Maurice Blanchot – Ölüm Hükmü

Bu olaylar 1938 yılında başımdan geçti. Onlardan söz etmekte büyük bir güçlük çekiyorum. Daha önce birkaç kez onları yazıya dökmeyi denedim. Kitaplar yazdıysam tüm bunlara kitaplarla son verebileceğim umudundandır. Romanlar yazdıysam bunlar sözcükler gerçek karşısında geri çekilmeye başlar başlamaz doğdular. Gerçek korkutmuyor beni. Sırrımı ele vermek gibi bir endişem yok. Ama sözcükler bugüne dek hiç istemediğim kadar güçsüz ve kurnazdılar. Bu aldatıcılık bir uyarı, biliyorum: gerçeği rahat bırakmak daha soylu bir davranış olurdu. Onu saklı tutmak gerçeğin yararına olurdu. Ama sorunu birazdan kökünden çözeceğimi umuyorum şu anda. Sorunu kökünden halletmek de soylu ve önemli bir davranıştır. Yine de unutmamalıyım ki bir keresinde bu olayları biçim vermeyi başardım. 1940 yılında, Temmuzun son ya da Ağustosun ilk haftalarıydı. Tembel, uyuşuk bir halde olmanın verdiği boşlukta bu öyküyü yazdım. Ama bittiği zaman onu baştan okudum ve el yazmasını hemen yırtıp attım. Bugün yazının ne uzunlukta olduğunu bile anımsayamıyorum. Sadece beni ilgilendirdiğinden emin olduğum bu öyküyü özgürce yazacağım. Doğrusu on sözcükte anlatılabilirdi. Onu bu derece korkunç kılan da bu. Söyleyecek on sözcük var. Dokuz yıl boyunca bu sözcüklere kafa tuttum. Fakat, bu sabah, yani 8 Ekim (az önce şaşkınlıkla fark ettim) ve neredeyse bu günlerin ilk gününün yıldönümünde, yazılmaması gereken sözcüklerin yazılacağından neredeyse eminim. Aylardır bunu yapmakta kararlıymışım gibi geliyor bana. Bu olaylarda birçok tanık olmasına rağmen yalnızca tek bir kişi, en iyi bilebilecek olan, sezinler gibi oldu gerçeği. Bu olayların geçtiği apartman dairesine başlangıçta sık sık, sonra daha seyrek olarak telefon etmek için bana gelirdi. Ben, kendim … Sokağı’ndaki 15 no’lu apartmanda oturuyordum. Sanırım genç kadının kız kardeşi de bir müddet burada kaldı. Ne oldu ona? Söylemeyi sevdiği gibi, beyefendilerin iyiliğinden ekmeğini çıkartırdı. Sanırım ölmüştür şimdi. Yaşama isteği ve yaşama gücü adına ne varsa kız kardeşindeydi. Burjuva kökenli ailesi acıklı bir biçimde parçalanmıştı: Babası 1916 yılında öldürülmüştü; annesi ise tabakhanenin başında kalmış, ne olup bittiğini fark etmeden iflas etmişti. Bir sığır yetiştiricisiyle yeniden evlendi ve ikisi de kısa bir süre sonra kendi şirketlerini bırakıp XV. Cadde’de bir şarap dükkânı satın aldılar. Orada da geri kalan her şeylerini kaybetmişlerdir herhalde. Kâğıt üzerinde, iş yerinin bir bölümü kızlara aitti. Parayla ilgili sert tartışmalar çıkardı aralarında her zaman. Doğrusunu söylemek gerekirse yıllar boyunca M dolabı gördü açmak için bir harekette bulundu. Fakat tam o anda garip bir kriz geçirdi. Yatağın üstüne düştü, durmaksızın titremeye başladı; bütün gece hiçbir şey söylemeden titredi; gün ışırken hırıltıyla soluk almaya başladı. Hırıltıları bir saat kadar sürdü, sonra, onu kendine getiren bir uykuya yenildi. (Daha çok genç olan bu kişi bir şeyden kolay kolay etkilenmeyen aklı başında birisiydi. Hatta fazla soğukkanlı olmaktan yakınırdı. Fakat o anda soğukkanlılığını koruyamamıştı. Şunu da eklemem gerekir ki, bundan önce, genç kadın başka nöbet geçirmemişti, iki üç yıl önceki bir kendini zehirleme girişiminin izlerini taşıyordu üstünde; bazen şiddetle sarsılmış bir vücutta zehir uyanır ve dirilir, tıpkı bir düş gibi.) Yazı masamda kilitli küçük bir not defterinde önemli tarihlerin belirtilmiş olması gerekiyor. Emin olduğum tek gün 13 Ekim, 13 Ekim Çarşamba. Kaldı ki çok da önemli değil. Eylül ayından beri Arcachon’da yaşıyordum. Orada yalnızdım. Münih’in karışık olduğu günlerdi. Birinin olabileceği kadar hasta olduğunu biliyordum. Eylül başında bir seyahatten dönerken Paris’te konakladım ve doktoruyla görüştüm. Üç haftalık ömrü kalmıştı. Yine de yataktan hep çıkardı; çok yüksek ateş içinde bile normal yaşantısını sürdürüyordu; saatler boyunca titrerdi, ama her defasında ateşin üstesinden gelirdi. 5 veya 6 Ekim günüydü sanırım, hâlâ Champs-Elysees’de kız kardeşiyle araba gezintilerine çıkıyordu. Benden birkaç ay büyük olmasına rağmen hastalığın yeni yeni yıpratmaya başladığı çok genç bir yüzü vardı. Aslında makyaj yapıyordu, ama makyajsızken daha da genç görünüyordu, çok da gençti zaten, hastalığın en önemli etkisi ona yeni yetme bir kızın yüz hatlarını vermesiydi. Sadece daha siyah, daha parlak ve daha büyük olan gözleri (bazen ateşten dolayı biraz çukura kaçıyordu) anormal bir değişmezliğe sahipti. Eylül ayında çekilmiş bir fotoğrafta bu gözler öyle büyük ve öyle ciddiydiler ki, gülümsediğinin fark edilmesi için ifadelerine karşı mücadele etmek gerekiyordu, gülümsediği apaçık olsa da. Doktoruyla görüştükten sonra, ona söylemiştim: “Size bir ay daha ömür biçiyor. – Ne yapalım, ben de bunu ana kraliçeye söylerim, asla inanmıyor hasta olduğuma.” Yaşamayı mı ölmeyi mi istediğini bilmiyorum. Son birkaç aydır, onu her gün biraz daha sınırlı bir yaşama itiyordu ve içinde uyandırabildiği şiddetin tümünü hastalık ve yaşamı lanetlemek için kullanıyordu. Kısa bir süre önce ciddi ciddi kendini öldürmeyi düşündü. Bir akşam bu çareyi ona ben salık vermiştim. Aynı akşam, beni dinledikten sonra, soluma yetersizliğinden dolayı konuşamadan, fakat sağlıklı bir insan gibi masaya oturarak gizlediği sırları birkaç satırla yazdı. Bu satırları sonunda ondan aldım ve hâlâ bendeler. Bazı isteklerini belirtiyordu bu satırlarda, cenaze töreninin mümkün olduğu kadar sade olması için ailesine ricada bulunuyordu ve bilhassa mezarına kim olursa olsun hiçbir ziyaretçinin gelmesini istemiyordu; arkadaşlarından birine de küçük bir miras bıraktı, oldukça ünlü bir dansçının üvey kardeşi olan A.’ya. Benden söz etmiyordu bu notta, intihar etmesini salık vermemden dolayı ne kadar acı duyduğunu anlayabiliyorum. Gerçekten böyle bir şeye razı olmam affedilecek gibi değildi, hatta kalleşçeydi, ancak böyle düşünmem belli belirsiz, onun aslında uzun süredir ölü olduğu düşüncesinden ileri geliyordu. Çok fazla savaştı. Normalde, uzun süre önce ölmesi gerekiyordu. Ama ölmediği gibi, aynı zamanda hastalıkla ilgisi olmayan biri gibi yaşamaya, sevmeye, gülmeye ve şehirde dolaşmaya devam etti. Doktoru 1936 yılından beri onu ölü olarak gördüğünü bana söylemişti. Bir süre beni de tedavi eden bu aynı doktor, bir gün bana şunu söyledi: “iki sene önce ölmüş olmanız gerekiyordu, yaşamayı sürdürdüğünüz her an sizin için bir ertelemedir.” Bundan yedi sene önce bana altı aylık bir ömür biçmişti. Fakat, yerin iki metre altına girmem konusunda önemli nedenleri vardı o zamanlar. O sözler kendi arzusunu dile getiriyordu yalnızca. Ama J. için söyledikleri sanırım doğruydu. Sahnenin nasıl sona erdiğini çok güç anımsıyorum. Galiba kâğıdı yırtmak istiyordu. Fakat, kâğıdı ona geri verdiğim anda, ona karşı büyük bir şefkat, cesaretinden ve ölüme karşı soğuk ve diri bakışından dolayı büyük bir hayranlık hissettim. Masasında oturmuş kesin ve tuhaf olan bu sözcükleri sessizce yazarkenki hali geliyor gözlerimin önüne. Onun rahat yüzü görmemiş, başından beri yoksunluğa yenik düşmüş yaşamının ölçülerine uyan bu küçük vasiyetname, bana yer vermeyen bu son düşünce, alabildiğine etkiledi beni. Şiddeti ve ağzı sıkılığı canlanıyor gözlerimin önünde; bağımsızdı, son saniyeye kadar bana karşı bile bir mücadele içindeydi. Sık sık ve uzun uzun ağlardı. Ama gözyaşları asla bir zayıflık değildi. Çok şiddetli tartışmalar sırasında iki üç kez bana vurdu, hareketlerine engel olmam gerekirdi, çünkü ne yaptığını hatırladığında ürküntüyle altüst oluyordu; bana dokunmuş olmanın ve de çirkin bir şeyler yapmış olmanın, yine de hiç karşı koymadığım engellenmez aşırı heyecanını tanımanın ürküntüsü. Cezalandırılmış, onuru kırılmış ve tehlikeye düşürülmüş hissediyordu kendini. Yine de, eğer beni öldürmeye kalkışsaydı darbelerim savuştururdum. Onun beni öldürmenin acısını çekmesine yol açamazdım. Bir iki sene oluyor, genç bir kız boş yere silahını elinden almamı bekledikten sonra bana tabancayla ateş etmişti. Ama bu genç kızı sevmiyordum. Bir süre sonra kendini öldürdü zaten.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir