Abdulhamit Muhaciri – Cihat Günlüğü

12 Eylül’den önce bu ülkede Müslüman Gençlik, Milli Türk Talebe Birliği (M.T.T.B.) ve Akmcılar’da biraraya geliyorlardı. “Her şey Đslâm için” “Tek yol Đslâm” “Ne ırk ne renk ne dil farkı, Biz Muhammed (s.a.) ümmetiyiz” şiarları yazı olup duvarları süslüyor, fikir olup düşünceleri arındırıyordu. Müslüman Gençlik, o günlerin sıcak ortamında, güdümlü ve acımasız gruplara, insanına düşman rejime karşı varolma kavgası verirken daha müslümanca yaşamak için diriliş sancısı çekiyordu. Üstümüze haksızca saldıran devlet destekli grupların karşısında Metin Yüksel’i Fatih camisinin avlusunda, Erdoğan Tu-na’yı Selimiye’nin gölgesinde, Hasan Sürel’i Mevlana meydanında, Mustafa Sevim’i, Gürsel Kabadayı’yı Đstanbul sokaklarında, Đslamcı Düşüncenin genç muallimi Sedat Yenigün’ü hainlerin kurduğu pusuyla, Hasan Yeşil’i suya vurgun yüreğiyle Diyarbakır’da Dicle kenarında… Ve daha nice kardeşimizi, mücahid yiğidimizi kalleşçe saldırılarda şehid verdik. Şehadeti başucu seçeneği yapanlar, Đslâm için yola çıkanlar durur muydu? Şehitler tepesi boş kain” mıydı? Bilal Yaldız-cı’yı, Tekiner Tayfur’u Afganistan’da, Selami Yurdan’ı, Ahmet Đpek’i, Edip’i ve daha nicelerini Bosna’da şehid verdik. Oniki Eylül bir karabasan gibi çökünce, yetişen müslüman gençliğin özellikle öncü kadrolarının kimisi yakalanıp zindanlara dolduruldu; Şehmuz Durgun da zindanda şehadet şerbetini içti. Etrafın boşalması ile toplumsal alanda, mücadele alanından kayanlar olduğu gibi bir fırsat, bir yol bulup Hicret’i, Firakı bir başka yaşayanlar da oldu. Bütün hedef, Đslâmın hayata hakim olması ve Allanın nzası içindi. Yaşanan binlerden bir tanesi olarak kitabın hikâyesi, 12 Eylül 1980 kudetasıyla başlar.


Kudeta sonrası yurtdışı tercihini Đran, Afganistan yani inkılap ve cihad beldelerine doğru yapanların öyküsüdür bu. Aradan nice zaman geçerse geçsin yine şiarlarımız söylenecek, Tekbirlerimiz çekilecek, Kelime-î Tevhid Bayrağı elden ele geçecek. Silahlar Afganistan’da, Bosna’da, Filistin’de, Tacikistan’da, Keşmir’de şarkılar söylemeye devam edecek. Oralarda da Bayraklar burca dikilirse Cihad yolu ilk günkü gibi olacak; zaman aynı zaman, kan aynı kan çünkü. Türkiye’deki Edebiyat kuşağının bir dönem öğretmeni olan rahmetli Cahit ZARĐFOGLU ağabeyim “Yaz, Abdülhamit oraları yaz. Sana önemsiz gelebilir fakat, her şeyi yaz.” diyerek cepheye ulaştırdığı mektupları ve teşvikleri için burada yad ediyor, Rabbimden ona rahmet ve mağfiret diliyorum. Bu kitab Đslâmi mücadeleyi her zaman ve her yerde sürdüren, zamanı gelince Rablerine verdikleri sözde durarak cihad meydanına çıkan Müslüman Gençlik’e bir hatıra. Abdulhamid MUHACĐRĐ Tankın içinde ezilmiş bir genç; yukarıdan aşağıya presle sıkılmış gibi. Patlayan bombanın parçaladığı bir ceset; bağırsakları karnından dışarı dökülmüş. Ka-fatassız başın içinde görünen beyin. Parçalanmış, yanmış, kolu bacağı kopmuş vücutlar. Gencecik insanlar… Resimlere bakıyor, bakıyordum. Önceleri bir ürperti duyuyordum. Fakat, zamanla kanıksadım bunları, bir tek şey hariç; düşmüş bir uçağın yüz üstü yatan pilotunun parçalanmış pantolonu… “Ölüm neyse ama, bu hale gelmek çok berbat”.

Zahedan çarşısındaki kumaşçıları dolaşıyoruz. En iyileri Japon mallarıymış. Cephede giyebileceğimiz renkten olması için bir top kurşuni kumaş aldık. Đran’ın Belucistan bölgesi, Afganistan, Pakistan, Hindistan hatta Bengladeş’e kadar olan bölge insanlarının giydiği biçimde elbiseler diktirecek; sırtımızdaki yabancılık giysilerinden kurtulacaktık. Terziye gittik. Ölçülerimiz alındı. Gömleğe konulacak cepler için çeşitli örnekler gösterildi. Sol tarafa kapaklı, sağ koltuk altına da içe doğru iki cep koydurduk. Şalvarlarımızı ve diz kapaklarına kadar inen, kalçalardan itibaren iki yandan yırtmaçlı mintanlarımızı giydik. Diğer elbiseleri bir torbaya doldurup kenara attık. Hizb’in önüne üç kamyonet geldi. Pakistan’a giden grubun eşyaları yüklendi. Đran’da çalışan Afganlılardı çoğu, bazı eşyalarda almışlardı: Döküm düdüklü tencere, portatif somya, cepheye götürmek için dürbünler. Kafilemiz otuz kişiydi. Kafile reisi; uzun boylu, iri yapılı, bembeyaz sakallı, dinç bir Afganlıydı.

Büronun reisi bizi ona emanet etti. Kamyonete yüklenmiş olan eşyaların üzerine çıkıp oturduk. Zahedan’dan doğuya doğru yola çıkınca hemen çölle karşılaştık. Pikaplar toz bulutları kaldırarak gidiyorlardı. Sınıra kadar üç defa durdurulduk, kafile reisimiz, eşyaların ve kafilenin geçişi için Devrim Muhafızlarından aldığı belgeyi gösteriyor ve yola devam ediyorduk. Yolda Afganlı olmayan iki genç daha bindi arabamıza. Bir süre sonra aşağı atlayıp taşıtların gittiği yola doksan derece dik koşmaya başladılar. O sırada Afganlı gençlerden birine bir kaç deste para veren ihtiyar, “Atla” dedi. Afganlı gençte diğerlerinin peşinden koşmaya başladı. Mesafemiz açılıyordu fakat, onlar aynı doğrultuda koşuyorlardı. Sınıra vardık. Kamyonetleri boşalttık. Pakistan ta/afından uzaktan ilk gözüme çarpan süslenmiş, 8 Pikaplardaki eşyaları indirdiğimiz yerden otuz metre kadar uzaklıkta, yüzleri bize dönük, yanyana dizilmiş insanlar, arada bir, hep bir ağızdan bağırarak el işareti yapıyorlardı. Bu insanların, ayakları bir hizada, vücutları ileri doğru kaykılmış, hararetle bağırmaları, sıçramaları, el kol hareketleri yapmaları merakımı uyandırmıştı. Sanki ayaklan kurt kapanma sıkışmıştı.

Halbuki yerde onları engelleyen bir şey de görünmüyordu. Mesele bir süre sonra anlaşıldı. Adamların bir hat boyu durdukları yerde, çizilmiş olan bir çizgi vardı. Elle toprağa çizilmiş bir çizgi. Çizginin bir tarafı Pakistan, bir tarafı Đran’dı. Đhtiyar grup reisimiz, elindeki kağıtları devrim muhafızlarına uzattı. Önce kamyonetteki yükler karşı tarafa geçirildi. Sıra bizlere gelmişti. Büyük bir heyecan ve suskunluk içerisindeydim. Arkadaşlar da aynı durumdaydı. Şu çizginin öbür tarafına geçebilmek. Okuyordum, teslim olmuştum. Arkadaşlara, “Biraz geride durun vaziyeti kontrol edelim” dedim. Karşı tarafa geçecekleri, iki asker bir devrim muhafızı kontrol ediyordu. Sırası gelenin üzerini, çantasını arayıp kimliğini kontrol ediyorlardı.

Askerlerden bir tanesinin kontrolü daha hafifti; o sıraya geçtim. Bu sırada arkadaşlardan iki tanesi karşıya geçmişti. Sıra bana gelmeden çantamı açtım eşyaları kavradım. Asker, “Tamam kapat” dedi. Üstüme şöyle bir el attı. “Yürü” dedi. Ve çizgiyi geçtim. Grubun tamamı geçmişti. bir hengame vardı. Asker, polis nevinden hiç kimse göze çarpmıyordu. Bazı adamlar ellerinde deste deste Đran, Pakistan paralarıyla dolaşıyor, her türlü paranın değişimini yapıyorlardı. Öbek öbek oturmuş insanlar, toprak damlı, önleri açık oturma yerleri, sağda solda iğreti kanapeler, içleri teyp, radyo ve diğer küçük elektronik cihazlarla dolu dükkanlar. Bir çay ocağı bulduk. Đçeri girdik. Genzimizi baharatlı et kokuları doldurdu.

Dokunsan devrilecek gibi duran, el koymaya gelmeyecek kadar kirden kararmış, üzerinde sineklerin oğul verdiği bir masanın önündeki tahta kanepeye çöktük. Biz etrafı süzerken oradakiler de bizi süzüyorlardı. Alevli ateşin yandığı ocak başında yemek koyan, çay pişiren bir usta oturmuştu. Garson geldi. Birşeyler söyledi. Anlamadık, “Çay” dedik gitti. Geldi tekrar konuştu, “çay, çay” dedik. O yine konuştu. Biz “Anlatamayacağız bari tarif edelim” dedik. Ocağa gittik. “Çay” diye işaret ettik. Onlar hâlâ haraketle konuşuyorlardı. Oturduk, garson yine başımızda. “Alın şu çantaları çıkalım, bu adamlara dert anlatamayacağız, onlarda bize anlatamayacaklar.” Kahvenin kapısından çıktık, önümüze bir genç çıktı.

Duran otobüsü gösteriyor, bizi çekiyordu. Farsça, Türkçe, tarzanca, gelmeyeceğimizi anlattık. Bizi bırakmıyor, çekiyor, peşimizde, önümüzde dolaşıyor. “Çattık vallahi, amma yapışkanmış.” O sırada Cihad geldi. “Ne oldu?” “Yapışta, ille otobüse binin diyor, herifi defeme10 rek, “Yahu sen neredeydin de daha önce, gelip şu yapışkandan bizi kurtaramaz miydin?”, “Amma yermiş be! Çay dedik; içemedik. Adamdan kurtulamadık. Bir an önce şuradan uzaklaşsak bari.” Nihayet, ak sakallı grup reisimiz çağırdı. Otobüsü tutmuşlar, eşyaları üzerine yüklemişlerdi. Gümrük kapısına gelmeden önce pikaptan atlayıp aldığı paralarla sınırı açıktan geçmek için koşan genç de gelmişti. Otobüsün gölgesinde, Zahedan’dan alınan Đran’ın o güzel açma ekmeğinin içine peynir konularak herkese dağıtıldı. Çöle çıkmadan önce kahvaltımızı yaptık. Otobüsümüz bir renk cümbüşüydü. Etrafı rengarenk süslerle kaplıydı.

Arka tampondan dizi dizi zincirler ve uçlarında metal parçalan sallanıyordu. Bütün otobüsler böyle süslüydü. Onlar gittikçe zincirler sallanıyor, metal parçalan birbirine vurarak sesler çıkartıyordu. Otübüse binmeye başladık. Koltuklar üzerine meşin çekilmiş tahtadandı. Sol taraf üçer, sağ taraf ikişer kişilikti. Koridor boşluğu, kapı ağzı çuvallarla, eşyalarla doluydu. Oturduk, koltuk aralan çok dar. Dizlerimizi önümüzdeki koltuğun arkalığına doğru diklendiriyoruz. Üç kişilik koltukta ve iki kişilikte de kenarda-kinin yarısı dışanda kalıyor. Yani bir taraf ancak iki-buçuk, diğeri birbuçuk kişilik. Havalı kornanın kulakları sağır eden sesinin uzun uzun gaydalı çalışıyla otobüsümüz sarsılarak; adeta sağa sola yalpalayarak hareket etti. Elhamdülillah diyerek Ayetel Kürsiyi okumaya başladık. 11 ^>uw. un utuesi arkadaki merdivenlerden yukarı çıkıp üzerine bir göz attı.

Aldığımız talimata göre bizburalarda ne kendi aramızda ne de bir başkasıyla konuşmayacaktık. Otobüsten aşağı indim. Burada biraz oyalanacağa benziyorduk. Bir polis otobüsün kapısından içeri bakıyordu. Bizim ihtiyarı çağırdı. Gümrük binasından göbekli birisi çıkmıştı, hararetle konuşmaya başladılar. Tekrar otobüsün yanına geldiler ve ihtiyar grup reisimiz onlara miktarlarını göremediğimiz, Pakistan Rupisi verdi. Cihad’a “Ne oldu?” dedim. “Herhalde ispiyon edildik ve bizim için rüşvet aldılar” dedi. Đran tarafı “Mirjave”, Pakistan tarafı “Taftan” gümrük kapısıydı. Öğlen sıcağında gümrükten, çöl yoluna çıktık. Otobüsün içerisi bir alemdi, teyip sonuna kadar açıktı. Aman Allahım o ne müzik, davul mudur, dümbelek midir, ona eşlik eden aletler ve var gücüyle bağıran, sanki boğazlanan bir kadın sesi. Bu yetmez gibi bir teyp yanımızda, bir teypde en arkada son sesleriyle bağırıyorlar ve bu gürültüde bağırarak konuşan yolcular. Çölde yol yok, otobüslerin sert bulduğu yerden sürülmeleri sonucu sayısız izler ve yollar ortaya çıkmış.

Şoför bir birine, bir diğerine dalıyor. Otobüs kanguru gibi sıçrıyor. Koltuklarımız kuvvetle sarsılıyor. “Şifayı bulduk”, “Hem de ne bulduk”, diye dertleniyoruz. Otobüs durdu. “Arama var!”, “Polis mi asker mi?” gelen bütün otobüsleri durduruyorlar. Gümrükte ya12 e, siyan elbiseli, zayıf, kupkuru, gözlemim önü bir parmak kalınlığında siyah bir halkayla V’-vrili, küçük gözleri bu halkanın içerisine kaçmış. B<>lkide haşhaşçı. Bu bölgede çekenlerin hesabı yok. Klinde bir tüfek, Đngiliz mavzeri. Bütün silahlan bun-‘l.m ibaret. Bir de mazda kamyonetleri var. Konuştukları dili anlamıyorum ama, yapılan işleri hareketler-ılcn, hararetli tartışmalardan, yapılan pazarlıktan ve vorilen alınan paralardan anlıyorum. Silahlı ihtiyar asker aşağıda duruyor, diğer memurlar arabaların içine girip kanepe altlarını, çuvaldaki eşyaları arıyorlar, kontrol ediyorlardı.

Arabanın ıızerindeki yükleri elleyip içindekileri kontrol ettikten sonra, bir pazarlık başlıyor. Anlaşamamış olacaklar ki memurlar eşyaların iplerini çözüp aşağı indirmeye teşebbüs ettiler, o sırada otobüs sakinleri istenen parayı vermeyi kabul edince denkleri indirmekten vazgeçtiler. Yine bir vakayı seyrediyoruz. Bu defa ellerde dolaşan bir teyp. Polislerle teyp sahibi fiyatta anlaşamayınca polis teybi aldı, teybin sahibi peşinden gidiyor. Diğer yolcular polisi durdurdu. Rüşvet pazarlığının ortasını bulmak için gayret sarfediyorlar. Teyp sahibi, teybini polisin elinden kapıp kaçmaya başladı. Poliste peşinden koşup yakaladı. Teybin birucu sahibinin, bi-rucu da polisin elinde olduğu halde biri diğerinin elinden almak için çekişiyorlardı. Nihayet aracıların gayretiyle anlaşma oldu. Polis rüşvetini aldı ve teybi sahibine bıraktı. Sıra bizim otobüse gelmişti. Đki memur önce otobüsün içini karıştırdı. Sonra bir tanesi üzerine çıkıp 13 sanlı eşyaları elleriyle üstten yoklayıp aşağı indi.

Bir fiyat biçmiş olacaklar ki pazarlık başladı. Eli silahlı, siyah elbiseli, gözleri çukura kaçmış ihtiyar asker, top-lululuğun birkaç metre açığında bir tilki merakı içinde gözleri ve kulaklarıyla, pürdikkat olanları izliyordu. Grup reisimiz olan yaşlı Afganlı, memurlardan biriyle biraz yürüyüp kırmızı renkli (100 lük) rupilerden uzattı. Bizimkilerin pazarlığı kısa sürmüştü. Grubumuzda yaşlı bir Afganlı daha vardı. Bunun sakalları reise göre daha az beyaz, boyu onunki gibi uzundu. Fakat, onun gibi iri değildi. “Ne kadar verdin” diye sordu. Söylenen rakamı duyunca birden yüzünü isyan dalgaları kapladı, celallendi. “Olur mu, bu kadar para verilir mi?”. “Başka ne yapabiliriz.” “Biz bu parayı inşaatlarda çalışarak, en zor işleri yaparak kazandık. Yemeden, içmeden, uyumadan zorluklarla biriktirdik. Cihad için harcıyacağımız bu parayı bu adamlara nasıl verirsin?” Reis: “Başka çaremiz yok, istersen geri alayım.” Đhtiyar reisimiz memurların yanına giderek verdiği parayı geri istedi.

Memurlar parayı verdi. Fakat otobüsün üzerine çıkıp eşyaları saran ipleri çözmeye başladılar. Artık sadece seyrediyorduk. Bir kişi otobüse tırmanıp memurun elini tuttu. Konuştular. Aşağıdakilere seslendi. Bütün gözler bizim Afganlı iki ihtiyardaydı. Aralarında konuştular ve cevaplarını verdiler. Eli silahlı asker o çukura kaçmış gözlerinden şimşekler çıkararak bağırmaya, bu arada eliyle indirin, indirin işareti yapmaya başladı. Otobüsün etrafındakileri itiyordu. Merdivenlere tırmanıp ipleri çözmek için o da atıldı. Bütün bu hareketleri çok asabiydi. “Allah’ım bu insanlar nasıl böyle duygusuz ve za-14 hm olabilir?” Etrafa baktım, her taraf kum. Her taraf I, gözün alabildiği yerlere uzanıp gidiyor. Düşüncele-ı mı çölün derinliğine doğru akıp kaybolan bir su gibi.

Hir asker ve bir silah. Şu adam neyine güveniyordu, I m uca insana zulmediyor, içinde hiç bir insani değer, Đnç bir inanç, hiç bir korku, merhamet, sevgi kırıntısı vok mu? Kafası ve kalbi, otsuz susuz şu çöle mi dönmüş? Şunun diyorum gırtlağını sıksam, içine kaçmış zlerini çıkarsam, silahı da alsam, sonra derinliğinde bakışların kaybolduğu çölün kuzeyine doğru vurup gitm. Ara ara bir çöle bir askere baktım. Afganlıların «•^yalarının ipleri çözüldü, eşyalar yukarıdan aşağıya doğru uçmaya başladı. Çantalar, tencereler, dürbünler ve bir kaç portatif somya. Memur eline somyayı alınca vle kaldırdı, güldü. Bütün hırsımı ve sinirlerimi bir kaç damla gözyaşına yükleyip akıttım ve uzaklaştım. Eşyalar yeniden yüklendi. Otobüs yine sıçrayarak gidiyor. Çöl sıcağı içeriyi kavuruyor, kulaklarımızı patlatan müzik yine çalıyor. Otobüsün sarsıntılarından karnımız patlayacak, kafamız ileri geri gidip gelmekten kopacak gibi. Dizlerimi öndeki koltuğa dayadım, ellerimle karnımı tutuyorum, kafamı dizlerime kapadım. Böylece sarsıntının şiddetinden duyduğum ızdırabı azaltıyorum. Önlerde oturan su termoslarını açtılar. Subardağı havalarda dolaşıyor.

Bardağı ağzına götüren suyu içmeden yansı yüzüne doğru saçılıyor, ağzına götürdüğü bardak burnuna çarpıyor. Burun deliklerine, gözlerine su kaçıyor. Suyu her alanın haline diğerleri kahkahalarla gülüyorlardı. Bardaklar devamlı dolup boşalıyor, fakat bize hiç ulaşmıyordu. Bu duruma içerlemeye başlamıştık. Grup reisimiz bizi görerek hususen uzatı 15 ramalan esnasında bardak aynı oyunu bizlere de oynadı. Ama içebildiğimiz yarım bardak suyla yemden hayat bulmuştuk. Daha fazlasında gözümüz yoktu. Otobüs mola verdi. Öğle namazını kılacaktık. Yağmur sularının toplandığı iki su birikintisi vardı. Hemen başlarına çöküp abdest aldık. Namazdan sonra otobüse binmeye başladık. Arkadaki koltuğa oturdum. O sırada otobüse binen iki genç, kendi lehçeleriyle kalkmamı istediler.

Ben işaretle, “Siz oturun, ben de oturayım” dedim. Israrla kalkmamı istiyorlar. Halbuki yer genişti. Onların gayesi rahat gitmek, peki benimki ne? Burada bacaklarım fazla sıkışmayacağı için biraz uzatabilirdim. Sonunda kalktım, yerime gittim. Yolculuğumuz aynı şekilde, gürültülü, sıçramalı tekrar başladı. Bir süre sonra arkadan gelen seslere döndük. Bana yer vermeyen iki gençten birisi kafasını tutarak yana yıkılmış, diğerinin burnundan kan boşalıyordu. Kafaları otobüsün şiddetli sıçradığı bir anda alçak olan tavana çarpmıştı. Gittiğimiz yolun sağ tarafında yüksek duvarlı bir bina vardı. Eski çöl hanlarını anımsatan bir görünümde. Sol tarafta da toprak damlı uzun tek katlı bir bina. Otobüs mola verdi. Su aramaya başladık Küçük yapıda tandır ekmeği yapılıyordu. Đkişer tane aldık.

Grupta ise ekmek peynir dağıtılmış. Oradan nasibime düşeni de aldım. Binanın bir köşesinde yan yatmış testiler vardı. Birer maşrapa da su içtik. Đkindi namazı vakti otobüsümüzün önü yine polisler tarafından kesildi. Polis barikatı önceden görü16 Herkes gömleğinin altına soktu. Ben de koltuk altıma sıkıştırıp kapıda duran polislerin arasından indim. Polisler önce otobüsün içini yoklayıp sonra yukarıyı kontrol ettiler. Bu defaki kontrol kısa sürmüştü. Otobüs tekrar yola çıktı. Akşam namazı için mola verdik. Güneş çölün kumları arasında kırmızı ziyalar saçarak kayboluyordu. Su olmadığı için teyemmüm yaptık. Güneşin ısısıy-la kızmış çöl kumlannda tam gün batımına doğru kıbleye durduk. Aynı yerde başka otobüsler de durmuştu.

Kalabalık bir topluluk vardı. Selam verdik. Duamızı yaptık. Bilal: “Şu gelen garanti bizim Lazistanh” dedi. Ve yaklaşıp selam verdi. Dediği gibi çıkmıştı. Orta boylu, siyah, gür sakallı, yapısı ve neşesi yerinde bu genç adam Rizeliydi. Türkiye’den Pakistan’a tebliğ cemaatine gelmişti. Pakistan, Hindistan, Bengladeş seyahatlerinden sonra Türkiye’ye dönüyordu. Bu yorucu yolda, bu kızgın çöl güneşinin akşamında ülkeme dönen birine rastlamak: Oldukça etkilendim. Bilal’le hemşehrisi konuşurken yanaştık ve selam verdik. Rizeli bize baktı ve daha biz bir şey konuşmadan “Ha punlan nerden puldun” dedi. Nasıl bir düşünceydi bu? Bir kaç cevap geçti kafamdan, ama hiç birini diyemedim. Bu tavıra bütün cevaplar, sertte olsa, kırıcı da olsa az gelirdi. O yine sordu: “Nereye gidiyorsun böyle? Bilal: “Afganistan’a, cihada” deyince o; “Afganistan’da cihad yok ki, kardeş kardeşi vuruyor.

Ravyınd’a git, daha hayırlı iş yaparsın.” “Ne yapacak?” dedim. “Tebliğ” “Sen şimdi şu halinle tebliğci misin? Önce davranış öğren. Afganistan’da yeryüzünün en zalim gücüne karşı Allah rızası için karşı çıkılan bir hareket 17 sıyaı aeaı. nıç dit şerne gereK yoK, diz notumuzu verdik.” dedik. Namazı müteakip tekrar yola çıktık. Gece yarısında hayalet gibi birkaç kerpiç yapının göründüğü bir yerde durduk. Yatsı namazlarımızı kıldık. Burada sabaha kadar uyuyacakmışız. Toprak mescitte uzanacak bir yer bulup yattım. Çantam başımın altında yastık olarak duruyordu. Günün yakıcı sıcağında kavrulmuş olan toprak hala sımsıcak. Sırtüstü uzanığımızda toprağın sıcaklığı yorgun adelelerimi yumuşatarak, yayılmaya başladı. Sabah namazına kalktığımızda vücudumdaki bütün ağrıların geçmiş olduğunu farkettim.

Sıcak toprak ağrılarımızı emip almıştı. Namazdan sonra yine doluştuk otobüse. Bu otobüslerin her tarafı orjinal, her tarafı harika. Đç ve dış tezyinatı, koltuklan, yolcuları, hatta içini dolduran eşyalar, çuvallar dahi…. Kornaları ve çok ortaklı bir yatırım oluşu. Otobüsün iki üç normal ve anormal kornasının dışında bir de havalı kornası var. Bir köyden, kasabadan veya birkaç evlik bir yerden geçerken şoför havalı kornanın kulağını kıvırıveriyor. Ve gayda başlıyor, iki üç dakika o dayanılmaz ses bağırıyor. Şu anda bindiğimiz otobüsün beş tane ortağı varmış ve bunlardan birisi şoför. Diğer ortakların üçü de otobüsteler. Saat dokuz sıralarında küçük bir pazarda yemek molası verdik. Haşlama et vardı. Fiyatını bilmediğimiz bir yana; idareli harcama yapmak zorunda olduğumuz için bir kap yemeği iki kişi yiyecektik. Otobüsün üzerindeki eşyaların üstüne oturarak yolculuk yapanlar da vardı. Yukarısı aşağıdan rahat 18 aegıı aeaım.

u zaman iplere sıkı tutun.” diye tenbih-ledi. Havalı korna gaydalı çala çala hareket ettik. Önce, oturuyor etrafı seyrediyordum. Sarsıntılar fazlala-şınca uzandım. Yol asvalttı. Fakat yer yer öyle bozulmuş, öyle çukurlar açılmış ki, dere tepe olmuş. Arada bir yattığım ve sıkı sıkıya tutunduğum yerden havaya sıçrıyor, altımdaki eşyalarla irtibatım kesiliyordu. O anda arabadan aşağıya ha düştüm, ha düşeceğim diye telaşlanıyor, yukarıya çıktığıma pişman oluyordum. Aşağıya inmek, kendimi arabanın içine atmak için otobüsün durmasını dört gözle bekliyordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir