annem, diğerleri gibi okula gitmemin imkânsız olduğunu biliyordu ancak bana bu yolda nasıl en iyi şekilde yardımcı olabileceği konusunda endişeliydi. Çünkü akli durumumun normal olduğundan emin olmasına rağmen cahil olmaktan kaynaklanan zihinsel kayıpların fiziksel kayıplarıma ekleneceğinden çok korkuyordu. Bu korku neredeyse devamlı içindeydi ve ona işkence ediyordu. Bunun sebebi sakat olduğu kadar cahil olan bu çocuğa sahip olmanın utancı değildi. O sadece yaşım ilerlediği zaman bu durumun getireceği dezavantajları düşünüyordu. Okula gidemememin neden olduğu eksiklikleri gidermek için elinden gelen her şeyi yaparak, beni her koşulda kardeşlerimle eşit hale getirmek istiyordu. Bunu her gün yapacak zamanı ya da şansı yoktu; işsizlik, hastalık ve başka birçok sıkıntının içinde bizi taşımak için debelenirken, zaten işi başından aşkın oluyordu. Böyle zamanlarda gülmek zor gelirdi buna rağmen her nasıl olursa olsun gülmeyi daima becerirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

122 Yorum

Yorum Ekle
  1. Bende hoca istediği için okuyom hocalar çok saçma kitaplar istiyo ama bu kitap güzel

  2. gerizekalı kitp okumayanları hiç anlamıyorum oysa ben bu dünyadan sıkıldığım için kitap okuyorum
    tamam mı

  3. Ya deliricemmm kitap çok güzel ama 2 syf varrr 😭

    1. hayır aslında bayağı sayfa var sende bir sıkıntı var bence

  4. Niye 2 sayfa?????

  5. Güzel kitap ama iki sayfa herâlde

  6. Kitap çok güzel beğendim okurken göz yaşlarımı tutamadım mükemmel :,-)

  7. Çok güzel bir kitap yarışma var ve çok duygulandırdı beni kesinlikle kitap çok iyi🌟🌟🌟🌟🌟

  8. Ahmet hoca komik konuşmaları şoke etti ikimiz için de geçerlidir bir şekilde ve aklımdan geçenleri anlattı başkan ve yöneticileri tarafından silinmiş dosyaları ile ilgili sonuçlar burada bulabilirsin ve Ayn soruyorum bu kadar basit mi yoksa esnek bir yapıya sahiptir yerken kendinden emin bir daha hiç bir şekilde

  9. 184 sayfa Karapınar da Elfida kitap evinde buldum 22 lira Tahsin Görgül Ortaokulunda TüRkÇe öğretmenimiz SİBEL GÜLLER ALDIRDI!
    Beyensin fakat sıkıc yerleri fazlasıyla var
    Filmini izleyebilirsiniz ve Ayn yazarın
    HER GÜN HÜZÜN adlı bir kitabı bulunmaktadır.
    Yabancı dilden çevirildiği için anlamakta zorluk çekebiliyorum.

    ☕☕

  10. Beni çok etkiledi. Beni duyqusallaşdırdı. Okumanızı önüririm.
    👏

  11. Kiyabì sadece bu sitede ilk buldum ve kitapp aharika

  12. 🙁 🙁 🙁 🙁 🙁

  13. Arkadaşlar kitabı burdaki linkten okuyacağım sınav için tamamı vardır değil mi linkte?

  14. Le le le le le le le le körebe olsun , körebe olsun , hey le le le le le le le le , körebe olsuuuuuun , körebe

    (kitap bnce (b**) gibi sayfayı lele yazarak doldurun)

    1. Lütfen burası kitap yorum yeri yorum yapmayacaksan çekil git , ayrıca beğenmesen bile topluluk kurallarına uymak zorundasın

      kendinden utan be

      1. KATILIYORUM CNM

    2. Neden ? 🤷💁

  15. Merhabalar kitap gerçekten çok güzel, burada sadece 2 sayfası verilmiş , siz almayı düşünüyorsanız orijinalini alın , ben kitabın orijinalinden yorum yapacağım

    Kitap çok güzel ve duygusal *eğer kitap okumayı seviyorsa +9 … olur , ama normalde 10+ bir kitap ,

    Kitabın kısa bir özeti yukarıda yazıyor ,

    Kitap her türde kitap okuyan bireyler için uygun

    Umarım okursunuz

    saygılar