Ahmet Gunbay Yildiz – Gunahin Rengi

Benzi uçuktu. Yosun yeşiline dönük, daha çok soğumuş kül rengini andırıyordu yüzü… Gözlerinin içi taze bir yağmurun ardından buhar buhar kaynaşan toprağı hatırlatıyordu… Mesafesiz ufuklar aralıyor gibi kısık bakan gözleri, muhtemeldir ki görmüyordu… Dışarılarda, doğayı dalgın uykusundan uyandırmaya çalışan manzaranın dekor ve nakışlarını hazırlamak için çırpman yeryüzünde, hareketlilik vardı… Ne yazık ki desen desen çiçekleriyle havanın rayihasını değiştirecek günlerin muştusunu haykırmaya çalışan yeryüzünün, seremonisinde değildi onun bakışları… Oysa, dünyaya nefis bir görüntü kazandıracak olan baharın hazırlıkları içindeydi toprak… Akdeniz, hırçın dalgaların uslanmaz kabarışlarıyla çalkalanıyordu şu an. Evleri denize yakın bir mesafedeydi ve aralarında hiçbir engel yoktu. Dalgaların hoyrat vuruşlarıyla kıyıları amansız tokatlayışı, ona ürpertili heyecanlar yaşatırdı seyrederken.donmuş insan gibi, anlamsızdı bakışları. Genç kız cumbalı evin, denize bakan odasının pencere kenarındaydı… Hırçın dalgaların, azmış köpüklerinin üzerinde bırakmıştı gözlerini… Odasmda yalnızdı… Yer yer bulutların istilâsma uğrayan gökyüzünün loş ışıkları vuruyordu içeriye… İçinde gamlı bir sessizlik hâkimdi… Mahmur gözlerine hüznün taktığı perdeler, düştüğü her noktada içli bir manzara oluşturuyordu… Yeşil gözlerinin altında vicdan azabı gibi halkalanan keskin çizgiler, çehresindeki yeisi artırıyor, çatık duran kaşları, iç dünyasında depreşen hummanın esiri oluşunun kesin belgeleri gibi yansıyordu… Genç kız, son dört ay içinde ömrünün en renkli günlerini yaşamıştı. Sevincin ve hazzm, gençlik sevdalarının, başında deli deli esen kavak yellerinin önüne katılmıştı gönlü… Ne var ki dünya çok çabuk yüz çevirmişti ondan… Şu an, acının en demli anlarını yaşıyordu… Kâbusla dolu iniltili gecelerde ışıldayan münzevi alacalıklar gibi parlıyordu gözleri. O, artık hayatında alışkanlık hâline gelen buhurdanlarla kaynaşan içli bakışlar, çehresinde meçhul bir esrar cazibesi oluşturuyordu… Yine ruhsuz bir heykelin katılığındaydı vücudu… Sahi, onun dış dünyasına yansıtmak için çırpmışlar verdiği, içindeki sarp amansız duvarlarla ördüğü yasaklı mahzenlerin kapısına, açılması güç kilitler vuruşunun sebebi neydi?… Derin bir soluk aldı ciğerlerine… Kahırla doluydu ufku kapalı bakışları… Parmağmdaki nişan yüzüğüne dikmişti puslu gözlerini… Nişanlıydı… Son günlerde yaşadıkları inanılmazdı… İki katlı ahşap binanın alt katındaki geniş salonda, nişanlısının annesi ve babası vardı. şan takılmadan önceki günlerine dönebilmek için zorluyordu… Odasına çekilmiş ve kapısını üzerine kilitlemişti. Misafirlerin yanına inmesi gerektiğini biliyordu aslında; fakat inmiyordu her nedense… Kafasının içinde hapsettiği ve dışarıya sızmasına asla izin vermediği sıkıntıların kıskacında sıkışıp kalmıştı. Yasin’i seviyordu hâlâ… Duygulanndaki yoğunluk, sevdasının belgesi gibiydi. Bütün bunlara rağmen, evlerine düğün gününü kararlaştırmak için gelenlerin yanlarına inmeyişi, diğer yandan parmağmdaki nişan yüzüğünü yorgun uğraşlarla bir an önce çıkarmak için acele edişi, inanılmazdı… Misafirler, sabırsızlık içinde gelinin yanlarına geleceği anı bekliyorlar, birbirlerinin yüzlerine bakıp, fırsat buldukça göz kaş hareketleriyle anlaşmaya çalışıyorlardı. Hasret, yukarıda kendi dünyasının çıkmazlarına saplanmıştı. Âdeta onların varlıklarından habersiz gibi hülyalara dalmıştı… Yasin’le ilk karışlaştıkları günü hatırlıyordu… Tanıştıkları o günden şu ana kadar geçen zamanı düşlüyor, az sonra olabilecekleri, dipsiz bir kahrın vurdumduymazlığı içinde âdeta umursamıyordu… Hafif esen rüzgârın, ağaçların dallarına vurdukça çıkardığı sesler, kulaklarında sihirli namelere dönüştükçe, hayat efsaneli Akdeniz’in mavi suıanna ua*.a.


u auçap tm* ^u.* nunda görünürdü sık sık. Daha çok, sıkıldığı anlarda yapardı bunu. Bazen güneşin batışını seyreder, ayın ve yıldızların sularda yıkanışını gözetlerdi buradan. Bazen de güneşin doğuşunu, şafağın söküşünü seyrederdi çıkıp… Hasret bir evin tek çocuğuydu. Kim bilir, belki de surf bu yüzden olmalı ki, adını Hasret koymuşlardı… Çok az arkadaşı vardı. Hele liseyi bitirdikten sonra, münzevi yalnızlıklar içinde çırpman bir gönlün sahibi olmuştu… Annesine yardım ederdi daha çok. İşlerinin olmadığı anlarda, gününü etrafı sedir ağaçlarıyla çevrilmiş evin arka bahçesindeki muhteşem mevkide geçirirdi… Hele ilkbahar ve yaz mevsimlerinde bir başka olurdu bu bahçe… Desen desen çiçeklerin höykürdüğü, canhıraş renklerle selâmlardı onu… Rodos gülleri, frenk inciri, zeytin ağaçlan, portakal, limon ve yenidünyalarm efsane manzaraları arasında rahatlatırdı yüreğini… Sıcaklarda, meyve ağaçlarının altında ya da gölge vadeden ahşap çardağın içinde olurdu genellikle… Etrafını kilim gibi dokuyan asmaların altında kitap okur; uzaklarda, bütün azametiyle karşısında dikilen Toros dağlarının duman eksik olmayan zirvelerinde bırakırdı gözlerini… Şiirler yazardı gönlünce… Çocukluk yıllarından beri en vefalı dostu olmuştu bu bahçe. Evlerini yazlık kiraya verip Toroslar’m eteklerine göçen yerli halk da artık evlerine dönmüştü… Hasret, böyle bir değişikliği hiç yaşamamıştı ömründe. Çünkü onlar yaz ve kış, bu baba yadigârı ahşap evin bekçileriydi… Nüfusçu Ali’nin kızı diye tanırlardı onu… Sıska, orta boylu; fakat sırım gibi bir yapısı vardı Nüfusçu Ali’nin… Geniş omuzlu, kemikli bir adamdı Nüfusçu… Daha kırk yaşlarında, sarı dalgalı saçlı ve keskin bakışlıydı. Saçıyla aynı renkte olan bıyıkları oldukça uzundu. Onları sık sık tarardı aynaya bakıp. Çakırboncuk mavisindeydi gözleri. Otoriter bir yansıması vardı çehresinin… Sessiz mülayim bakışlarıyla, evin huzurunu sağlayan müstesna bir insandı evin kadını. Adı Selma olduğu hâlde Hasret bile babasından duyduğu lâkapla seslenirdi annesine.

“MAVİŞ” derlerdi ona baba kız… O, bakışlarından normal zamanlarında bile, şedit ürpertili ışıklar yansıtan adam, onunla konuşurken yumuşar, sakinleşir, âdeta erirdi karşısında. Maviş, şefkat ve hoşgörü abidesi bir kadındı, eşi ve çocuğuna karşı… Onu en sert öfkeler bile, incitmeye kıyamazdı. Adeta değişirlerdi karşısında. O, her şeyden önce insanı yatıştırıcı bir ruh iklimine sahip müşfik bir yapının insanıydı… İlçe, sonbaharın ilerlemiş günlerine rağmen, yaz aylarının unuttuğu günlerden bir iklimi yaşıyordu… Dalgalar fersizdi bugün… Sedef rengindeki kumsala yorgun men havadaki boguntulu sıcaklar Hasret’i bahçeye doğru çekmişti. Portakal ağaçlarının dalları meyveden kırılacak gibi eğilmişti… Limon ağaçları ve narların görüntüsü iç açıcıydı bugün… Biraz dolaştıktan sonra bahçedeki çardağa çekilmişti yine. Yalnızlık hissi basmıştı ruhunu ve iç mahzenlerin duvarları arasından sızan hissiyatı gamlıydı bugün… Bahçeye açılan pencereden gelen, annesinin sesiyle toparlanmıştı: – Hasret! İnce bir kitap vardı elinde. Onun satırlarının arasına gömüldüğü bir andı… Gözlerini kitabın sayfasından çekip, annesinin sesine dikkat kesilmiş ve o istikamete çevirmişti bakışlarım: – Çabuk gel. Elindeki kitabı çardaktaki kanepenin üzerine bırakıp koşmuştu. İçeriye girdiğinde önce annesi, sonra sedirin üzerine uzanmış kıvranan babası ilişmişti gözlerine… Rengi uçuk ve ıstıraplıydı. Babasını seyrederken, yüzü hayret rengindeydî Hasret’in: – Baba! Derin, ıstırap dolu bir bakış fırlatıyordu kızma: – Korkma canım. Doktora çıktım, “Müzmin grip.” dedi. Turistler arasında da salgmmış meret. – İzinli misin? – Rapor verdi doktor. Bir de reçete yazdı.

Eczaneye kadar gitmeyi gözüm kesmedi de ilaçlan alman için çağırdı annen. – Geçmiş olsun baba. Şimdi gidip alırım. Aceleci bakmıştı annesine:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir