Özgür Bacaksız – Deli Çocuğun Güncesi

Bu kitaptaki tüm düşünceler, bilgiler ve paragraflar bir anlık yıkım, refleks, dürtü, acı, endişe sonucunda yıllar önce derlenip toparlanmıştır. Bazı olayların, travmaların, kayıpların etkisini azaltacak en etkili iksir, rasgele kâğıda dökülen yazılardır. Bu yazılar ki; bir hayatın bekçileri, tecrübeleri, demirbaş misafirleri… Ortaokuldaydım, matematikten hiç anlamazdım, bir gün yapabileceğim sorular çıkmıştı. Testten 94 almıştım sanırım, matematik tarihindeki en yüksek notumdu benim aslında, gururlanmıştım, gerilmiştim, başım dikti. O zamanlar bize bu testleri verip ailemize götürmemizi, imzalatmamızı isterlerdi. Ben de mutlu bir halde eve gittim, testi babama gösterdim, “94 aldım baba!” dedim. “Oğlum geriye kalan 6 puana ne oldu?” dedi. Sonra daha çok nefret ettim matematikten, hevesim kalmadı. Öyleydi işte. Küçükken ilkokula gittiğim dönemlerde babam tarafından sürekli geri zekâlı lafıyla dürtülürdüm. Nedeni basitti aslında, matematikten anlamamam. Babam bir eğitimciydi, her zaman fazlasını isterdi. Bende de fazlasını verecek beyin yoktu. Çarpım tablosunu bile yıllar sonra ezberleyen bir insandım, kafamı problemlerden çok platonik aşkıma verirdim. Normaldi, hiç üstüne düşmezdim kesirli sayıların, dört işlemlerin.


Aklım hep başka yerdeydi, dalardım başka şeylere. Şimdi diyorum ki, iyi ki anlamamışım matematikten, hiç işime yaramadı. Engel bile olmadı Platon’u okumama, Nietzsche’yi anlamama, iyi şeyler yapmama, yazmama, çizmeme… Hiçbir şeye engel olmadı, matematik fazla bir şey değilmiş, zaten öğrenseydim de sürekli bilmediğim yanları çıkacaktı, üzülecektim… Hayatımın geri kalan kısmını matematiksiz geçirmiştim, mutluydum… Belki de matematiği anladıktan sonra başka dünyalarda olacaktım, daha zeki bir dünya, daha zeki insanlar arasında… Bunları istemediğim için mutluydum, Tanrı bana bir fırsat sundu ve matematikten yıllarca anlamadım… Güzel bir fırsattı… Farklı büyüdüm, farklı işlere girdim, farklı şeyleri okudum, farklı insanlar arasındaydım. Her şey istediğim gibiydi… Farklı olmak istedim. Sınırlamadı hayatımı matematik. Belki de onu anlayanlara özel bir dünyaydı matematik, bize göre değildi. Bizim farklı bir dünyamız vardı, birilerine göre aptalların dünyası ama diğerlerine göre her şeyden uzak bir dünya, saf bir dünya. Öyle ideal, amaç, hedef geç onları evlat geç. Önce ezileceksin, hırslarının kurbanı olacaksın, kıskançlık, doyumsuzluk derken başkalarını ezeceksin. Yani anlıyor musun evlat işte insan budur, insan aşağılık bir v İnsan Her Duyguya Muhtaçtır, Alışıktır İnsanın hamurunda vardır her şeye alışması, doğuştan başlar bu süreç. Doğum günü pastalarıyla mutlu olan, gençlik yıllarında aşk acısı çeken, biraz daha ileriki dönemlerde maddi sıkıntıya giren insan bu aralıklarda bin bir türlü duygunun tadına bakar. Çocuklukta içimizde oluşan mutluluk yerini zamanla karamsarlık ve düşünceyle çekilen sancıya bırakır. Kötü bir şey midir duygu yoğunluğu? Kötü bir şey midir insanın her şeye alışması? Kötü bir şey midir gidenlerin arkasından bakmak? İnsan aldıklarıyla, çektikleriyle, yaşadıklarıyla deneyimli olur, gürültülü tepkileri zamanla yerini tepkisizliğe bırakır. Dinginleşir, alışır insan. Vakti zamanında bünyede “Yuh!” tepkisi yaratan bir olay, ileride gayet normal olarak karşılanır.

İnsanın beyninde unutmak gibi bir kavram olduğu sürece insan her duygunun altından kalkar, her duygunun boyunduruğundan kurtulur, her duygunun boşluğuna alışır. Kendisi buna alışamadım dese de kalp ve beyinde o artık her şeye alışmıştır. Bu bir bağışıklık gibi hayat boyu devam eder. Dostoyevski’nin de dediği gibi, “İnsan, her şeye alışan bir yaratıktır.” Asla iyileşmeyecek çocukluk yaraları vardır, her zaman hayatınızın bir köşesinde duruyorlardır. Görmez, dokunamazsınız… O yaralar hâlâ içinizdedir. Hayvanları çok seven çocuğun civcivini kediye kaptırması. Salıncakta son sürat sallanırken önümüzden geçen elemana çarpmak, ahını üzerinden kolay kolay atamamak. İlkokulda yediğimiz unutulmaz tokat. Bizim için en önemli olan kırmızı kalemin kaybolması. Hastalandığımızda akan anne gözyaşları. Kışın soğuğunda kötü bir montla okula gitmek. Platonik aşk yaşadığımız insanların başka insanlara bakması. Kaş yarılmaları. Haksız yenilen baba dayağı.

Bu ve buna benzer olayların artık tıbben çözülmesi mucizedir. Erikson’a göre asla tamamlanamayacak bir yanınızdır ve anınızdır bunlar, kişiliğinizdeki eksik yandır. Geçmeyecek şeylerdir. Hatırlandıkça, geçmez… Bir Düşün Başlangıcı, Bir Düşün Bitişidir Çok iyi hatırlarım o günleri, çocukluğumda kurumuş bir kaktüs vardı balkonumuzda. Sulardım onu her gün, iyi bakardım ona tekrardan yeşermesi için, ama her sabah uyandığımda onu buğday sarısı gördüğümde içimi acıtırdı. Çocukluk umuduydu bu, belki bir bitki olduğunu bile bilmiyordum o zamanlar. Ama istediğim tek şey onun tekrardan yeşermeseydi. Aylar geçtikçe çıplak ayakla balkona gidişim ve onu yeşermeden görmek hayal kırıklığıydı benim için. Çocuktum, umudumu hissediyordum, o yeşerecekti. Belki konuşamıyordum ama biliyordum, buğday sarısına inat, yeşil gözlerimin umudu onu yemyeşil yapacaktı, toprağa teslim olmayacaktı, yeşerecekti. Ve bir gün onun yavaş yavaş yeşerdiğini gördüm, her gün çok az yeşeriyordu. Bu azlık beni fazla mutlu etmiyordu, çünkü ben bu azlığın umudumun başlangıcı, müjdesi olduğunu bilmiyordum. Bir gün balkona çıktığımda o yemyeşildi, kırmızı bir çiçeği vardı. Çiçeğine elimi attığında dikeni parmağımı kanatmıştı. İlk defa kaktüs acısını hissetmiştim… Çok ağlamıştım, çünkü o benim her sabah uyandığımda çocukluk duygularımın arkadaşıydı.

O günden sonra kaktüse bir daha bakmadım, korkmuştum. Ve yıllar sonra biraz da olsa anlamıştım bu karmaşık duyguyu, umut bir düşün başlangıcı, aynı zamanda bir düşün bitişiydi. Hayatın kuralıydı bu, sevmek bazen insanın canını yakıyordu…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir