Leyla Erbil – Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar

Tezer Özlü ile iki konuda birbirimize söz vermiştik. İlki evlilik kurumunu, kocaları, daha çok eşlerimizi anlatacak birer roman yazmaktı. Ben bu sözü Mektup Aşkları’yla yerine getirmeye çalıştım. Yazık ki Tezer, kendininkini yazmaya fırsat bulamadan, benimkini de göremeden hayata veda etti. İkinci sözümüz ise, mektuplarımızı yayımlamaktı. Ortak dostumuz Harald Schmidt’in de tanık olduğu, daha sonra eşi Hans Peter’e yinelediği bu isteği ise bu kitapçıkla yerine getirmiş olacağım. Hepimizin hayatında karşılaşmaktan, dostluk etmekten pişmanlık getirdiğimiz insanlar olmuştur. Hayatımızı güzelleştiren karşılıklı olarak yüreklerimizi değiştirdiğimiz insanlar da. Tezer Özlü benim yaşamımda, ne şanslıyım ki sayıları pek de az sayılamayacak derin dostluklar kurabildiğim bir kişi olarak yerini aldı. Tıpkı Sait Faik, Kemal Tahir, Ahmet Arif, Fikret Ürgüp, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Nermin Menemencioğlu, Turhan Sonuç, Sevim Burak ya da bugün hayatta olan ünlü ünsüz başka dostlar gibi. Sevim Burak’ın sonunda beni düşman gibi görmesine aldırmıyorum, zira artık dostunu düşmanından ayırt edemeyecek duruma gelmiş ya da getirilmişti. Özverinin, kardeşlik duygusunun silinip, kullanmanın, çıkar ilişkilerinin egemen olduğu bir dünyada dostlar olmadan ne yapardık bilemiyorum. Mektuplar insanın bir başka yüzünü açığa çıkararak, edebiyat dünyasına daha sıcak bir tat sunar. Tezer’in taşkın duyarlılığından kaynaklanan yergi ve övgülerindeki coşkuya da bu mektuplarla yaklaşacaksınız. Gerçi Tezer Özlü, okurlarıyla arasındaki uzaklığı, resmiyeti yok edebilmekte, adetâ yeni bir yazar ahlâkı sergilemekte eşsizdi.


Gene de onunla karşılaşma şansına erişememiş okurların, yazarın mektuplarıyla onu daha çok sevip kucaklayacaklarına, dünyalarının zenginleşeceğine, dağarcıklarının ağırlaşacağına inanıyorum. Öyle sanıyorum ki, Tezer de bunun bilincindeydi; ısrarla, “Mektuplarımızı bir gün mutlaka yayımlamalıyız Leylâ… ” derken bence biraz da yakınlaşmakta olan sonu sezmiş ve kendini değil, gene okurlarını, insanları düşünmüştü. En parlak yazın dönemine girdiği anda yitirdiğimiz Tezer Özlü’yü sevgili okurlarıyla yeniden buluşturacağıma seviniyorum. Leylâ Erbil Teşvikiye, 2 Kasım 1994 BENİM GÖZÜMLE TEZER ÖZLÜ (1942-1986) “Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim. Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor… ” (Kalanlar, Tezer Özlü) Son Aşk Çengelköy’de deniz kıyısında, caminin avlusunda o bildik yüzyıllık çınarın dibindeyiz. Ana gövde ikinci bir çınar doğurmuş, o da bütün ağaçlar gibi göğe doğru uzanacağına kendini özgürleştirmeye kalkmış, almış başını denize gitmiş. O çınarın dibindeyiz. Deniz sisten pustan sıyrılamamış göl göl pırıldıyor; bizim evlerimizin de olduğu (Tezer’le aynı semtte Arnavutköy’de oturuyoruz o sıra) karşı kıyılar seçilmiyor. Islak tahta masada çaylarımız tütüyor, çok da üşüyoruz. Sabah saat on. Tezer beni ilerde evleneceği sevgilisi, fotoğraf sanatçısı Hans Peter’le tanıştırıyor. Birbirimize çabucak ısınmamızı, birbirimizi çabucak sevmemizi istiyor. Böyledir Tezer; sevdiklerini birbirine dost kılar; cömert bir yüreği vardır, ayırıcı, kaçırıcı değil, birleştiricidir, öyle ki onun tanıştırdığı herkes birbirinin kırk yıllık dostu gibi olmuştur bugün.

Burayı seçişimizin nedeni aynı zamanda Hans Peter’e İstanbul’u sevdirmek. Sevdi de sonunda; bugün o da bir İstanbullu! “Bu adam benim ölümüm Leylâ” diye tanıştırıyor sevgilisini. “Bak bak bu benim ta kendim! Kafatasım bu; kendi ölümüm!” Hans Peter’e bakıyorum, ince, uzun bir yabancı. Bahçe yılanının sırtı gibi aynalanan ipek montunun içinden hafifçe sırıtıyor. Solgun derisi, çökük mavi gözleri, açık renk dökük saçlarının açılmasıyla yükselen beyaz alnıyla onu eskiden elektrik direklerinin üzerindeki kurukafa işaretine benzetmeye çalışıyorum? “Yalnız bunun gözleri mavi, haklısın ölüm mavi gözlüdür” diyorum, bir şeyler demiş olmak için. Tezer’de benim görmeye alışık olduğum öfori’yi, Hans Peter’in nasıl karşılayacağından kaygılanıyorum azıcık, ama onun, genç kuşak bir Avrupalı’nın dünyayı sıkı bir biçimde tanımışlığının getirdiği bir olgunlukla, şefkatle ve hayranlıkla Tezer’i dinlediğini görünce rahatlıyorum. Adamın elini alıp kendininkiyle yan yana koyuyor Tezer, “Bak bak”, diyor, “cildimizin rengi, damarlarımızın kabarıklığına, yeşiline bak, nasıl birbirinin eşi, şu dolaşımın haritasına bak, ölümüm bu benim!” Hans Peter’in kolunu montuyla birlikte dirseğe doğru sıvıyor, gösterdiği dokuların arasındaki damarların akışına bakıyorum, gerçekten de Tezer’inkiyle eş. Dayanamayıp kendiminkine de bakıyorum, benimki onlarınkinden değil! Hans Peter, o tuhaf renkli montunun kollarını indiriyor. Bu montun öyküsü de ünlü. İlk kez Berlin’de bir barda, uzaktan bu tuhaf yeşil renkle adetâ büyüleniyor Tezer, kalkıp bara gidiyor ve tanışıyorlar. Hans Peter, Kanada’dan o sıra tatile gelmiş. Tanıştıklarının yirminci gününde Kanada’ya dönüp her şeyini satıp savıp Berlin’e yerleşmiş oluyor genç adam. Aşkları böyle başlıyor onların; yirminci yüzyılın hızına uygun olarak. “Bu rengi giyebilen bir adam sıradan olamazdı, zaten oradan anlamıştım!” diyor sık sık, sürekli anlatıyor: “Berlin bursunu sanki bunun için kazanmışım, bu adam için gitmişim, iki kocamda da bulamadığım o şefkati bulmak için, aldım getirdim onu işte! Ölümümü bulmaya gitmişim sanki… ” Damarları anlıyorum da, neden “ölümüm”, anlayamıyorum bir türlü. Soramıyorum da… Bunlar 1982 Ekimi’nde geçiyor.

18 Şubat 1986’da Hans Peter’in yurdunda, onun karısı olarak, onun kollarında, Kanton Spital Hastanesi’nde yaşamı sona erdikten sonra sık sık aklıma düşüyor bu sahne. Yazarın Ülkesinde Bir Gezinti ya da “Burası Bizi Öldürmek İsteyenlerin Yurdu… ” Tezer Özlü’yü anlamak için, stadyumlardan ve ekranlardan fışkıran “En büyük türkiyah! başka büyük yok!” inlemelerinin dışında bir yerlerden de ülkeyi seyretmek gerekiyor. Türkiye, aslında âşığı olduğu bu topraklar acılarına acı katmıştır Tez-er’in. Din kökenli ilkellik, resmî ideolojinin sarmalında özgür aklı boğmuştur bu ülkede. Buyurgan, yasakçı, ataerkil toplumun yatışmak bilmez gizli şiddeti, sadece on yılda bir sıkıyönetim dönemlerinde değil, sivil yönetimlerde de insan ilişkilerinin tüm alanlarını kaplamış, yurttaşların tümünü hasta etmiş, cehenneme çevirmiştir yaşamı. Hele Tezer gibi kozmopolit kültür sahibi insanlarınkini.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir