Jean-Paul Sartre – Sözcükler

Alsace’da, aşağı yukarı 1850’de, çocuklarıyla ne yapacağını bilemeyen bir ilkokul öğretmeni, bakkallığa razı oldu. Mesleğini bırakan bu adam, yaptığı fedakârlığa bir karşılık bulmalıydı; kendisi, kafaları yetiştirmekten vazgeçtiğine göre, oğullarından biri ruhları şekillendirmen ve ailede bir papaz olmalıydı. Charles papaz olacaktı. Ama Charles ortadan kayboldu ve bir at cambazı kızın peşine düştü. Fotoğrafı da duvarda ters çevrildi ve adının anılması yasaklandı. Sıra kimdeydi şimdi? Auguste babasının fedakârlığını hemen taklit etti: Ticarete atıldı ve başarılı oldu. Geriye, belirgin bir yatkınlığa sahip olmayan Louis kalıyordu: Baba bu sakin oğlanın yakasına yapıştı ve bir el çabukluğuyla papaz yaptı onu. Daha sonraları Louis, uysallığı, ünlü Albert Schweitzer’in bu dünyaya gelmesine neden olacak kadar ileri götürdü. Bu arada, Charles at cambazı kızı yakalayamamıştı; babasının o güzel fedakârlığının etkisinde kalmış ve hayatı boyunca yüce şeylerden tat almayı sürdürmüş ve bütün çabasını, önemsiz olaylardan büyük durumlar yaratmaya yöneltmişti. Görüleceği gibi, ailedeki eğilimden sıyrılmaya yanaşmıyordu: Daha hafifletilmiş bir ruhaniliğe, at cambazı kızlarla ilişki kurmasına elverecek bir din adamlığına vermek istiyordu kendini. Çözüm öğretmenlikteydi ve Charles, Almanca öğretmeyi seçti. Hans Sachs üzerine bir tez verdi, daha sonra kendisinin icat ettiğini söylediği dolaysız öğretim yöntemini benimsedi; Bay Simonnot ile birlikte çok beğenilen bir Deutsches Lesebuch yayınladı ve mesleğinde hızla ilerledi: Mâcon, Lyon, Paris. Paris’te ödül dağıtımında, metni ayrıca basılma şerefine ulaşan bir konuşma yaparak şöyle dedi: “Sayın Bakan, bayanlar, baylar ve sevgili çocuklarım, bugün size neden söz edeceğimi asla tahmin edemezsiniz! Müzikten söz edeceğim!” Günlük olaylara ilişkin şiirlerde kimse eline su dökemezdi. Aile toplantılarında, “Louis en dindarımız, Auguste en zenginimizdir; bense en zekimiz.” Kardeşler güler, görümceler de dudaklarını ısırırdı.


Charles Schweitzer, Mâcon’da bir Katolik dava vekilinin kızı olan Louise Guillemin ile evlendi. Balayından nefret etmişti gelin, kocası düğün yemeği bitmeden kapıp götürmüş ve bir trene atmıştı onu. Yetmiş yaşında, Louise, bir gar büfesinde önlerine getirilen pırasa salatasından hâlâ söz ederek şöyle derdi: “Pırasanın beyaz kısmının hepsini o alıyor, yeşilini bana bırakıyordu.” Alsace’da masadan hiç kalkmadan on beş gün geçirdiler; kardeşler kendi lehçelerinde pisliklerden söz eden hikâyeler anlatıyorlardı birbirlerine; papaz da kimi zaman Louise’e dönüyor ve Hıristiyan merhameti gereği bu hikâyeleri tercüme ediyordu. Louise, çok geçmeden karı-koca ilişkilerinin gerektirdiği ödevlerden kendisini kurtaracak ve ayrı bir odada yatmasını sağlayacak nedenler bulmakta gecikmedi; baş ağrılarından söz ediyordu durmadan; yataktan çıkmıyor, gürültüden, tutkudan, coşkulardan ve Schweitzerlerin adi ve tiyatrovari kaba hayatlarından nefret ediyordu. Bu dipdiri, muzip, ama soğuk kadın, dümdüz ve kötü bir şekilde düşünüyordu; çünkü kocası iyi, ama dolaşık bir biçimde düşünüyordu. Kocası yalancı ve saf olduğu için kadın her şeyden şüphe ediyordu: “Dünyanın döndüğünü söylüyorlar, nereden biliyorlar ki?” diyordu. Erdemli aktörlerin ortasında kaldığı için, erdemden de, komediden de nefret ediyordu. Kaba ruhçuların oluşturduğu bu aile içinde yolunu şaşırmış olan bu kurnaz ve gerçekçi kadın, Voltaire’den bir satır okumadan diklenerek Voltaireci oldu. Çıtı pıtı, tombul, sinik ve neşeliydi; sonunda katışıksız bir olumsuzlama haline geldi; bir kaş kaldırışla, belli belirsiz bir gülümsemeyle, en yüce davranışları bile, yalnızca kendisi için ve kimse farkına varmaksızın yerle bir ediyordu. Olumsuz gururu ve her şeyi reddeden bencilliği, varlığını yiyip bitiriyordu onun. En önde olmaya gıpta etmeyi istemeyecek kadar mağrur ve ikinci sırada kalmaktan da memnun olmayacak kadar kendini beğenmiş olduğu için kimselerle görüşmüyordu. “Kendinizi aratmayı bilin, ” derdi. Başta çok aradılar onu, sonra gittikçe daha az aradılar ve göremedikleri için de unuttular. Koltuğunu ya da yatağını hemen hiç terk etmiyordu.

Natüralist ve püriten olan (bu erdemler bileşimine, sanıldığından çok daha az rastlanır) Schweitzerler, bedeni Hıristiyanca hor görürken, bedensel işlevleri alabildiğine onaylayan kaba sözcükler kullanmayı seviyorlardı; Louise ise, gizli anlamları olan sözcüklerden hoşlanıyordu. İma dolu romanlar okurdu ve onların can alıcı olaylarından çok, üzerlerindeki saydam peçeleri takdir eder ve “Çok cüretkâr, çok iyi yazılmış bu. Kurcalamayın bu işi, ölümlüler! Bırakın!” 1 derdi tatlı bir tavırla. Bu buz gibi kadın, Adolphe Belot’nun La Fille de Feu’sünü okurken gülmekten öleceğini düşünmüştü. Evliliğinin, sonu hep kötü olaylarla biten ilk gecelerini anlatmaktan hoşlanırdı; kocası hayvanca aceleciliğiyle karısının boynunu tahta döşeğe bastırıp adeta kırardı ve kimi zaman da yeni gelin, sabah olduğunda çıplak ve deliye dönmüş halde aynalı dolabın içinde bulunurdu. Louise yarı karanlıkta yaşardı; Charles onun odasına girer, panjurları açar, bütün lambaları yakardı ve karısı elleriyle gözlerini örterek inlerdi: “Charles! Gözlerimi kamaştırıyorsun!” Ama bu direnci, mizacından kaynaklanan bir karşı koymanın sınırlarını aşmazdı. Charles korkutuyordu onu, hayli canını sıkıyordu ve bir tarafına dokunmadığı sürece de kimi zaman dostluk duymasına yol açıyordu. Kocası bağırmaya başlayınca, Louise yelkenleri suya indiriyordu. Charles, hiçbiri beklenmeden dört çocuk yaptı ondan: küçük yaşta ölen bir kız, iki oğlan ve bir kız daha. Kayıtsızlık ya da saygı yüzünden çocukların Katolik dininde yetiştirilmelerine izin verdi. Dinsel inancı olmayan Louise de Protestanlıktan tiksindiği için, onları inançlı kişiler olarak yetiştirdi. İki oğlan anneden yana çıktılar; anne de onları, çam yarması babalarından yavaşça uzaklaştırdı. Charles bunun farkına bile varmadı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Cok güzel hizmet ve kitaplar akıcı bir dille yazılmış.