Oliver Sacks – Karısını Şapka Sanan Adam

Somut zamanda “kayıp” olan bir insanın varlığını oturtabileceği, kendini var kılabileceği bir yer var mıdır? Varlığının farkında bile olmadan kullandığımız duyularımızın küçük bir kısmını kaybettiğimizde neler olabilir? Profesör Sacks’tan romantik tavırlı, geniş ve açık uçlu yaklaşımlarla örülmüş “ciddi” bir kitap. Sıradan her insan için “zihinsel” bir yolculuk, nöroloji ile ilgilenenler içinse kaçınılmaz kaynak. Pascal’ın dediği gibi, bir yazarın kitap yazarken düşündüğü en son şey, önsözdür. Kitabı bitirdikten, bu ilginç hikâyeleri derleyip düzenledikten, bir isim belirleyip, iki tane de epigraf seçtikten sonra, şimdi de ne yaptığımı ve neden yaptığımı gözden geçirmeliyim. Kitabın başındaki iki epigraf ve aralarındaki tezat, Ivy McKenzie’nin bir hekim ile bir doğabilimci arasındaki tezatı gösterdiği gibi benim içimdeki ikileme de denk düşüyor: Kendimi hem doğabilimci hem de bir tıp adamı olarak görüyorum; hastalıklara ve insanlara karşı ilgim, eşit yoğunlukta. Biri diğerine uygun düşmüyor olsa bile, yine hem teorist hem de dramatistim, hem bilime hem de romantisizme eğilimim var ve bu ikilemi, sürekli olarak insan olmanın özünde görüyorum. Hastalıkta bile bu özel durum değişmiyor. Hayvanlar, hastalığa yakalanıyor ama sadece insanlar hastalığın içine yuvarlanıp, hasta oluyorlar. Gerek işim, gerekse hayatım hep hastalarla ilgili. Hastalar ve hastalıkları beni aksi halde hiç üzerinde durmayacağım düşüncelere yönlendirmişlerdir. Bu konuda, Nietzsche ile hemfikirim ve aynen onun sorduğu şu soruyu ben de soruyorum: Acaba hastalıklar olmadan yaşayabilir miyiz? Bu sorunun çağrıştırdığı diğer soruları yaşamın vazgeçilmez esasları olarak görüyorum. Hastalarım beni sürekli olarak sormaya yönlendiriyor ve aynı şekilde sorularım da beni hastalarıma… Bu devr-i daimi birazdan okuyacağınız hikâye ve çalışmalarımda sürekli olarak göreceksiniz. Anlatmak istediğim konularla ilgili çalışmalardan bahsetmek yerine, neden kişilerin hikâyelerini ve vakaları anlatmayı tercih ettim? Hastalıkların bir süreci olduğu fikri; ilk bulaşmadan sonra kuluçka dönemi, belirtilerin ortaya çıkması ve ardından mutlu veya ölümcül olarak sona ermelerine kadar, tarihsel bir süreç içinde ele alınması gerekliliği Hipokrates ile başlamıştır. Eski bir kelime olan patoloji, az önce anlattığım süreci, tam anlamıyla ifade eden bir terimdir. Hastalıkla ilgili bu tip tarihçeler, her ne kadar doğal bir süreci yansıtıyor olsa da, bize, kişinin hayatı hakkında bir şey söylemez.


Kişinin hastalıkla savaşarak hayatta kalmaya çabalarken, neler yaşadığını açıklamaz. Dar anlamda, bir vaka tarihçesinde özne yoktur. Modern vaka tarihçeleri de özneyle dolaylı olarak bağlantı kurar ve kişiye sıradan bir isim verirler (21 yaşındaki tri- zomik albino). Bu isim insanı anlattığı gibi pekâlâ bir fareyi de anlatabilir. Üzülen, acı çeken, savaşan insanı, unutulan insan öznesini yeniden ortaya çıkartmak için vaka tarihçesini, derinlemesine bir hikâyeye dönüştürmek gerekiyor: Ancak o zaman “ne” olduğunun yanında “kim” olduğunu, hastalıkla birlikte hastayı, gerçek insanı buluruz. Hasta’nın varlığı, nöroloji ve psikolojinin üst sınırlarıyla ilgilidir. Bu kitapta, hastanın kişiliği, temel olarak ele alınmış, hastalık ile hastanın kimliği birbirinden ayrı tutulmamıştır. Bizce, hastalıklar ve hastalıklarla ilgili çalışmalar, yeni bir disiplini gerektirmektedir. Biz bu disipline, kişiliğin sinirsel temelleriyle ve yüzyılın zi- hin-beden problemiyle ilgili olduğu için “kimlik nörolojisi” diyebiliriz. Muhtemelen psişik olanla fiziksel olan arasında kategorik bir farklılık vardır. Hikâyelerde her ikisine de ayrılmaz bir şekilde göndermeler vardır. İşte özellikle beni cezbeden de budur. Genel olarak yapmaya çalıştığım, bu iki alanı sadece yakınlaştırmak, hepimizi, hayat ve mekanizma arasındaki kesişme noktasına, fizyolojik süreçlerin biyografi ile ilişkisine doğru götürmektir. İnsan öznesinden yana daha zengince olan klinik hikâyeler, 19. yüzyılda en üst noktasına ulaşmıştır ve kişilerden soyutlanmış nöroloji biliminin ortaya çıkmasıyla birlikte bu hikâyeler de yok olmuştur.

Luria bir yazısında şöyle der: “19. yüzyıl nörologları ve psikiyatristleri arasında çok yaygın olan o tarif etme gücü, şimdi hemen hemen bitmiştir… fakat yeniden canlandırılmalıdır.” Kendisinin son çalışmaları, Bir Tekerlemecinin Akl ı (The Mind of a Mne- monist), Dünyası Parçalanmış Adam (The Man with a Shattered World) bu kaybolmuş geleneği yeniden diriltme çabalarıdır. Bu kitaptaki vaka tarihçeleri, Luria’nın bahsettiği, 19. yüzyıl geleneğinden, ilk tıp tarihçisi olan Hipokrates’e uzanan oradan da hastaların doktorlara her zaman kendi hikâyelerini anlattıkları, evrensel ve tarihöncesi zamana ait, çok eski bir geleneği anımsatıyor. Klasik hayvan hikâyelerinin (fabl) ve arketipik figürlerin kahramanları, kurbanları, gazi ve savaşçıları vardır. Nörolojik hastalar da arketipik figürler gibidir. Hatta bazı ilginç hikâyelerde bundan da ötedirler. Bu mitolojik ve metaforik terimlerle, “Kayıp Denizci”yi ve kitaptaki diğer ilginç figürleri kategorilendirmeli miyiz? Bu insanlar aslında, bizim hayal bile edemeyeceğimiz yerlerin yolcuları, onları tanımadan, farkına varmamızın mümkün olamayacağı toprakların seyyahlarıdır. İşte bu yüzden hayatları ve yolculukları bana muhteşem gelir. Bu durum, neden Osler’in Arabistan Geceleri suretini epigraf olarak kullandığımı ve neden vakalardan bahsederken, kaçınılmaz olarak hikâye ve fabllardan sözettiğimi açıklıyor. Bu gerçeklikler içinde bilimsel olan ile romantik olan bir araya gelmek için çağrıda bulunuyor. Luria romantik bilim’den konuşmaktan hoşlanırdı. Olgu ve fabl arasındaki kesişme noktasında, bilimsel olanla, romantik olan öylesine bir araya gelir ki, kitapta hikâyeleri anlatılan hastaların hayatlarını karakterize eden kesişme noktası, böylelikle oluşmuş olur. Uyanışlar kitabımda da aynı durum söz konusudur.

Fakat hangi olgular ve hangi fabllar? Onları nasıl karşılaştırabiliriz? Elimizde modeller, metaforlar, mitolojik hikâyeler olmayabilir. Belki de yeni sembollerin ve mitlerin yaratılmasının zamanı gelmiştir. Bu kitabın sekiz hikâyesi daha önceden basılmıştır. “Kayıp Denizci” ( The Lost Mariner), “Eller” (Hands), “İkizler” (The Twins), “Ofistik Artist” (Autist Artist), 1984 ve 1985 yıllarında, New York Review of Books’ ta, “Tikli Ray” (Witty Ticcy Ray), “Karısını Şapkası Sanan Adam” (The Man Who Mistook His Wife for a Hat) ve “Hatıra” (Reminiscence), 1981,1983,1984 yıllarında, London Review of Books’ta basılmıştır. “Karısını Şapkası Sanan Adam”, London Review of Books’ta kısaltılmış olarak ve “Müzikal Kulaklar” (Musical Ears) adıyla basılmıştır. “Dengede” (On The Level) adlı hikâye, The Sciences’da 1985’te basılmıştır. Eski hastalarımdan biri olan Uyanışlar’ daki (Awakenings) Rose R.’nin asıl hikâyesini ve Harold Pinter’in aynı kitaptan esinlenerek yazdığı Alaska gibi Bir Yer’deki Deborah’ı ” Kontrolsüz Nostalji” (Incontinent Nostalgia) adlı hikâyemde bulacaksınız. Aslı, Bahar 1970’te Lancet dergisinde, “L-Dopa ile Kontrolsüz Nostalji” (Incontinent Nostalgia Induced by L-Dopa) adıyla basılmıştır. Dört adet fantom hikâyemden ilk ikisi, British Medical Journal’da “Klinik Merak” adıyla basıldı. Öteki iki kısa hikâye de daha önceki kitaplarımdan alınmıştır. Üzerinde Duracak Ayak (A Leg to Stand On) adlı kitaptan “Yatağından Düşen Adam” (The Man Who Fell out of Bed) adlı hikâye, Migren adlı kitaptan da “Hildegard’ın Hayalleri” (Visions of Hildegard) adlı hikâye alınmıştır. Diğer on iki hikâye daha önce hiç basılmamıştır ve tamamıyla yenidir. Hepsi de 1984’ün sonbaharıyla kışı arasında yazılmıştır. Editörlerime şükran borçlu olduğumu belirtmeliyim; ilk olarak New York Review of Books’ tan Robert Silvers’a ve London Review of Books ‘tan Mary-Kay Wilmers’a; sonra New York’taki Summit Books’tan Kate Edgar ve Jim Silberman’a, kitabın son halini alması için çok çaba sarf etmiş olan Duckworth’s ün Londra şubesinden Colin Haycraft’a çok şey borçluyum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir