Abraham Galante – Sabetay Sevi Ve Sabetaycıların Gelenekleri

Beş Yıl önce İsrail’e gittiğim zaman tüm dünya Yahudileri ile ilgili bilgi veren müzeyi gezdiğimde hayretler içinde kaldım. Türk Yahudileri ile ilgili hiç denecek kadar azıcık bilgi vardı ve bu azıcık bilgiler yalnızca Sabetay Sevi’ den sözediyordu. Bu nasıl işti? Genel havaya girip kendimizden söz etme gereğini mi duymamışız? Yoksa İsrail’li müze görevlileri mi bize ilgisiz davrandı? Yedi yüz yıl yaşadığımız topraklarda yalnızca Sabetay Sevi olayı mı yaşanmış? Ben Sabetay Sevi’yi on yedi yaşlarımda tamdım. Cağaloğlu yokuşunu ağır ağır çıktığımda onun adım taşıyan bir kitap gördüm kitapçı vitrinlerinin birinde. Hiç duymamıştım böyle birini… Ve uzun yıllar ona inanmış birine hiç rastlayamadım. Sabetay Sevi yaklaşık üç yüz elli yıl önce doğmuş veya yaratılmış ilginç bir olaydır. İnananlar ona “kurtarıcı” derken, inanmayanlar “sahte kurtarıcı” demiş. On iki yıl kadar önce İzmir de araştırmalar yaparken şehir esnafından biri, “Sabetay Sevi’nin evini görmek istemiyor 5 musun?” diye sordu. Heyecanlandım. Araştırmamın konusu değildi. Ancak İzmir Yahudilerinden söz ederken dünyayı etkilemiş İzmirli Sabetay Sevi’ den az da olsa söz etmeliydim. Bizi ona götüren, bu işi akşam saatlerine denk getirdi. Giriş kapısı, üç tarafı o döneme göre yüksek sayılabilecek binalara açılan dikdörtgen biçiminde bir avluya açılıyordu. Burada o ve ailesi oturmuştu. Hava kararırken ben ve fotoğrafçı arkadaşım Alberto Modiano donup kalmıştık.


Sağda, yarını daire tavanlı kapının arkasından binaya giren merdivenleri bir bir çıkarken sanki birilerinin Tanrı’ya yakarma seslerini duyacaktık. Evin yüzde sekseni hala özgünlüğünü yitirmemişti. Yaklaşık yirmi ailenin rahatlıkla oturabileceği bu binaların bazı bölümleri küçük tamircilerin ekmek tekkesi oluvermişti. İçlerinden birine sordum burayı ziyaret edenler var mı, diye … Varmış … Yabancılar gelip fotoğraf çekiyorlarmış ve burası bir Fransız yazarın eviymiş!. O evin kime ait olduğunu bile bilmiyorlardı. İzmir de verdiğim bir konferansta İzmirlilere Kültür Bakanlığımıza başvurarak burayı bir ziyaret yerine dönüştürmenin yollarını aramalarını söyledim. Anlamadığım bir nokta vardı. İzmir’in çok ünlü bir Belediye Başkanı Sabetaycıydı ve bu evi yıkılmaktan kurtarmanın çaresini hiç aramamıştı. Yeri gelmişken Sabetay’ a inananlara yakıştırılan “dönme” sözcugunun üstünde durmak istiyorum biraz. Avram Galante bu sözcüğün doğuşunu bize veriyor ancak, sözcük bugün anlamını yitirmiş … Prof. Galante 1935’te yayınlanan bu kitabının önsözünde, 6. paragrafta bakın ne diyor? “Bize, biri genç diğeri yaşlı iki dönme tarafından iletilen bazı konuşmaların …. ” Şimdi… burada sözü edilen biri genç diğeri yaşlı iki dönme sözcüklerinden Sabetaycılardan sözedildiğini anlıyor muyuz? Hayır! Aklımıza başka şeyler geliyor. O zaman sözcükleri yerlerinde kullanıp onlara “Sabetaycı” demeliyiz … 6 Sabetay Sevi olayının doğuşunu tam olarak tartabilmek için biraz da o günlerin koşullarını gözden geçirmeliyiz. IV.

Murat vefat etmişti. Saltanat sırası yegane varis olan Şehzade İbrahim’ deydi. Murat devlet yönetimini ele aldıktan sonraki sekiz yıllık kanlı padişahlığı döneminde kardeşlerini yani Şehzade Bayezid, Süleyman ve Kasım’ı İdam ettirmişti. Sağ kalmış olan İbrahim, üç kardeşinin başına gelenleri biliyor, sıranın kendisine gelmesini, cellat kemendinin boynuna geçirileceği anı, yıllarca kilitli tutulduğu odada bekliyordu.<ı> Çetin Altan’ın, Prof. Ahmet Mumcu’nun “Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl adlı yapıtından yaptığı alıntıda(2) şehzade katli olayları şöyle tanımlanıyor. Saray dışındaki idam uygulamaları, çokçası mahkumun palayla kafası kesilerek yapılırken, hanedan üyesi olan kişiler neden kementle boğularak öldürülüyordu? “Kanunname gereğince (Fatih yasası) idam edilen kardeş ve yeğenlerin katli için soruşturma ve yargılama yapılması ve fetva alınması gereksizdir. Zira onlar, kanun gereğince -yaşaması mümkün olmayan- kimselerdir. Bu yüzden cülus vaki olunca derhal katledilirler. Bu hal kardeş katlini doğuran sebeplerin ortaya çıkardığı bir usuldür. Hanedan üyelerinin idamının infazında ise eski Türk-Moğol geleneğine büyük bir titizlikle riayet edilirdi. Osmanlı Devleti’nde kuruluşundan itibaren, katledilen bütün hanedan üyeleri -kanları akıtılmadan- yani boğularak idam edilmişlerdir. Tarihçilerin genellikle kendisinden “Deli İbrahim”diye sözettikleri bu hükümdarın, zihni yetenekleri bakımından ola ğan olmadığı biliniyor.(3> iV. Murat zamanında her an öldürülme korkusu ile yıllarını geçirmiş olan Sultan İbrahim’in korku yüzünden ruhsal dengesizliğe düştüğü kesindir.

Yönetim, Valide Sultanların elindedir artık… Padişahlığı sekiz buçuk yıl sürmüştür. Sabetay Sevi olayını tamamen bir başka yola sürükleyen 19 . Osmanlı Padişahı IV. Mehmet 8 Ağustos 1648 de yedi yaşı içinde tahta geçti. Dördüncü Meh�et saltanatının bu ilk seneleri, devlet büyük bir buhran içinde çalkalanmıştır. Padişah çocuk olduğu için, memleket idaresi, Sultan İbrahim’i hal’ eden Kara -Murat ağa ve diğer ağaların ve bir de sarayda, hükümdarın ninesi Kösem Sultanın elindedir. Bu devre Osmanlı tarihinde “Ağalar Saltanatı” denilmek adet olmuştur. Sultan Mehmet, (8 Ağustos 1648 ve 18 Recep 1058) Cumartesi günü ikindi vakti saat 4,30 da cülus etmişti. Cülustan sekiz gün sonra (16 ağustos 1648) de, kılıç kuşanmak üzere Eyüp camiine gitti. Atının dizginini büyük mirahor tutuyordu. Sarı renkli bir libas giymiş olup üzerinde altın işlemeli bir kırmızı kaftan vardı. İki kaşının ortasına bir elif çekilmişti ve halkın Aleyke Avnullah sesleri bütün İstanbul sokaklarını dolduruyordu. Sultan İbrahim’in haseki ve cariyeleri usul gereğince eski saraya gönderildi. Yalnız büyük valide Mahpeyker sultan, genç padişahın tahta çıkmasında müessir olduğu için sarayda kaldı. Padişahın validesi genç Hatice Turhan Sultan, şimdilik bir nüfuz iddiasında değildi.

<4J Avcı Sultan Mehmet olarak bilinen iV. Sultan Mehmet 39 yılı aşkın bir süre saltanat sürdü. O, bir faninin hatırasını tezyin edecek kıymetlerden mahrumdu; sağlam tahsil görme mişti, hükümdarlık sanatını öğrenmeğe hiçbir zaman heves etmedi, daha anasının vesayeti altında iken mührü hümayununu teslim ettiği Köprülülerin yirmi yedi yılı bulan iktidarında vezirlerinin işlerine hiç karışmadı, devlet işlerine kayıtsızlık itiyadını edindi, alimlere, şairlere meclisler kuramadı, ilim ve sanat hamisi olamadı; av peşinde, saltanatın verdiği görkemi yaşadı. Balkanlarda avlanmak için İstanbul’u terk etti. Edirne’ de yerleşti. Divanı Hümayun ile beraber bütün devlet erkanı da oraya gitti. İstanbul sadece ismen devlet merkezi kaldı. Padişahlığının çocukluk yıllarında dalga dalga kanlı ihtilallere sahne olan büyük şehirden yılgın olduğu muhakkaktır. Tabiat güzelliği, Boğaz ve Haliç yalıları, bilhassa pek sevdiği İstavroz’un ve Çengelköy’ünün kiraz bahçeleri için her sene bir veya iki defa geldi, zevkü sefa sürüp yine Edirne’ ye döndü. Bu yazlık, kışlık göçlerde oğullarını da götürüp getirdi, peşinden hemen daima anası Turhan Sultan da gitti, o da yanı sıra üvey oğullan Şehzade Süleyman’la Ahmed’i taşıdı; bu iki prens de Edime ve İstanbul saraylarındaki mahbesleri arasında tebdili hava yaptılar, seyahat safahaları da mahbushane hücresinden farksız bir arabada hırpalanmak oldu. Ekseriya on bin, bazan da otuz bin kişi ile çıktığı, haftalarca, aylarca devam eden ve çok ağır masraflara mal olan büyük sürgün avlarından döndüğü zaman da tek düşüncesi haremi hümayunda dilber bir kadının ağuşunda dinlenmek oldu, ve ekseriya o büyük sürgün avlarına çıkarken muhteşem ve ağır saray arabaları ile, tekerleklerine varınca gümüş, kaplı, içleri incili sırmalı en pahalı kumaşlarla döşenmiş arabalarla, başta gözde hasekisi Gülnüş Sultan, en sevdiği kadınları da peşisıra sürükledi.<sı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir