İstanbul Anıları 1897-1940 – Hagop Mıntzuri

Okuyacağınız anıların yazarı, bir Anadolu insanı, İstanbul gurbetçisiydi.Yüzyıla yaklaşan ömrünün ilk çeyreğinde yaşadıklarını özlemle anarak İstanbul’daki yalnızlığında avuntu buldu. Gözlemlerini, duyumsamalarını,anılarını mütemadiyen yazdı. Fakat yazar kimliğiyle ortaya çıkmaktan kaçındı. Öykülerinin bir azınlık cemaati arasında okunmasını yeterli gördü. Türkçe’ye çevrilen anılarının ölümünden on beş yıl sonra yayınlanması, bir bakıma Mıntzuri’nin Türkiye’de ilk kez ortaya çıkışıdır. İstanbul Anıları, ne otobiyografi, ne bir roman veya öykü, ne de defterlere rasgele doldurulmuş anılardır. Mıntzuri, kendi yaşam felsefesine uygun tarzda, çocukluğunu ve gençliğini, olgunluk çağında belleğinde yeşertmiş; kültürümüz ve sosyal yapımız için gerekli gördüklerini seçerek belgesel kesitler kaleme almıştır. Bunu yaparken de kentli aydın havasına kapılmadan, köye ve köylüye özgü sadeliği ve samimiyeti korumuştur. Onun, açıklama gereği duymadığı bir ilkeden de şaşmadığı anlaşılıyor: Milyonları, ” toplum” , “topluluk” diye geçiştirip “büyük insanları” konu alan tarih anlayışına tepkiyle hamurkar, süpürgeci, ciğerci, fırıncı, köylüleri öne çıkartmak, hiçbir önyargıya, değerlendirmeye yanaşmadan her şeyi ve herkesi olduğu gibi kurgulamak. Mıntzuri, 1890’larda henüz on yaşında bir çocukken ayak bastığı İstanbul’u üç çeyrek yüzyıl gözlemlemiş, yazmak konusunda ise bu ilkeden ayrılmamıştır. Başkalarının önemsemediğini veya gözden kaçırdığını yakalayan Hagop Mıntzuri, bazılarımızın sırası düştükçe sohbete çeşni olsun diye anlattıklarını, Alphonse Daudet’yi, bizim Sait Faik’i andıran sıcak bir üslupla, vurgulamalarını ise kendine özgü bir tekrir sanatıyla işlemiştir. Anlaşılıyor ki onun belleği, yıllarca sonra bile her çeşit ayrıntının renklerini, hareketlerini iyi korunmuş eski fotoğraf camları kadar net veren, çağdaşı fotoğrafçılar Abdullah Biraderler’in, Sebah ve Joaillier’in, Febüs’ün, yüzlerle binlerle enstantaneyi ve manzarayı içeren arşivleri düzeyinde zengindi. Fakat bir başka çağdaşı Abdülhak Şinasi Hisar gibi, “kaybedilmiş bir mâzi cennetinin” özlemiyle herkesin imreneceği Boğaziçi tabloları, yalı yaşamları aktarmaya zerrece ilgi duymamıştır. Görüntülemeye çalıştığı manzaralar, olaylar ve insanlar, gerçi aynı semtlerden, Beşiktaş’tan, Ortaköy’den, Rumelihisarı’ndan, Üsküdar’dandır.


Fakat, Türk, Ermeni, Arnavut, Yahudi, Rum, Hırvat, Çerkez, Habeş… giyimleri, konuşmaları, yaşamları ile eski İstanbul halkıdır. Behçet Necatigil’in “Barbaros Meydanı” şiirindeki garip adamlar, sarhoşlar, ana-kız, top oynayan çocuklar gibi Beşiktaş’ın fakir fukarasıdır. Hisarlılardır, Üsküdarlılardır. Bunların arasında bir saray ağası, bir paşa, hatta bir padişah da gözükür. Mıntzuri, Ahmet Rasim’in eserlerindeki İstanbul’u, başka semtlerle ve tiplerle tamamlar. Mıntzuri’yi ne Müslim-gayrimüslim, ne Türk-Ermeni ayrımlarında düşünebilmek de olası değildir. Kuşkusuz bu, onun yansızlığı kadar geçmişteki iç içeliğin, kaynaşmanın ve barışıklığın da lafta kalmadığına kanıttır. Doğduğu, çocukluğunu, gençliğinin bir bölümünü geçirdiği Armudan köyünden İstanbul’a kadar, neleri kimlerle yaşamışsa hep aynı bakış içinde sergilemiştir. Kahramanları Ermeni’dir, Türk’tür, Kürt’tür, Kızılbaş’tır. Hepsi, yaşamış gerçek kişilerdir. Mıntzuri’ye göre yaşamak önemli bir iştir ve uzun bir törendir. Bu törene herkesin, günlük olayların gerektirdiği biçimde katılması gerekir. Herkes, insanlık görevini yerine getirmelidir, yaşamı ciddiye almalıdır. Ama bunu katı, hoşgörüsüz, acımasız olarak değil, ihtiraslardan uzak, yozlaşmadan, yalınlıkla yapmalıdır. O nedenle, kahramanlarını, gerçek yaşamın bu niteliklere uygun insanları arasından seçmiştir.

Okuyucularına aşılamak etmek istediği de -böyle bir vurgulaması olmamakla birlikte- aynı zaman dilimini paylaşanların insani değerler düzeyinde dostluğudur. Kendisini bu dileğe yönelten erdemin ise “okumak” olduğunu hissettirir. Mıntzuri’nin üslubu, konuşma dilidir. Onun anlatımındaki tadı yakalayamayan için, dil kurallarını bilmediğini sanmak olasıdır. Oysa Mıntzuri, Ermenice’nin, Türkçe’nin, Fransızca’nın ve İngilizce’nin anlatım kurallarını, bu dillerin edebiyatlarını bilen bir “fenomen”dir. O, bir “köy yazarı” olmayı yeğlediğinden de bu üslubu seçmiştir. Doksan yılı aşan ömründe Mıntzuri’nin çevresinde, onun değerini bilen ve onu korumaya çalışan, kendi cemaatinden küçük bir grup daima olmuştur. Bu aydın çevre, eserlerinin yayınlanmasında da gereken çabayı esirgememişlerdir. Özellikle Marmara Gazetesi ‘nin Genel Yayın Müdürü Sayın Rober Haddeler, Mıntzuri’nin yakınında bulunan bir aydın olarak bütün eserlerini, el yazmalarını titizlikle korumayı, yayımlamayı amaç edinmiştir. Okuyucularımız adına kendisine teşekkür ediyoruz. Hagop Mıntzuri’nin İstanbul Anıları, 1970’lerde, Ermenice Marmara Gazetesi ‘nde ayn yazılar halinde yayımlanmış; yazarın ölümünden sonra ise bir değerbilirlik örneği olarak Sayın Artin Cümbüşyan ile Rober Haddeler’in çalışmalarıyla 1984’te bir kitapta toplanmıştır. Bu Ermenice kitaba uygun görülen ad, Mıntzuri’nin bir yazı başlığından alınan Yaşamış Olduğum Yerler ‘dir. Yazarın, doğrudan veya dolaylı açıklamadığı yer adları, kişiler ve kavramlar için, sayfa altlarına gerekli notlar tarafımızdan konmuştur.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir