Ahmet Ümit – Bir Ses Böler Geceyi

Süha kasabaya hâlâ ulaşamamıştı. Oysa köyden ayrıldıktan iki saat sonra anayola çıkmış olmalıydı. Ön cama çarpan yağmur damlalarını telaşla kovan sileceklerin arasından, ıslak yolu kaygıyla izliyordu. Kötü havanın etkisiyle olacak, akşam erken çökmüştü. Cipin uzun farlarını yakarken sıkıntıyla söylendi: “Yoksa yanlış yola mı girdim?” Hayır canım, iki gün önce, buradan geçerken gördükleri taştan kulübenin yıkıntıları oradaydı işte. Gelirken, kulübenin önünde, kurumuş sazlar arasından sızan küçük derenin kenarında mola vermiş, sararmış yaprakları son yaz güneşinin ışıklarıyla oynaşan söğüt ağaçlarının altında bir süre dinlenmişlerdi. Dışarıda yağmur dozunu giderek artırıyordu. Damlalar öyle hızlı düşüyordu ki Süha artık yolu göremez olmuştu. Süratini azalttı, cipi yolun kenarına çekip yağmurun dinmesini beklemeye başladı. Tavana çarpan damlaların çılgın tıpırtılarını dinlerken, “Tam da yola çıkacak zamanı bulmuşum” diye söylendi. “Melis ile Hakan nasıl da kaytardılar? Melis Hanım’ın başına güneş geçmiş. Dam başında bütün gün köylü kadınlarla konuşmak kolaymıymış. Hakan Beyimizin ise midesi bozulmuş. Yediği keşkek dokunmuş beyefendiye. İkisinde de sorumluluk diye bir şey yok.


Gerçi birlikte gidelim diye ben de fazla üstelemedim ama, üstelemek mi gerekiyor? Durum ortada, birilerinin gidip hocayı alması gerek.” Aslına bakarsanız ta başından beri Melis ve Hakan’dan hiç hoşlanmamıştı. Aralarındaki anlaşmazlık, beş yıl aradan sonra öğrencilik günlerinden aşina olduğu üniversitenin demir kapısından içeriye adım attığı ilk günden başlamıştı. Eski hocalarından Profesör Memduh Bey’in, hapisteyken bir tek kartla olsun hatırını sormamış olmasının ezikliğiyle gölgelenen babacan tavrının aksine, güzel yüzlü şımarık kız ile davranışlarında son derece pervasız olan genç irisi delikanlı, Süha’yı oldukça soğuk bir tavırla karşılamışlardı. Önceleri buna bir anlam verememiş ama sonraki günlerde aynı dışlayıcı tavırlarını sürdüren çalışma arkadaşlarının kendisini bir rakip olarak gördüklerini anlamıştı. Sağanak uzun sürmedi. Cipi yeniden çalıştırdı. Yaşlı Land Rover homurdanarak ileri atıldı. Asfaltın yüzeyini kaplayan sulan sıçratarak, önlerindeki rampayı tırmanmaya koyuldular. Rampanın ortalarına doğru motordan alışık olmadığı sesler duymaya başladı. “Eyvah! Tekliyor mu ne? Bende bu şans varken yolda kalırsak hiç şaşmam… Bir de gerçekten bozuluyor mu meret. İşte bu harika olurdu… Böyle bir havada dağ başında gecelemek. Sayın profesör de beklesin sabaha kadar otobüs terminalinde. Ben de, ‘Bak Hocam, o sevgili asistanlarından hiçbiri seni karşılamaya gelmedi’yi söylemek zevkinden yoksun kalayım. Sanki böyle bir şeyi söyleyebilirmişim gibi.

Onlar olsa söylerler. Şimdi ‘Hocaya yaranmak için bizi çağırmadı’ diyerek dedikoduma başlamışlardır bile. Neyimi çekemiyorlar anlamıyorum. Okul yönetimi de, Memduh Bey de onlardan yana…” Neyse ki rampanın bitimine yalan sesler kesildi de Süha rahat bir soluk aldı. Rampayı aşınca ıslak karanlıkta belli belirsiz parlayan bir küme ışık çarptı gözüne. Bu, gelirken anayoldan ayrıldıklarında karşılaştıkları ilk köy olmalıydı. Öyleyse kasabaya bir saatlik yolu kalmış demekti… Ya yanılıyorsa, ya burası düşündüğü köy değilse! “Çevrede başka ışık olmadığına göre mutlaka o köydür. Hani şu anketi reddeden Alevî köyü… Sahi niye katılmadılar ankete? Melis Hanım ‘Kente göç olgusunun köy kültürü üzerindeki etkileri…’ diye konuşmaya başlarsa, tabiî ki katılmazlar. Ne istediğimizi bile anlamadı zavallılar. Ama itiraf etmeliyim ki Melis’in güzelliği burada da işe yaradı. Tutkusunu saklayamadığı alev alev yanan gözlerle Melis’i süzen köse muhtar, söylediklerimizden hiçbir şey anlamasa da, sabırla dinledi bizi. Sonra da ‘Bizim köylü cahildir, anket neyin anlamaz’ diyerek geçiştirdi isteğimizi. Hakkını yemeyelim adamın, yine de çok konuksever davrandı bize. Belki başarılı bir anket çalışması yapamadık ama oldukça iyi ağırlandık bu köyde.” Işıklar yine kayboldu.

Köyle arasına küçük bir tepe girmiş olmalıydı. Bozkırı uzun iki mızrak gibi biçen farların aydınlığında ıslak yol hızla akıyor, sık sık çakan şimşeklerin vahşi pırıltıları pek de verimli olmayan yorgun toprağı aydınlatıyordu. Süha kolundaki saate baktı, içerideki ışık yetersiz olduğundan seçemedi. “Profesör henüz kasabaya gelmemiştir. İstanbul’dan öğleden sonra binecekti uçağa. Ankara’da uçaktan in, Tokat’a otobüs bul. Kasabaya gel. Daha epeyce vaktim var. Bir engel çıkmazsa tam vaktinde yetişirim. Sanki onu zamanında karşılamak bana bir şey kazandıracakmış gibi. Olsun, ben görevimi yapayım da. Bir türlü kurtulamadın şu görev duygusundan. Melisler ne kadar farklı. Ne kadar rahatlar, hiçbir şey umurlarında değil. Sanki dünyada onlardan başka kimse yok.

Bizden tamamen ayrı, yalnızca kendileri için yaşayan bir kuşak bu. Oysa aramızda fazla yaş farkı da yok…” Önüne çıkan çukuru son anda fark etti. Direksiyonu aceleyle sağa doğru çevirerek düşmekten kurtuldu. Ya o çukura düşseydi. Rotun kırılması işten bile değildi. Daha dikkatli olması gerekiyordu. Kim bilir ne zamandır bakımı yapılmayan bu yol gizli tehlikelerle doluydu. Belki de Melis ve Hakan’la olan sorunlarını profesörle açıkça konuşmalıydı. “Konuşsam ne olacak? Üniversiteyi başarıyla bitirmiş, büyük bir kararlılıkla akademik kariyerlerini tamamlamaya çalışan pırıl pırıl şu iki genç dururken, ‘geçersizliği tarih tarafından kanıtlanmış abuk sabuk bir ideal’ uğruna, ömrünün en verimli üç yılını, bilim ortamından uzakta, kendi gibi önyargılı yoldaşlarıyla birlikte bir tutukevinde geçiren bana mı inanacak?” Oysa, üniversiteden atılmadan önce ne kadar güzel bir dostlukları vardı Memduh Hoca’yla. Sık sık politikadan söz ederlerdi. Hoca o zamanlar da güncel olaylar yerine, politik akımların felsefî temelleri üzerine konuşmayı severdi. Bu sohbetlerde sözlerini bol bol Antik Yunan filozoflarından alıntılarla süsleyen profesör, Süha’nın inançlarını tartışılır bulmakla birlikte, ütopyaların insanlığın ilerleyişinde önemli bir yeri olduğunu vurgulardı. O günlerde hocanın kendisine gizli bir beğeni duyduğunu sezinler, bu sezgi onurunu okşar, güvenim pekiştirirdi. Artık bu konuları tartışamıyorlar. “O esnek ve anlayışlı bilim adamı yok artık.

Değişen dünyayla birlikte demek siz de değiştiniz Hocam!” Tepeyi aşınca aşağıdaki köyün ışıkları yeniden belirdi. Rampadan inerken vitesi küçültmesi gerekiyordu, bunu yapmadı. “Evet, Memduh Hoca’yla açıkça konuşmalı. Anlaşamazsak üniversiteden ayrılırım. Üniversiteden ayrılmak mı?. Otuz yaşından sonra yeni bir işe başlamak biraz zor olmaz mı?.” Süha bu düşüncelere takılıp kalmışken, cipin hızı da giderek artıyordu. “Ne olacak, gerekirse babamın taksisinde şoförlük yaparım. Babam da bayılır ya buna. Her akşam başımın etini yiyor zaten. Üniversite yine kötünün iyisi. Öff… Ne kadar zormuş böyle yaşamak.” Birden cipin sola çektiğini fark etti. “Kayıyor muyuz ne!” diye bağırırken, yapmaması gerektiğini bile bile frene bastı. Araba kasılarak iyice yana doğru kaymaya başladı.

Lastiklerin asfaltta çıkardığı sesleri duyuyor, bu, paniğini daha da artırıyordu. Bütün gücüyle direksiyona asıldı. “Umarım takla atmayız” diye mırıldanıp, her an takla atacakmış korkusuyla direksiyonu gelişigüzel çevirmeye başladı. Ama metalik çember onu dinlemiyordu. Bütün çabasına karşın cipin yoldan çıkmasına engel olamadı. Önce büyük bir gürültü duydu, sonra koltuğundan öne doğru savrulurken, farların ışığında uçuşan ağaçlar ve mezar taşları gördü. İkinci bölüm Gözlerini açtığında farların aydınlattığı ıslak yolu gördü. Işığın yetişemediği yerler koyu bir karanlıkla perdelenmişti. Hafiften bir baş ağrısı hissetti. Çarpma sırasında bayılmış olmalıydı. “Bir an önce dışarı çıkmalıyım” diyerek, yanındaki kapının koluna yapıştı. Tüm zorlamasına karşın açamadı. Öteki kapıya doğru uzandı, neyse ki bu sıkışmamıştı. Dışarı çıkar çıkmaz kaygıyla kendini dinlemeye, bedenini kontrol etmeye başladı. Acı duymuyordu, göründüğü kadarıyla yarası beresi de yoktu.

“Bu yüzümdeki ıslaklıkta ne? Yoksa yaralandım mı?” Telaşla sol şakağından yanağına süzülen soğuk sıvıya dokundu. Eline bulaşan ıslaklığın ne olduğunu anlamaya çalıştı ama karanlıkta seçemiyordu. Titreyen ellerini cipin hâlâ yanmakta olan farlarına yaklaştırdı. “Bu su yahu! Heyecandan yağan yağmuru da unutmuşuz.” Araba ne durumdaydı acaba? Cipin sol tarafına geçip hasarı saptamaya çalıştı. Kalın bir toprak sete çarpmışlardı. Çarptıkları yerin toprak olması iyiydi. “Arabada önemli bir hasar olmayabilir” diye sevinirken, toprak setin arkasında birbirine benzeyen beyaz taşları yeniden gördü. Evet burası bir mezarlıktı. Rüzgârda, yaprakları uğultuyla kımıldayan ağaçların altında, bir sürü mezar yan yana sıralanmıştı. Hayaletlerin, ruhların varlığına inanmayan bir dünya görüşünü benimsemesine, hatta bu topraktan mezarlık duvarının onun yaşamım kurtarmış olmasına karşın uğursuz bir ürpertinin sırtından bedenine doğru yayılmasını engelleyemedi. Süha’nın çoktan yenmiş olması gereken hortlak korkusu eskilere, çocukluk günlerine kadar uzanırdı. Onun ailesi de ulusal geleneğimizi bozmayarak çocuklarını sevgiden çok öcülü, gulyabanili tehditlerle büyüttüğü ve bol bol cinli, perili öyküler dinlettiği için bu konuda oldukça sağlam bir altyapıya sahipti. İlkokulla birlikte okumayı söküp, birazcık düş dünyası olan zeki, belki de azıcık tembel her çocuk gibi, çizgi romanlara merak sardığı dönemde yabancı korku dergileriyle de tanışmakta gecikmedi. Böylece cadı, vampir, kurt adam gibi Avrupalı doğaüstü yaratıklarla karşılaştı ve bu ilginç yaratıkları hemen bilinçaltına davet etti.

Onlar da büyük bir keyifle bu daveti kabul ederek, yalnız kaldığı her karanlık köşede zamanlı zamansız belleğinden fırlayarak ona korkulu, nefis anlar yaşatmaya başladılar. Bir ara öyle ileri gittiler ki, iki katlı ahşap evlerinde geceleri alt kattaki tuvalete gitmesi bile büyük sorun haline geldi. Bu sorun, Engels’in kitabını okumamış olmasına karşın tarihte zorun rolünü kavrayan babası tarafından suratına okkalı iki tokat aşk edilmesi ve tüm resimli korku kitaplarının yakılmasıyla bile çözülemedi. Daha sonraları, galiba lise birinci sınıfta Felsefenin Temel İlkeleri adlı kitabın girişinde karşılaştığı felsefenin ana konusunu oluşturan, “Maddenin mi, yoksa ruhun mu önce geldiği” sorusuyla kafasını zorlamaya başladığı, biraz da yan sırada oturan ve hep solcu yazarların kitaplarını okuyan ilk aşkının yeşil gözlerinin hatırına diyalektik ve tarihsel materyalizmin ateşli savunucusu olduğu o ilk devrimcilik günlerinde bile bu garip yaratıkların ürkütücü arkadaşlığından ayrılmadı. Çok daha sonraları artık dünyayı iyice tanıdığını düşünüp, her şeyi çözümleyebileceğine inandığı günlerde bile kimseye itiraf etmemesine, hatta gizli gizli korku filmlerine gittiği için arkadaşları tarafından yan şaka yarı ciddi eleştirilmesine karşın bu tuhaf duygulardan, bu duyguların ona yaşattığı olağanüstü anlardan asla vazgeçmedi. Ta ki askerî darbeyle korku, mezarlıklardan çıkıp sokaklara, evlere yerleşinceye kadar. Gözaltına alındığında çocukluğundan bu yana düşlerini işgal eden kâbuslarının gerçekleşeceğini bilmiyordu. Ama gerek Birinci Şube’deki yetmiş sekiz gün, gerekse iki ayrı tutukevinde geçirdiği otuz dört aylık süre boyunca öyle işkence türleri ve ölüm biçimleriyle karşılaştı ki, bu vahşetle yanşamayacaklarını anlayan bilinçaltındaki vampirler, hortlaklar ve kara dünyanın öteki yaratıkları yenilgiyi kabul ederek sessizce ortalıktan toz oldular. Ama piyasaya yeniden çıkıyorlardı galiba. Kafatasını çevreleyen derinin gerildiğini, tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Artık her an mezarlar açılabilir, ağaçların arasından, masum gülüşlü bir vampir üzerine atlayabilirdi. Bilincinin inatla bunların çok saçma olduğunu tekrarlayıp durmasına karşın, korkunun, benliğini ele geçirmesini engelleyemiyordu. Bir an önce buradan uzaklaşmalıydı. Cipe şöyle bir göz attı, görünürde önemli bir hasar yok gibiydi. Aceleyle bindi.

Direksiyonun başına geçerken ayağını vites koluna çarptı, okkalı bir küfür savurarak kontak anahtarını çevirdi. Çarpma sırasında stop eden motor hırsla kükredi ama ses giderek azaldı, azaldı ve gecenin ortasında yitiverdi. Yeniden çevirdi, bu defa motorun homurtusu biraz daha güçlü çıktı, ne ki sonuç yine olumsuzdu. İçerisi kötü kötü benzin kokuncaya kadar denedi. Bu denemeler onu adamakıllı kızdırmış, az da olsa korkusundan sıyrılmıştı. “Sakin olmalıyım… Köye gidip yardım istemeliyim. Belki fazla gecikmeden profesöre de ulaşabilirim. Hiç değilse köyden telefon edebilirim.” Böyle düşününce biraz rahatladı. Torpido gözünden el fenerini alarak cipten indi. Yağmur incelir gibi olmuştu. Asfalta yansıyan fenerin ışığını izleyerek yürümeye koyuldu. Düş gücünden korktuğu için hâlâ sol yandaki mezarlığa bakamıyordu. Ama asfalttan ayrılıp köye giden toprak yol ne yazık ki mezarlığın yanından geçiyordu. Zorunlu olarak, küçük gölcüklerle dolu toprak yola saptı.

Henüz yirmi adım bile atmamıştı ki yürümekte güçlük çekmeye başladı. Ayakkabılarının altında kocaman bir kütle oluşturan çamurlar onu engelliyor, adımlarını yavaşlatıyordu. Ayakkabılarını temizlemek için bir taş ya da dal parçası bulmak umuduyla yanındaki tarlaya bakındı. Fenerin ışığı birkaç metre ilerde bir çalı kümesini yakaladı. Çalılığa doğru yürürken duyduğu bir sesle irkildi. Durup, anlamaya çalıştı ama ses kesilmişti. Yanılmış olmalıydı, yürümesini sürdürdü ve sesi yeniden duydu. Olduğu yerde durdu. Tüm cesaretini toplayarak ani bir hareketle feneri mezarlığa doğru çevirdi. Ortalıkta ne şakacı bir hayalet, ne de korkunç bir canavar görünüyordu. Islak ağaçların altında, rüzgârın sarsmaya çalıştığı mezar taşları tıpkı ilk konuldukları günkü gibi sessiz sedasız duruyordu. Yeniden yürümeye başlayınca sesin ne olduğunu anladı. Bu ses çamura gömülen kendi ayakabılarından geliyordu. Sakinleşerek mırıldandı: “Hortlak benmişim meğer!”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir