Ahmet Altan – En Uzun Gece

Kehribar rengi tozlu bir dünyanın üstünde uçuyorlardı. – Kil kırmızısı tepelerin yamaçlarındaki binlerce yıl önceden kalma kilise harabeleri, yıkık duvarlar, duvarlarına pencere biçimi delikler açılmış mağaralar, kayalara oyularak yapılmış basamaklar, bunların altına yerleşmiş ve bugüne mi yoksa geçmişe mi ait olduğu anlaşılamayan düz damlı kerpiç evler, derin vadiler, yaprakları tozlanmış, gövdeleri ihtiyarlıktan eğilmiş iğde ağaçlan hızla akıyordu altlarından. Gördüğü her şey onda daha bu yolculuğun başında belirmiş olan kaybolmuşluk hissini andırıyordu. İki saatten beri süren bu yolculuktan geri dönebilmek için sanki yüzlerce yıl harcaması, çağlan aşması gerekiyormuş gibi hissediyor, bütün hayatından ve kendinden uzaklaşıyordu ama bir yandan da kurtulacağını umduğu geçmişe, şu anda elinde başka hiçbir şey olmadığı için, neredeyse çılgınca bir hırsla tutunmaya uğraşıp, unutmaya yemin ettiği birçok anıyı hatırlıyordu. Öyle beklemediği bir yere gelmişti ki kaybolmakla geçmişe sarılmak arasında bir seçime zorlanacağından korkmaya başlamıştı. Askeri helikopter yavaşlayarak sola döndü, yarım ay şeklindeki bir dağ dizisinin ortasındaki açıklıktan bir vadiye girdi ve birden hızlanarak yükselmeye başladı, yükseldikçe art arda dağlar çıkıyordu ortaya. önünde bayrak dikili bulunan, kenarlarına kum torbalan dizilmiş bir askeri karakolun üstünden geçtiler, altlarında bir köy belirdi. Çamurlu dar yolları yukardan bakınca ağaç kabuklan gibi gözüküyordu, tek katlı toprak evler düzensiz bir şekilde yerleşmişti, üst üste di5 zilmiş taşlardan alçak bahçe duvarları yapmışlardı, köyün kenarında ise temiz ve düzenli alüminyum barakalar vardı. Helikopter köyün üstünde son bir kez döndükten sonra hemen arka taraftaki küçük helikopter pistine inişe geçti. Sarsıntıyla yere değdiklerinde çevrelerinde kil rengi bir toz bulutu oluşmuştu. Pervaneler yavaşlayarak dururken Yelda başını yanındaki pencereye dayadı. Garip bir bitkinlik hissediyor ama o bitkinliğin derinlerinde içini yırtan bir sana, hemen oradan, bütün hayatla ilişkisini kesmişe benzeyen o köyden, ıssız dağlardan kurtulmak için çırpınıyordu. Tam “ben geri döneceğim” diyeceği sırada pilot arkaya doğru bağırdı. – Çabuk olun, karanlık çökmeden üsse varmış olmalıyız. Yelda bir şey söyleyemeden çantasını aşağıya attılar, bir er neredeyse zorla onu kolundan tutup indirdi.


Helikopter, yeniden etrafa tozlar püskürtüp, Yelda’yı bir rüzgar girdabının içinde bırakarak havalandı, sanki oradan bir an önce kurtulmak istiyormuş gibi hızla uzaklaştı. Helikopterin kaldırdığı tozlar yatışınca Yelda o küçük helikopter pistinde yapayalnız kaldığını gördü, onunla birlikte gelen iki adam gitmiş, Yelda’yı karşılamaya da kimse gelmemişti. Dar ve pis yolları, çarpık duvarları, küçücük karanlık pencereleriyle bu köy ona asla içinden kurtulamayacağı bir tuzak gibi gözüküyor, yerinden ·kımıldayamıyordu. Tanıdığı kimse yoktu. Onu buraya getiren helikoptere mutsuz bir insan olarak binmişti, şimdi ise kendine tümüyle yabancı gözüken bu köyün kenarında o mutsuzluk bile anlamını yitirmişti, ölü balıklarla dolu bir havuza girmiş gibi anlatılması zor bir korku ve tiksinti doldurmuştu içini. Buraya niye geldiği, amacı, hatta mutsuzluğu bile umurunda değildi o anda, buradan hemen gitmek istiyordu. “Yarın gelen ilk helikopterle dönerim” diye düşündü. Bu düşünce onu canlandırdı biraz. Selim’i arayıp, “ben yarın dönüyorum” demek için çantası6 nı telaşla karıştırarak cep telefonunu çıkardı. Tuşlara hızlı hızlı bastı ama telefon çalışmıyordu. Daha birkaç saat önce içinde yaşadığı hayatla bütün ilişkisi kesilmiş gibiydi. Akşam yaklaşıyordu, güneşten kavrulmuş tepeler, üstlerinde yetişmiş tek tük kahverengi ağaçlarıyla hala sarı bir ışıkla parlıyordu ama köye bakan yamaçlar gölgelenmişti, eteklere doğru gölgelikler koyulaşıyor, ıssızlık duygusu artıyordu. Dağlardaki mağaralar o gölgeliğin içinde iyice siyahlaşmıştı. Valizini alıp köye doğru yürudü. Yabancılığın yarattığı yalnızlık duygusu öylesine yoğundu ki belleği neredeyse çılgınca bir çabayla geçmişe, kendinden saklamaya çalıştığı anılarına dönüyor, oradan en güzel olanlarını bulup çıkartıyordu.

Hepsinde de aynı yüz vardı. Dünyaya biraz küskün ve uzak bakan, kenarları çizgilenmiş . gözler, geniş bir alna düşen kırlaşmaya başlamış inatçı bir perçem ve bu görüntüye hiç uymayan alaya bir kahkahayla genizden gelen, kelimeleri dolu dolu söyleyen boğukça gergin bir ses. Bu yüzü, kendisini nasıl güldürdüğünü her hatırladığında ruhunda beliren o acı dolu karmaşa gene oradaydı: öfke, nefret, “ben onsuz yaşayamam” inana ve şefkat. O köyün girişinde onu şeytan karşılasa, Selim’in yanında olabilmek için bütün geleceğini satabilirdi ve bunu fark etmek bile o dayanılmaz gözüken özleme “ben ne kadar güçsüzüm” düşüncesinin yarattığı kızgınlığı ekliyordu. Köye girdiğinde ilk evin açık duran kapısından yaşlıca bir kadın çıktı, kalın kaşları çatıktı, burnunun iki yanından derin çizgiler çenesine kadar iniyordu, gözleri ilgisiz ama kuşkulu bakıyordu, başörtüsünün altından çıkan saçları fazla kınadan morumsu bir kızıllık almıştı, naylon terlikler içindeki çıplak ayaklarına kadar uzanan bol, rengi atmış siyah bir etek, üstünde kırmızı çiçek desenleri olan turuncu bir gömlek giymiş, omuzlarına da kahverengi kalın bir şal atmıştı. Yelda kadına gülümsedi ama kadın arkasını dönüp yan taraftaki çamurdan yapılmış fırının önüne çömeldi. 1 Yolun öbür yanındaki evin kapısı açıklı ama ne evin içinde, ne de tekerlekleri çıkarılmış bir bisikletle tahta bir kerevetin durduğu çamurlu küçük bahçede biri gözüküyordu, aceleyle terk edilmiş gibiydi. Yelda’nın içinde helikopterden indiği anda beliren sızı her an başka bir duyguya dönüşüyor, bir an özlem oluyor, bir an insanın kendini ait olmadığı bir yerde bulduğunda beliren nedensiz korkuya benziyordu, yalnızlık, kimsesizlik, unutulmuşluk biçimlerine giriyor, her duyguyla biraz daha derinleşip onu yoruyordu. Elindeki valiz ağırlaşmaya başlamıştı. Birden yolun sonundan kendisine ·doğru koşarak gelen genç bir kız gördü, uzaktan kızın bir blucinle gömlek giydiğini, ayağında botlar olduğunu, saçlarını bir bantla topladığını farketti, o anda bu hiç tanımadığı kızı görmenin onda yarattığı ferahlığı unutmayacaktı, kendine benzeyen birini görmek anlaşılmaz biçimde içindeki korkuyu, tedirginliği, yalnızlığı yatıştırmıştı. Kız soluk soluğa gelip, kesik kesik sözcüklerle özür dilemeye başladı. – Özür dilerim … Bir karışıklık olmuş … Ben diğer arkadaşın sizi karşılamaya geleceğini sanıyordum, o da benim geleceğimi sanıyormuş … Çok özür dilerim … Yelda hafifçe kızgın bir sesle, “önemli değil” dedi. Sonra duvarları çarpılmış içleri karanlık köy evlerine bakarak endişeyle sordu. – Nerede kalacağım? – Köyün öbür yanında bir yer hazırlattık size … Kızın sesinde hafif bir aksan hissediliyordu, bu yörenin okumuş kızlarından biri olduğu anlaşılıyordu.

Uzanıp Yelda’ nın valizini almak istedi. – Ben alayım … Siz yorulmuşsunuzdur. -Teşekkür ederim, ben taşırım, o kadar yorgun değilim. Birlikte yürümeye başladılar, Yelda indiğinden beri aklına takılan soruyu sanki önemsiz bir şey soruyormuş gibi sordu. 8 -Cep telefonları çalışmıyor mu burada? Kız güldü. – Öyle bir sorunumuz var … Sadece karakolun arkasındaki kayalıklarda çalışıyor cep telefonları … Sadece orada çekiyor. – Başka telefon var mı burada? – Tabii. Ofiste telefonlar var ama … Kız sustu. Yelda kıza bakıp, “evet,” dedi lafın sonunu beklediğini anlatmak isteyerek. Kız mırıldanır gibi konuştu. – Biz başkalarının duymasını istemediğimiz özel konuşmalarımızı o telefonlardan yapmamaya çalışırız… Cep telefonları da ne kadar güvenli bilmem ama işte gene de cep telefonu daha iyidir … Önce kızın ne söylemek istediğini anlamadı Yelda, sonra birden kavradı. İçi yeniden sıkıştı. – Adın ne senin? – Rojda … Yelda kendisini ilk kez tanıyan herkesi şaşırtan garip açık sözlülüğüyle, “Kürt müsün?” diye sordu. Kız neşeyle güldü, gururlu bir sesle cevap verdi. – Evet, Kürdüm.

Yelda’nın bu sorusunu bu kadar düz ve rahat sormasından kendince bir sonuç çıkartmış olmalı ki ümitle o da Yelda’ya sordu: – Siz? Yelda gülümsedi. – Yok, ben Kürt değilim. Rojda, açtığı paketten beklediği oyuncak çıkmayan bir çocuk gibi hayal kırıklığını saklamaya uğraşarak, – Olsun, dedi. Bir yükselip bir alçalan, kimi zaman küçük bir tepeciğe dönüşen, yer yer küçük çamur gölcükleriyle kesilen, içinden 9 biçimsiz iri taşların çıtığı, bazen siyah bazen kahverengi olan toprak yol düz bir şekilde gitmiyor, rastgele yapılmış evlerin arasından dolanıyordu, meydanlığa benzer bir yere geldiler, ortada kavruk bir ağaç vardı, ağacın altına boyanmamış, çimento grisi küçük beton bir kulübe yapılmış, gri demirden bir kapı takılmıştı, kapı pervazının üstüne çivilenmiş bir tahtaya birisi eliyle “Bakkal” yazmıştı. Kapısı açıktı ama diğer evlerin içi gibi bakkalın içi de karanlık gözüküyordu. Meydanda kimse yoktu. · – Sadece bir kadın gördüm helikopterden indiğimden beri, dedi Yelda, köylüler nerede? Evler sanki boş gibi… Rojda bir sır verir gibi sesini alçaltı. – Bu köy boşaltılmış, köylüler gitmiş… Daha yeni yeni dönmelerine izin verildi ama köyün çoğu daha geri gelmedi. – Çatışmalar sürüyor mu hala? – Eskisi gibi değil tabii ama arada bir civarda çatışmalar oluyor … Bazen silah sesleri buradan duyulur, önce ürkersiniz ama sonra alışıyor insan. Büyük tehlikelerin kenarında yaşayan insanların zamanla bir cesarete dönen alışmışlığıyla konuşuyor, bu alışkanlığın içinde sanki neye alıştığını da unutuyordu. Arkasındaki kayalığın üstüne de bir kulübe yapıldığından sanki sırtında bir başka evi taşıyormuş gibi gözüken köyün son evinin de yanından geçtiler, yarım ay şeklindeki dağların açık ucundan gözüken geniş ova solgun san bir deniz gibi açıldı önlerine. Son evin de ötesinde, köyden ayn gibi duran iki katlı taş bir bina vardı,· Rojda “bu da köyün en zenginin evi,” dedi, sonra gene gülümseyerek, “odanız bu evde,” diye ekledi, ”bir penceresinden arkadaki dağlar, bir penceresinden de ova gözüküyor, ben de burada kalıyorum.” Ev, biraz ötesinde başlayan uçuruma, o uçurumu kuşatan dağların sanki birbirlerine ulaşmak istermiş gibi uzanan, yer yer siyah kayalıklarla bölünen tarçın renkli vahşi yamaçlarına, o yamaçların açıklığından başlayıp ufuk çizgisinde gök10 yüzüne karışan ürpertili ovaya bakıyordu. İlk katında geniş bir yayvanı, ikinci katında bir gemi güvertesini andıran bir cumbası vardı; dağları, yamaçları, kovukları, yarım ayın birleşen uçlarında oluşan dar boğazı ve o boğazdan sonra uzanıp giden ovayı rahatça gözetleyebiliyordu. Yaklaştıkça evin bakımsızlığı daha çok fark ediliyordu, kum rengi dörtgen taşların arasına çaprazlama yerleştiren tahtalar yer yer çatlamış, çatlakların bazılarında ot bitmişti.

Binanın pencerelerindeki ahşap pervazlar çıkartılmış yerlerine binaya hiç uymayan kalın plastikten yeni pervazlar takılmıştı. Binanın içi serindi, eski eşyalar ya yağmalanmış ya da yeni misafirleri için boşaltılmıştı, garip, sessiz bir boşlukla karşılaşıyordu içeri girenler. Bir sağda bir solda iki kapı gözüküyordu. – Sağ taraftaki odayı mutfak yaptık, soldakini de banyo, dedi Rojda. Ama su problemimiz var, suyu her hafta tankerlerle getiriyorlar, onun için dikkatli kullanmak gerekiyor ama arka taraftaki depo büyük, onun için idareli kullanınca yetiyor. Dar merdivenlerden üst kata çıkarken kendi adım seslerini duyuyorlardı. Her basamakta evin içindeki kül rengi loşluk biraz daha koyulaşıyordu. Merdivenin bir genişlikten sola döndüğü yerin üstüne küçük bir pencere yapılmıştı, batmakta olan günün son ışıkları kızılımsı bir dörtgen halinde taşların üstüne düşüyordu. Işıktan geçerken Rojda’nın saçlarının parladığını gördü. İkinci katta yan yana kapılar sıralanmıştı, Rojda sondaki kapıyı açıp kenara çekilerek yol verdi, iki küçük penceresi olan odada tek kişilik bir yatak, yanında bir sehpa, tahta bir dolap, bir de küçük bir çalışma masası vardı, bir manastırdaki keşiş odasına benziyordu, belki de tek farkı duvarda asılı duran aynaydı. Yelda valizini yere koyup pencerelerden birinin yanına gitti, dağlar gözüküyordu, diğer pencere ise boğaza ve kararmakta olan geniş ovaya bakıyordu, sonsuzlukla çevrelenmiş gibiydi. 1 1 Rojda, eksik bir şey var mı diye odayı bakışlarıyla kolaçan ettikten sonra, – Siz biraz dinlenin isterseniz, dedi. Yen:ıekleri barakada yiyoruz. Yanın saat sonra yemek yeriz ama siz biraz dinlenmek isterseniz ben yemeğinizi ayırtınm. – Teşekkür ederim, yemeğe yetişirim herhalde.

Rojda çıktıktan sonra üstüne kalın bir battaniye serili olan yatağının üstüne oturdu, yatağın başucunda bir duvar oyuğunun içinde eriyip ufaak kalmış bir mumla bir kibrit duruyordu. Oda süratle kararıyor, duvarlar kahverengiye dönüşüyordu. Başını eline dayadı, vücudu hafifçe öne doğru yığıldı, artan karanlıkla birlikte terk edilmiş bir kentin sokakları gibi tehditkar bir yalnızlık içini sıkıştırıyordu, bir an soluk alamıyormuş, odadaki hava tükeniyormuş duygusuna kapılarak oturduğu yerden hızla kalktı. Merdivenlerden koşarak inip dışarı çıktı. Güneş batmıştı, köy gölgelerden yapılmış bir kabartma gibi gözüküyordu, evlerin arasından barakaların. pencerelerinden yansıyan parlak florasan ışıklarını gördü. Yüz metre ilerisindeki karakolun önünde bir asker ovaya bakarak nöbet tutuyordu. O anda içindeki keder ve yalnızlık öylesine derinleşti ki bir daha bu duygudan asla kurtulamayacağından korktu. “Bunu affetmeyeceğim” diye düşündü. Bütün duygulan değişse de bu kararının değişmeyeceğini, affetmeyeceğini biliyordu. 12 il Eğer insan bir matematik formül olsaydı Selim’in ruhunu, kişiliğini oluşturan duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, tepkilerini alt alta yazıp topladığınızda ortaya olumsuz bir sonuç, kötü ve itici bir insan çıkardı. Ama insan matematik bir formül olmadığından, varlığını oluşturan mayaya esrarengiz bir mucize katıldığından, onun kötü denilebilecek bütün özellikleri bir araya geldiğinde ortaya iyi ve çekici bir insan çıkıyordu. Onu yakından tanıyan herkes bu tuhaf denklemin farkındaydı ve herkes kendine göre bir cevap arardı bu tuhaflığa, Yelda ise bu mucizeyi zekanın sağladığına inanırdı, son zamanlarda çok sıklaşan kavgalarından birinde öfkeyle, “beni insan zekasından nefret ettirdin, zekaya olan bütün hayranlığımı ve güvenimi sarstın,” diye bağırmıştı. Gülmüştü Selim, zekasının kabul edilişindeki güçlü ton, onun . bu zekayı kullanış biçiminin aşağılanmasından daha çok ilgisini çekiyordu; onların ilişkisinde zeka sürekli biçim değiştiren mitolojik bir yaratık gibiydi, aşka, sevgiye, hayranlığa, öfkeye, düşmanlığa, dostluğa, yakınlığa hatta cinselliğe dönüşebiliyordu.

Kendi zekalarına olan hayranlıkları, diğer insanlara karşı duyulan gizli bir küçümsemeyi besliyor, konuşmaları zaman zaman zeka ayinlerine dönüşüyordu. Birbirlerini zekalarıyla yaralayıp, zekalarıyla iyileştiriyorlardı. Birbirlerine hem çok benzerler hem de benzemezlerdi, en önemli farklılıkları dürüstlük konusundaydı. Yelda için dürüstlük ve güven belki zekadan bile önemliydi, eğer o bir 13 peygamber olsaydı dininin temelini dürüstlük ve güven üstüne kurardı. Ama dürüstlüğe olan bu nerdeyse hastalıklı tutkusu onun yalan söylemesine engel olmazdı. Selim onun yalandan nefret ettiğini ve buna rağmen yalan söylediğini bilir ama anlaşılmaz bir biçimde· onun kendisine hiç yalan ı::öylemeyeceğine inanırdı. Ruhundaki bir tür ay tutulması gibiydi bu, zekası bu konuda bütün sorgulayıalığından vazgeçer, defalarca yalan söylediğini gö�düğü Yelda’nın kendisine karşı dürüst olacağı inancına istekle kendini teslim ederdi. Yelda’runkine benzer mutlak bir güven isteği Selim’ de de vardı, sevmek için değilse de bağlanmak için s�zınbsız bir güven duyması gerekiyordu, belki de bu yüzden zekasının ve bilincinin ulaşamayacağı, sorularla rahatsız edemeyeceği, ruhunun bilinç öncesi denilebilecek derinliklerinde saklı bir inançla bağlanıyordu Yelda’ya. Bu bağın, kendisinin dokunamayacağı bir yerde yaşaması gerekiyordu, aksi takdirde onu sorularıyla bozar, aralarındaki o anlaşılmaz büyüyü birkaç dakika içinde yok edebilirdi. Selim’in ihanet etmeyeceği bir duygu ya da kadın yoktu, yalnızca düşüncelerini ihanetin dışında tutar, işiyle ve düşünceleriyle ilgili hiçbir yalan söylemez, dahası söyleyemez ama duygular dünyasına girdiği andan itibaren bir yalancıya, bir sahtekara, bir haine dönüşürdü. Yalan konusunda da garip bir dürüstlüğü bulunurdu, yalancı olduğunu kabul ederdi, sanki kadınlar onun zekasından ve düşüncelerindeki dürüstlüğünden dolayı duygu oyunlarındaki yalancılığını kabul etmek zorundaymışlar gibi çocuksu bir şımarıklığı vardı. İlişkilerinin ilk başlarında bir gece sabaha karşı sevişmeden yorgun ve mutlu bir halde Selim’in göğsünde yatarken Yelda neredeyse yalvaran bir sesle, ”bana yalan söyleme,” demişti, “ben yalana dayanamam.” “Olur” derken bile yalan söylediğini biliyordu, yalan söy. lememesi mümkün değildi, bir balığın içinde yüzdüğü su gibiydi yalan onun için, orada doğmuş, orada büyümüş, orada 14 yaşamayı öğrenmişti, kadınlara doğrulan söyleyerek yaşamayı bilmiyordu, kendisine ait, kimsenin bilmediği gizli bir yaşamı olmalı, orada aşklardan, sevgilerden, duygulardan uzak ilişkiler yaşamalı, bedenin yumuşak ve gizemli hazlarına boğulmalı, ona güven vermeyen, onu kuşkulandıran bütün kadınlara ve hatta hayata karşı dokunulmaz bir gizli bahçede saklanabilmeliydi

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir