Ahmed Refik – Lale Devri

ONYEDINCI YÜZYIL, Osmanlılar için, elemli bir felâket yüzyılıydı. Bu musibet Viyana surlarından baĢlamıĢ, Tuna sahillerine kadar devam etmiĢti. Osmanlılar böyle bir felâketle karĢılaĢacaklarım asla düĢünmemiĢlerdi. Sultan III. Mehmed devrinden itibaren Osmanlı saltanatının iç kuvveti çürümüĢ, tefessüh etmiĢti. Memleketin geleceğini sağlam temeller üzerine kurmaktan çok, kendi askeri Ģereflerine Ģeref katmak isteyen sadrazamlar, Osmanlı ordularını halen uzakta görülen zaferlerin peĢinde sürüklemekten, ülkenin geniĢ sınır boylarında kanlı insan yığınları oluĢturmaktan usanmamıĢlardı. SavaĢ, baĢından sonuna kadar Osmanlı saltanatının yegane kuvvetim teĢkil etmiĢti. Tuna’nın bir sahilinde baĢlayan cenk ve cidal Budin üzerinden bir yıldırım hızıyla geçerek Uyvar’a kadar devam ediyor, on onbeĢ sene süren harp ve kıtal, memleketin ilim ve marifet, sanat ve kültür hayatım periĢan ediyordu. Birkaç Osmanlı veziri, savaĢı ülkenin huzurunu ve saadetini sağlayan bir görünüme sokmak istemiĢler, bu hususta teĢebbüsde bulunmuĢlardı. Fakat Sadrazam Kara Mustafa PaĢa, Viyana’ya karĢı açtığı seferle Ģöhret hırsını tatmin etmekten baĢka bir Ģey düĢünmemiĢti. 12 LALE DEVRĠ Kara Mustafa PaĢa’nın Viyam önünden çekiliĢi çok acı ve çok kanlı olmuĢtu. Gerçi bir bucak asır önce Kanuni Sultan Süleyman’ın ordusu da Viyana önünden çekilmiĢti. Fakat o Ģâhâne ric’at ile bu zelil hezimet arasında büyük bir fark vardı. Eylül’ün on ikinci günü (1683) Jan Sobyeski’nin ordusu gelecekten bihaber, vatanın yarınki düĢmanlarını Türk topçularının kızgın güllelerinden kurtarmak için Doğu’dan yıldırım hızıyla yetiĢtiği zaman, Sadrazam Kara Mustafa PaĢa ne yapacağını ĢaĢırmıĢtı. MuıniĢ bir ihanet, Türk vezirini büyük bir felaketle karĢı karĢıya getirmiĢti.


Bu felâket mağlubiyetten çok, ĢaĢkınlıkla ve hayretle ortaya çıkan bir bozgun hareketiydi. Osmanlılığın ric’at demleri bu dakikadan itibaren baĢlamıĢtı. Asırlardan beri Osmanlı kılıcının altında boyun eğen, Ģafak bulutunun içinde parlayan hilâli, kin dolu gözlerle takip eden Avrupa, artık ilmiyle, fenniyle mü-, cehhez bir halde bütün Osmanlılardan intikam almak için harekete geçmiĢ, ve azminde baĢarılı olmuĢtu. Bu baĢarı Doğu Avrupa’nın tarihinde önemli bir devre oluĢturuyordu. Artık bir buçuk asırdan beri yorgun ve takatsiz kalan, duraklamaya baĢlayan Osmanlı hakimiyeti, Ģimdi kesin bir Ģekilde ric’at etmeye baĢlamıĢtı. Bu geri çekiliĢ, müthiĢ bir kayaya çarpan coĢkun bir selin, bütün kuvvetiyle geriye çekiliĢini andırıyordu. Osmanlı ordularının Viyana önlerine kadar ilerlemesi, zevale düçâr olan bir kuvvetin son faaliyetiydi. Bu durum, tıpkı uzun sahillere doğru birden bire atılan dalgaların metruk ve geniĢ kumsalları bir an istilâ ettikten sonra hemen orada durup çekilmesinden baĢka bir Ģey değildi. 1683’ten 1699 tarihine kadar devam eden savaĢlar hep bu ric’atın muhtelif kanlı safhaları idi. Osmanlı ordusu adeta korkunç bir paniğe kapılmıĢtı. O zamana kadar hasımlarını sürekli firar etmek zorunda bırakan yeniçeriler, birbirlerinden kopuk bir durumda, periĢan ve yavaĢ hareket eden insan kümeleri halinde yuvarlanıyorlar; ne zaman düĢmanla karĢı karĢıya gelseler cesetlerinden yığınlar oluĢturuyorlardı. Avusturya orduları ani bir saldırıyla Tuna vadisini takip ederek Budin’i, OsmanLALE DEVRĠ 13 linin Avrupa’daki bu son merkezini de geri almıĢlardı. Budin’in ele geçirilmesiyle Osmanlılık bir buçuk asır öncesine geri dönmüĢ bulunuyordu. Bu büyük ve hazin felaket, Budin’in bağlarından, gönülleri okĢayan ovalarından ve dağlarından ayrı düĢen Osmanlıların kalplerinde, Ģanlı bir devrin, Ģimdi uzaklarda kalan hatıralarını canlandırırdı. Osmanlılar, Kanuni Sultan Süleyman’ın en parlak bir zamanında, bu muhteĢem baĢkentte, taçlar ve tahtlar dağıtmıĢlar, kralları ve imparatorları himayelerine almıĢlardı.

ġimdi iki asırlık hayat, iki asır kalplerde iz bırakan gelenekler, kan tufanının içinde boğulup gömülüyorlardı. Maziye çevrilen bu bakıĢ çok elem vericiydi. Osmanlılar Budin’de geçirdikleri hayatı, Avusturyalılara karĢı asırlardan beri kazandıkları zaferleri, Ģimdi büyük bir üzüntüyle düĢünüyorlardı. Allah’ım, o ne devirdi! Bir taraftan Kanuni Sultan Süleyman Han’ın tuğları ve altınlar içinde yeĢil ovalara doğru ilerleyen otağ-ı hümayunu karĢısında bütün Macaristan baĢ eğiyor, Tuna sahralarında yankılanan zafer Ģenlikleri, Süleymaniye Camii’nin kubbelerinin ve saçaklarının altında ilahi sesler çıkarıyordu. Devrin bütün Ģairleri Osmanlılığın, Osmanlı hakanının zaferini ve Ģanını tebcil için kasideler inĢad eyliyordu. Ol Ģehsüvâr-ı mülki saadet ki, rahĢına Cevdân-ı deminde arasa-i âlem gelirdi tenk. BaĢ eğdi âb-ı fiğine a’day-ı engürüs, ġemĢîr-i cevherini pesend eyledi frank! tarzında yazılan medhiyeler, zamanın Süleyman’ının meziyetlerini tekrim için az görülüyordu. Artık o eski Ģevketten ve azametten eser kalmamıĢtı. Bir Mo-haç bütün Osmanlılığı Uy var önlerine kadar ilerletmiĢti. ġimdi bir Viyana, Yeniçeri cesetlerinden Salankamen ve Zenta ovalarında iki büyük, kanlı âbide meydana getiriyordu. Mamafih Osmanlılar bu ric’al hareketinde yine bir satvet harikası göstermiĢlerdi. Zabitleri ve vezırleriyle canlarını feda etmedikçe hakimi14 LALE DEVRĠ yetlerinin devam ettiği her avuç toprağı Osmanlı kanıyla boyamadıkça bir adım bile geri atmamıĢlardı. Hatta Viyana hezimetini takip eden iki senelik harp ve cidal esnasında bazı baĢarılar da göstermiĢleri nihayet Karlofça AntlaĢmasıyla bu kıtal devrine son vermiĢlerdi. Karlofça AntlaĢmasından itibaren Osmanlı Ġmparatorluğu’-nun paylaĢılması baĢlamıĢtı. Fakat Türkiye’de bu paylaĢımın baĢladığını, ülkenin büyük bir tehlikenin karĢısında bulunduğunu kimse anlayamamıĢtı.

Büyük Avrupa devletleri, bu antlaĢmadan sonra ortak çıkarları için, Türkiye’nin iĢlerine karıĢma hakkına sahip olduklarım Babıâli’ye kabul ettirmiĢlerdi. AntlaĢmanın sonucu Osmanlılar için çok zararlı olmuĢtu, imparatorluğun sınırı Eğri’nin kuzeyinden Kumran’a uzanıyor, Istoni Belgrad’ın batısından güneyine doğru geçiyordu. Bu on altı senelik mağlubiyet neticesinde, TameĢvar’dan baĢka, Tuna’nın öte yakasında bulunan memleketler tamamen Avusturya’ya terk ediliyordu. Felaket yalnız bununla da kalmamıĢtı: Ruslar, Almanla-! rın Osmanlı ordusuna karĢı kazandıkları zaferler üzerine Haçlı- ‘ lara katılmıĢlar, neticede onlar da Azak kalesini almayı baĢarmıĢlardı. Karlofça AnlaĢması’m takip eden yirmi beĢ yıl içinde Osmanlılar, Avusturya ve Rusya ile hep tek baĢlarına çarpıĢmıĢlardı: Osmanlı ordusu bu iki büyük hasmından birini tepelemiĢ, öbürüne karĢı daima baĢarısızlığa duçar olmuĢtu. Büyüt Petro, Rusya’yı vahĢet hayatından kurtararak Hıristiyanlık namına silâh kullanmaya baĢladığı tarihten itibaren, Osmanlılara karĢı da düĢmanlık göstermekten geri kalmamıĢtı. O zamanlar Büyük Petro’nun yegâne rakibi, isveç Kralı DemirbaĢ ġarl idi. Fakat Petro, bu hasmından kendisine hiç bir felâketin gelmeyeceğine inanmıĢ, Doğu’daki Hıristıyanları kurtarmak gibi, Rusların biricik emellerim gerçekleĢtirmeye teĢebbüs etmiĢti. Petro, Osmanlıları yavaĢ yavaĢ mağlup ederek ilerleme yöntemini izlemekten çok, Osmanlı Imparatorluğu’nu birdenbire mahvetme hülyasına kapılmıĢtı. Fakat bu elim hülya zelil bir esaretle LALE DEVRĠ 15 neticelenmiĢ, Büyük Petro, Prut anlaĢmasıyla Azak kalesini de elden kaçırmıĢtı. O zaman bozguna uğrayarak mağlup olmuĢken karısının sadakati sayesinde esir olmaktan yakasını kurtarmayı baĢarmıĢtı. Bu sırada Avusturya imparatoru Altıncı Kari, Osmanlılara karĢı komĢusundan daha baĢarılı bir Ģekilde hareket ediyordu. Prens Öjen’in galip ordusu Osmanlıları Petervaradin’de mağlup ettikten sonra Belgrad’ı kuĢatmıĢ, artık bu kere Balkanlar’dan hiç çıkmamaya karar vermiĢti. Pasarofça AntlaĢmasından sonra Belgrat ile Sırbistan’ın büyük bir kısmı Aluta nehrinin batısındaki Ulah kıtası, Sava nehrinin güney sahilinde bulunan Bosna arazisinin bir bölümü tamamen Avusturya’ya terk ediliyordu. Avusturya’nın iĢgal ettiği bu yerlerden anlaĢılıyordu ki, Avusturyalılar, gelecekte de taarruza geçmelerini kolaylaĢtıracak saldırıya elveriĢli noktalar elde etmiĢlerdi.

Gerçekten de Belgrat, Avusturya için ele geçirilmesi imkansız bir köprübaĢı durumundaydı. Sırbistan’ın bir kısmının zaptı, Avusturya’yı Türkiye’nin ortasına yerleĢtiriyor. Avusturya ordularını aynı zamanda Selanik ve istanbul’u tehdit edecek bir vaziyette bulunduruyordu. Sava nehrinin her iki sahilini elde etmesi, Bosna’yı tabiî sınırlarından mahrum ederek bütün vilayeti Avusturya’nın saldırısına maruz bırakıyordu. Avusturyalıların Romanya topraklarına kadar ilerlemeleri ise Tuna sahillerindeki hakimiyetlerini kuvvetlendirecek, Avusturya hakimiyetim Karadeniz sahillerine kadar yaklaĢtıracaktı. Avusturya’nın doğuda, bu kadar kârlı, bu derece korkutucu bir vaziyet aldığı asla vaki olmamıĢtı. Artık iki devlet, Rusya ile Avusturya, Osmanlı devletinin arazisini paylaĢmaya baĢlamıĢlardı. Yalnız Rusya’nın istilâkârâne hareketi, Prut hezimet iyle hayli gecikmeye uğramıĢtı. Avusturya, doğuda parlak ve devamlı galibiyetler kazanıyor, fakat bütün dikkatini sadece doğuya çevirmek istemiyordu. Habsburg hanedanının doğuda bir hasmı III. Ahmed ise, batıda diğer hasmı da XIV Lui’nin genç halefi idi. Avusturya yalnız Tuna ve Balkanlar’da Cermen ırkının mümessili olmakla yetinmi16 LALE DEVRĠ LALE DEVRĠ 1 7 yordu. Batıda Avrupa hegemonyasında Burbon hanedanının elinden almak istiyordu. Bu vaziyet, zor bir durumda bırakıyordu. Ruslar, Büyük Petro ile birinci Katerina zamanında Ondör-düncü Lui ile birleĢmenin yolunu tutmuĢlar, fakat bu tekliflerinin mütemadiyen reddedildiğini görmüĢlerdi.

Bunun üzerine Avusturya ile iĢbirliğine gitmiĢler, Osmanlı topraklarını paylaĢmak için kesin ve samimi bir ittifak akdetmiĢlerdi. Yapılan bu andlaĢma gereğince, her iki taraf kendisine yönelecek bir saldırıya karĢı otuz bin kiĢilik bir kuvvet hazır bulunduracaktı. Bundan baĢka, hangisi Osmanlı Devleti ile savaĢa giriĢecek olursa, öbürü bütün kuvvetiyle ona yardım edecekti. Bu siyasetten maksat, gerektiğinde Rus kuvvetlerinden bir kısmım imparatorun Fransa’ya karĢı kullanmasına meydan vermekti. Diğer taraftan da Rusya’yı Babıâli’ye karĢı devamlı olarak serbest bırakmaktı. Bu suretle Avusturya’nın batıda, Rusya’nın da doğuda serbestçe hareket etmeleri sağlanmıĢ oluyordu. Rusya ile Avusturya’nın bu ittifakı, Osmanlı Devleti için büyük bir tehlike idi. Babıâli, bu iki devletten herhangi birine harp ilan etse, her ikisinin de taarruzuna uğramıĢ olacaktı. Fakat bu taarruz, Osmanlı’nın mevcudiyetini zedeleyebilecek bir mahiyetteydi. Artık Osmanlı Devleti için, Avrupa devletleriyle boy ölçüĢmek imkan haricinde kalmıĢ bulunuyordu. O zamana kadar Osmanlıların zaferden zafere koĢmalarını sağlayan sebepler ve unsurlar, ordularının intizamı, harp sanatına olan vukufiyetleri, hasımlarının askerlik bakımından iptidai ve dağınık bir halde bulunmalarıydı. Bali Bey’in maiyetinde hareket eden Osmanlı akıncılarıyla, Fazıl Mustafa PaĢa’nın kumandasında bulunan asker arasmda büyük bir fark vardı. Ordunun teĢkilatı tamamen bozulmuĢtu. Osmanlı tahtında, üzengisini tamir eden bir neferi: “Orduya esnaf girmiĢ” diye asker saflarından çıkaran padiĢahların yerine, günlerini zevk ve eğlence içinde geçiren sultanlar geçmiĢti. Bunlar, dedelerinin kulaklarım dolduran cenk ve cidal seslerine karĢılık, ney ve tanbur nağmesıyle, pürĢevk ve neĢat, kadınların ve cariyelerin arasında günlerini geçiliyorlardı.

Artık orduyu, zaferi, vatanın kurtuluĢunu düĢünen kalmamıĢtı. Eski devirlerin zafer mirası, sarayın zevk ve sefahat masraflarına bile yetmiyordu. Askere düzenli maaĢ vermek Ģöyle dursun, düzensiz bir Ģekilde verilen para bile ayarı bozuk para ile ödeniyordu. Devletin bu insafsız hareketi, zaten terbiyeden ve disiplinden mahrum bulunan askerler arasında taĢkınca hareketler meydana getirmiĢti. Bu taĢkınlıklar sonucunda, Osmanlı tahtının birkaç defa yeniçeri mızraklanyla kanlar içinde yuvarlandığı, Osmano-ğullarının kendi yetiĢtirmeleri olan yeniçeriler tarafından kanlı cezalara uğratıldıkları görülmüĢtü. Osmanlı idaresi, kararsız ve periĢan bir halde günden güne zayıfladığı sırada hilâlin Avrupa ufuklarından çekilip batmasına bütün gayretleriyle çalıĢan Avrupalı devletler, Osmanlıların harp sanatına da vakıf olmuĢlardı. Hatta ileri seviyede bulunan fen ve teknikten istifade ederek, Osmanlıların silahlarından daha üstün silahlar da elde etmiĢlerdi. Montekukulli’nin Sengator baĢarısından sonra baĢlayan bu çalıĢma yıllarca devam etmiĢ, en parlak meyvelerini Salankamen, Zenta ve Petervaradin muharebelerinde vermiĢti. Artık Türkiye için harp ve cidal siyasetini bırakmak, insanlık için faydalı, geleceği temine hizmet edecek bir siyaset takip etmek; Avrupa’ya ilim ve sanat silahıyla mukabele etmek gerekliydi. Bu siyasetin teĢvikçisi, Üçüncü Ahmed’in veziri, NevĢehirli ibrahim PaĢa olmuĢtu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir