Robert Graves – Ben Claudius

…Yalnız o çağda değil, daha sonraki çağlarda yaşayanların elinde de her çeşit yanlış yoruma uğramış bir öykü. Öyle ki, en önemli olaylar ya insanda şüphe uyandırıyor, ya da bir çeşit belirsizliğe bürünüyor. Bazıları öyküdeki birtakım söylentileri gerçek sayarken, başkaları da bazı gerçekleri asılsız olarak değerlendiriyor. Daha sonraki kuşaklar ise her iki yaklaşımı da abartıyor. TACITUS Ben, Tiberius Claudius Drusus Nero Germanicus Falan-filan-falan (bütün unvanlarımla şimdilik başınızı ağrıtmayacağım), bir zamanlar — çok önce de değil — dostları, akrabaları ve yakınları arasında ‘Ebleh Claudius’, ya da ‘Şu Claudius’, ya da ‘Kekeme Claudius’, ya da ‘Clau-ClauClaudius’, ya da en iyisi ‘Zavallı Claudius Amca’ olarak tanınan ben, şu anda hayatımın bu garip öyküsünü yazmaya hazırlanıyorum. Çocukluğumun ilk günlerinden başlayarak, sekiz yıl kadar önce, elli bir yaşımda, birden başımda devlet kuşunu bulduğum (ve ondan böyle ayrılamadığım) o mahut dönüşüm noktasına kadar geçen olayları yıl be yıl yazacağım. Bu kesinlikle benim ilk kitabım değil: Şöyle ki, edebiyat (özellikle delikanlılık yıllarımda Roma’da en yetkin çağdaş hocalardan öğrendiğim tarih yazıcılığı) bu dönüşüm noktasına kadar — otuz beş yılı aşkın bir süre — benim tek uğraşım ve ilgi alanımdı. Bu nedenle, okurlarım üslubumun ustalığına şaşmasınlar: Bu kitabı yazan gerçekten Claudius’un kendisidir; sıradan bir yazman, ya da önemli kişilerin (güzel yazı özün cılızlığını örter ve övgü ayıbı hafifletir umuduyla) anılarını yazdırdıkları resmi tarihçilerden biri değil. Bu çalışmada, tüm Tanrılar adına yemin ederim ki, yazman da tarihçi de benim; kendi elimle yazıyorum, hem kendimi kendime övmekle ne çıkar sağlayabilirim? Şunu da belirteyim ki, bu benim yazdığım ilk kişisel tarihçe değil. Sekiz ciltlik bir tarihçe daha yazdım, Devlet arşivi için. Salt genel istek üzerine kaleme alınmış ve pek değer vermediğim tatsız bir şeydi. Açık konuşmak gerekirse, yazıldığı dönemde (iki yıl önce) kafam başka sorunlarla dolu olduğundan, ilk dört cildin çoğunu bir Yunanlı yazmanıma dikte ettim ve yazarken, cümlelerin dengesini sağlamak ve çelişkileri ya da tekrarları önlemek dışında, hiçbir değişiklik yapmamasını söyledim. Ama itiraf edeyim ki, yapıtın ikinci yarısı birincininse bazı bölümleri, verdiğim bilgilere dayanarak, Polybius adındaki bu yazman tarafından kaleme alındı (genç bir köleyken ona ben vermiştim ünlü tarihçinin adını). Polybius üslubumu öylesine başarıyla taklit etti ki, çalışma sona erdiğinde hangimizin hangi bölümü yazdığını ayırt etmek olanaksızdı. Yineliyorum, tatsız bir kitaptı bu.


Ana tarafımdan büyük amcam olan İmparator Augustus’u, ya da onun üçüncü ve son karısı olan babaannem Livia Augusta’yı eleştirecek durumda değildim; çünkü her ikisi de resmen tanrı ilan edilmiş ve ben onların “kültelerinin rahibi görevini yüklenmiştim. Babaannemin iki değersiz halefine ilişkin epey söylenecek söz vardı, ama efendiliğe sığmaz diye bunu yapmak istemedim. Livia’yı ve Augustus’un kendisini — o ilginç ve bir an önce ağzımdan çıkartayım, iğrenç kadına uyduğu kadarıyla — temize çıkarmak ve anıları dinin koruması altında olmayan Augustus’un öteki iki karısına ilişkin gerçekleri anlatmak haksızlık olurdu. Varsın tatsız bir kitap olsun dedim; yalnızca tartışmasız olguları, örneğin, Filanca şu-kadar-yıl devlet hizmeti yapmış olan Filanca’nın kızıyla evlendi gibi olguları, evliliğin politik nedenlerine, ya da aileler arasındaki gizli pazarlıklara değinmeden aktardım. Yahut, Falanca’nın bir tabak incir yedikten sonra birden öldüğünü yazdım, ama olguların mahkeme kararıyla desteklenmediği durumlarda, zehirden, ya da bu ölümün kime yaradığından söz etmedim. Yalan söylemedim, ama — buradan yazmaya niyet ettiğim anlamda — doğruyu da söylemedim. Bugün Palatine Tepesi’ndeki Apollon Kitaplığı’nda, bazı tarihler konusunda belleğimi tazelemek için bu kitaba bakarken, kendim yazdığıma, ya da dikte ettiğime yemin edebileceğim (üslup öylesine benimdi), ama yazdığımı ya da söylediğimi anımsamadığım bölümlere rastladım. Eğer bu bölümleri Polybius yazmışsa, gerçekten olağanüstü bir taklit, ama eğer ben yazmışsam, o zaman belleğim düşmanlarımın dediğinden de beter demektir. Şu yazdıklarımı okuyunca, ilkin bundan sonra geleceklerin tek yazarı olduğum, ikincisi, bir tarihçi olarak dürüstlüğüm, son olarak da olguları anımsama gücüme ilişkin kuşkuları, değil gidermek, tam tersine davet ettiği bilincindeyim. Ama çıkartmayacağım bu satırları; içimden geldiği gibi yazıyorum ve aleyhimde o kadar çok şey var ki, olaylar geliştikçe okur hiçbir şeyi gizlemediğime daha kolay inanacak. Bu gizli bir tarihçe. Peki, kimin için yazıyorsun diye sorulabilir. Yanıtım şu: Bunu gelecek kuşaklar için yazıyorum. Kendi torunlarımı, ya da torunlarımın torunlarını demek istemiyorum; düşündüğüm çok uzak bir gelecek. Yine de umudum, beni belki yüz kuşak sonra okuyacak olan sizlerin, karşınızda bir çağdaşınızın konuştuğu duygusuna kapılmanız, tıpkı benim, yıllar önce ölmüş Herodoius ve Tukidides’in karşımda konuştuklarını sandığım gibi.

Niçin mi özellikle onca uzak bir gelecekten söz ediyorum? Açıklayayım. Bundan on sekiz yıl kadar önce, Cumae’ye (Campania’da) giderek, Gaurus Dağı’nda bir mağarada oturan Sibyl’i (kadın Kâhin) ziyaret etmiştim, Cumae’de her zaman bir Sibyl vardır; çünkü bir Sibyl öldüğünde, yetiştirdiklerinden biri onun yerine geçer, ama hepsi aynı ölçüde ünlü değildir. Kimine tüm hizmet yılları boyunca Apollon’dan tek bir kehanet bile inmez. Ötekiler kehanette bulunur bulunmasına, ama nedense Apollon’dan çok Bakus’tan esinlenmişe benzerler: Bu kutsal yerin saygınlığına gölge düşüren sarhoş zırvaları dökülür ağızlarından. Augustus’un sık sık danıştığı Deiphobe ve şu anda hâlâ sağ olan ünlü Amalthea’dan önce, yaklaşık üç yüz yıl, çok yetersiz birtakım kadın kâhinler gelip geçmiş. Mağara, Apollon ve Artemis’e adanmış şirin bir Yunan tapınağının arkasındadır (Cumae bir Yunan-Aeolian kolonisiydi). Tapınağın giriş kapısının üzerinde Daedalus tarafından yapıldığı söylenen eski bir yaldızlı friz vardır, ama saçma bir iddiadır bu, çünkü friz en çok beş yüz yıllıktır, Daedalus ise en az 1100 yıl önce yaşamıştır. Frizde Tezeus’un Öyküsü ve Girit’teki labirentte öldürdüğü minotor (yarı-insan, yarı-boğa canavar) resmedilmiştir. Sibyl’i ziyaretime izin verilmesi için, orada, Apollon ve Artemis’e bir boğayla bir koyun kurban etmem gerekti. Buz gibi bir Aralık günüydü. Mağara sarp kayalarda oyulmuş, dehşet verici bir yerdi; dimdik, kapkaranlık, yarasalarla dolu bir patikadan çıkılıyordu. Kılık değiştirerek gitmiştim, ama Sibyl beni tanıdı. Kekelememden anladı sanırım. Çocukluğumda çok fena kekelerdim; hitabet uzmanlarının öğütlerini tutarak, zamanla, önceden hazırlanarak halk önünde düzgün konuşmayı öğrendim, ama özel ve beklenmedik durumlarda, eskisi kadar olmasa bile, hâlâ arasıra dilim takılır. Cumae’de de böyle oldu.

Basamakları büyük bir sıkıntıyla, emekleyerek tırmandıktan sonra mağaranın içine girdim ve kadından çok maymunu andıran Sibyl’i tavandan sarkıtılmış bir kafesin içinde bir iskemlede oturur gördüm. Giysileri kırmızıydı ve tepeden bir yerden gelen kızıl ışıkta kımıltısız gözleri kıpkırmızı parlıyor, dişsiz ağzı sırıtıyordu. Çevremde bir ölüm kokusu vardı. Yine de, önceden hazırladığım gibi hatır sormayı becerebildim. Yanıt vermedi. Ancak bir süre sonra, bunun yüz on yaşında ölen bir önceki Sibyl Deiphobe’nin mumyalanmış cesedi olduğunu öğrendim: Farlasın diye arkası gümüş cıvayla sırlanmış cam bilyeler açık tutuyordu göz kapaklarını. Şimdiki Sibyl hep halefiyle birlikte yaşarmış. Sanırım birkaç dakika (bana bir ömür boyu gibi geldi) titreyerek ve gülümsemeye çalışarak Deiphobe’nin önünde durdum. Sonunda, yaşayan Sibyl (Amalthea adında oldukça genç bir kadın) ortaya çıktı. Kırmızı ışık söndü, Deiphobe yok oldu — sanırım Sibyl’in çömezlerinden biri tepedeki kırmızı camlı deliği örtmüştü — ve bir beyaz ışık dipteki loşlukta fildişi bir tahtta oturan Amalthea’yı aydınlattı. Güzel, geniş alınlı, deli görünüşlü bir yüzü vardı ve otururken Deiphobe kadar kıpırtısızdı. Gözleri kapalıydı ama. Dizlerim titriyordu, bir türlü denetleyemediğim bir kekelemeyle “Ey Sib.,. Sib,,.

Sib,. Sib…” diye söze başladım. Gözlerini açıp kaşlarını çattı ve beni taklit etti: “Ey Clau., Clau… Clau…” Bundan duyduğum utançla neyi soracağımı anımsayabildim. “Ey Sibyl, sana Roma’nın ve benim geleceğimi sormaya geldim.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir