Akilah Azra Kohen – Pi

“Evrimsizlik. Varoluşun anlamını düşünmeden yaşamak. Tırnaklarını geçirdiğin bir inancın içine başını sokup analiz etmeden bir parazit gibi beslenmek. Hayata katkısız, gelişime duyarsız, evrene bilgisiz var olabileceğini sanmak… Tüketmek. Tüketerek tükenmek ve her an ölmek” diye düşündü Özge, çoğu, varoluş nedenlerinden habersiz beş yüz kişinin oturduğu koltukların arasındaki ince uzun koridorda ağır ağır ilerlerken ensesindeki saçların ürperdiğini hissetti. Kendine amacını hatırlatırcasına bayrağa sarılı bıçağı daha da sıkı kavradı. Yemini biten vekil kürsüden inince, yemin etme sırası kendisinin olacaktı. Çektiği dikkatten güç alarak dikleşti, ne de olsa meclise girecek en genç milletvekiliydi ama herkes onun gençliğinden değil güzelliğinden ve dokunulmazlığından konuşur olmuştu. Büyük başlar tarafından desteklendiğini bildiklerinden, kimin metresi olduğunun merakıyla daha şimdiden onu aralarına almaya hazırlardı. Bilmedikleriyse o dokunulmazlığın Özge’ye evren tarafından kendi potansiyeline ne olursa olsun hizmet etmeyi seçtiği anda verildiğiydi. Ama Özge belki de nefes alabileceğinden de çok derinlere inmiş, potansiyeli kurban eden bu sistemi hedef almıştı, birileri bir şeyler yapmazsa, bir şeyler başlatmazsa dünyanın, potansiyeli filizlenememiş milyonlarca tohumun mezarlığı olacağını bilerek. Tek başına yenemeyeceğini biliyordu ama çabalaması gerektiğini hissediyordu, evren ona söylüyordu, o yola çıkarsa diğerleri de peşine takılacaktı. Ölümüne hazırdı! Yaşamı korumak için ölümüne hazır olmak şarttı. Adı söylendiğinde düşüncelerinden sıyrıldı, adım adım yürürken kafasını kaldırdı. Meclisin pahalı koltuklarına oturmuş milletin sözde vekilleri kendi aralarında yaptıkları dedikodulara dalmışlardı.


Çoğu, anlamdan, tekâmülden habersiz bu mahluklar nasıl diğerlerinin haklarını korusunlardı! Hak ancak sahip olduğunu fark etmekle korunabilirdi ve ancak kişinin kendisi kendi hakkını koruyabilirdi. Birbirimize edeceğimiz tek yardım hakkımıza sahip çıktığımızın şahitliğiydi. Yaptığımızın doğru olduğunu söyleyen bir bakış hem en güçlü kalkan hem en doğru silahtı! Etrafına bakındı, bu salonda, bu yüzlerce “kişi” olamamış bedenin arasında ne kadar kalkansız ve silahsızdı. Hak için burada olan kim vardı?! Adım adım yürüdü kürsüye, birazdan yapacağı şeyin haberlerde yer almasa da buradaki bir çoklarının rahatını kaçıracağını ve burada olamayan bir çoklarına da umut olacağını biliyordu. Yemin ederken elini üzerine koyması için kendisine uzatılan kutsal kitabı elinden çekip aldığı adamın şaşkınlığına aldırmadan önce öptü kitabı, sonra alnına değdirip kürsünün üstüne koydu. Ve elindeki katlı bayrağı hamle hamle açarken bakışını bayraktan almadan sakin bir sertlikle konuşmaya başladı. “Yağmacılar! Başkasının hakkıyla beslenenler!” Salondaki uğultu dindi, sözde vekiller ne olduğunu anlamaya çalışırken bu kızın vekillik yemini etmek için çıktığı kürsüde ne saçmaladığına bakakaldılar. Bayrak tamamen açılırken Özge bayrağı kürsünün önünden sarkıtıp devam etti: “Temsil etmeye yemin ettiği değeri yağmalayan herkes! İnançlıymış gibi davranıp ruhlarını paraya satanlar! İnançlarımızı pazarlayanlar! Hak yerken ne kadar da korkusuzlar! Yaradan’dan da haktan da asla korkmazlar! Tek bir korkuları vardır: Adalet! Çok çalışkanlar! O çok korktukları adaletin yok olması için durmaksızın çalışırlar! Ama bir an kamufle olabilseler de sonunda mutlaka ortaya çıkacaklar! Hayattan asla saklanamazlar, kaçamazlar! Çünkü BİZ buradayız!” dedi ve kürsünün köşesinde bekleyen bıçağı sağ eliyle havaya kaldırdı, kürsünün biraz ilerisinde dikilen adamın kürsüye doğru şaşkın iki adımı arasında, sol avucunu boydan boya kesti. Elinden akan kan bayrağa, kürsüye, kutsal kitaba damla damla bulaşırken, ifadesinde en ufak bir tereddüt belirmeden, kalbinde hissettiği yalnızlığın elinin acısını tamamen gölgeleyen hissinde dimdik, kanıyla yemin etti. “Aldığım her nefeste, hakkına sahip çıkma onuru gösterenlerin yanında yer alacağıma, adalet için ne pahasına olursa olsun, kiminle olursa olsun, gerekirse kendimle bile savaşacağıma yemin ederim! Varlığım, canın haklılığına armağan olsun! Ne mutlu hakkımdır diyebilene! Hakkı için, hak için var olduğunu bilene!” 2. Göksel Ayaklarını sarkıttığı yüksekliğin umarsızlığında kiremitlerin arasındaki çatlaktan sızan ışığın aşağı süzülmesini izlerken yattığı yerde müziğini dinliyordu Göksel. Deniz’e adanmış ama istenmeyen Ada’nın müziğini… Deniz kabul etmediği için ekranı kırık iPod Göksel’deydi, Ada’dan gelen her şey artık Deniz için ihanetin işaretiydi. Çalan telefonun cebindeki titreşimi ona Deniz’in kendisini aşağıya çağırdığını söylüyordu, çünkü o, numarayı bilen tek kişiydi. Uzandığı tahtanın üzerinden hemen doğruldu, önündeki ince demire kollarını koyup aşağı baktı, yirmi dört metre aşağıda sahne hazırdı. Bu Deniz bambaşka bir adamdı, kafasına koyarsa yapamayacağı ne yoktu ki? Deniz iki kere çaldırdı telefonu, tepede Göksel’in doğrulduğunu görüp kapattı.

Aşağı inmesi nasılsa birkaç saniyesini alacaktı. Akşamki gösterinin provasını yapan on bir kişi Göksel’in çeviklikle tepedeki demirden karşıdaki duvara atlayıp oradaki merdivenden inişini izledi. Göksel sahneye indiğinde hiç konuşmadan ortaya yürüdü, beklemeden döndü, havada iki salto attı, ortada duran kızı kaldırdı, döndürdü, atıp tuttu, yerine bıraktı ve perendeler atarak sahneden indi. İşi bitmişti. Köşede duran derme çatma masanın üstünden bir elma alırken Deniz’e dönüp artık gidebileceğini onaylayan bakışı bekledi… Bakışı alıp elmayı ısırdı, Deniz’in duymak bile istemediği müziğini kulağına taktı. Çünkü bu müzik, Ada’nın sesi, Göksel’in insanlığının besiniydi. Ada, “Kayboluşumun kapısısın sen… İçine bak ve bul beni…” derken Göksel çıkmıştı viraneden hallice, ancak restoresi bitebilmiş, eskiden dergâh olmuş, sonra depoya dönüştürülmüş, şimdiyse sanat sokağı olarak kullanacakları bu yerden. “Sokak” adını vermişti Deniz buraya. Sokak. Bir mekândan çok herkesin hakkı olan bir yer olsun istemişti. İnsanların yalınayak olabileceği, isterlerse yere uzanabilecekleri, dans edebilecekleri ve kızların o samimiyetsiz topuklu ayakkabılarla asla giremeyeceği zemini kumla dolu bir yerdi burası. Sanatın doğallıkla, samimiyetle sunulduğu sanatçının evde hissedeceği bir yer. Sokak’tan çıkıp yürüdü. Etrafta bakımsızlıktan yıkılmış cumbalı eski evleri geçip artık sadece inşaat malzemelerinin ve vitrin mankenlerinin satıldığı dükkânların istilasına uğramış şehrin en eski caddesine indi. Artık çöp toplamıyordu, amiri kesin yasak koymuştu.

Caddeden karşıya geçip bir zamanların en becerikli mimarları tarafından yapılmış, bugünse sahipsiz insanlara ev sahipliği yapan binaların ortasından tepeye tırmanan yokuşun başına geldi. Bu semtte herkes onu tanır olmuştu, dahil olduğu iki kavgadan sonra artık onun polis olduğunu da biliyorlardı, hem de en delisinden. Onunla karşılaşmamak için dükkânların, kahvenin içine çekilen delikanlıların dikizlemesiyle, yokuşu tırmandı. Attığı her adımda o semte sahip olduğunu bilerek kendinden emin ve ağır ağır çıktı yokuşu. Bir parça ekmek için her türlü zulmü çekmeyi normal sanan kimsesiz çocukların önünden kendi çocukluğunun içinden geçer gibi geçti. Karakol bu yokuşun hemen köşesindeydi ve bir sonraki caddeyse ülkenin en lüks semtlerinden birinindi. Birkaç yüz metrede bile hayat ne kadar değişkendi. Cehennemin gidilecek bir yer olmadığını artık biliyordu. Herhangi bir şey olabilirdi cehennem ve hiç anlamadan, fark etmeden sahip olabilirdiniz o cehenneme. Ada için Deniz’in kendisine duyduğu tiksinti, Deniz için Duru’nun ihaneti, köşede bekleyen şu mahvolmuş küçük çocuk için belki de annesizlik, kaldırıma oturmuş şu adam için yavrusunun kalbine saplanan bir bıçak, ölmek üzere olan şu köpek için belki de susuzluk… Cehennem sınırlandırılmış bir yer değildi, anlamı parçalayan bir şeydi. İnsana yapışan, nereye giderse gitsin yanında götüreceği, ne kadar savaşırsa savaşsın yenemeyeceği, kaçıp kurtulamayacağı bir an ve bir kere bulaştı mı asla geçmeyecek bir haldi. Bazen bir türlü karşılanmayan bir ihtiyaç, bazense bir türlü unutulamayan bir andı cehennem. Polislik onu diğerlerinin cehenneminde misafir etmişti, birbirinden farklı yüzlerce cehennem bulaştıkları insanların kalplerinden tüm yaşamlarına yayılmış, diğerlerine bulaşabilmek, dünyada yayılabilmek için alev alev yakıyordu ruhları. Acıyla tanışan insan acı veren bir şeye dönüşmeyi hak görür olmuştu. İntikam, cehennemin tek ateşiydi.

Hınçla, savaştığın şeye dönüşmekse tek seçenek. Karakola vardığında hiç konuşmadan girdi odasına ve oturup bekledi, nasılsa birazdan bu geceki görev yeri verilecekti. Artık ekibin başıydı. Göreve gidecek, etrafı kırıp dökecek ve gece gösteri başlamadan Sokak’a yetişecekti. 3. Ada Yetmiyordu, ne yaparsa yapsın, ne içerse içsin, bedenine ne alırsa alsın kalbindeki sızı dinmiyor, aklındaki sancı geçmiyordu. Eksikliği dolmuyordu. Son çizgiyi de çekti kokainden ve çıktı odadan, kayıt için stüdyoda kendisini bekleyenleri kaç saattir bekletiyordu… bilmiyordu. Önemsemiyordu. Stüdyoya girince herkes bir anda hareketlendi. Ülkenin en yeni yeteneği, Tugay’ın para makinesiydi Ada. Kulaklığı taktı, kendi sesini duymanın acısında kaybolmaya hazır, şarkısına başladı: “Dinmiyor… kimse bilmiyor… Gönül koş diye bağırıyor, akıl dur diyor. İçimde söndün sanmıştım Uyanmıştım… ama sen hep varsın! Aklımda sancısın Ruhumun ihtiyacısın. Dünyam senin etrafında dönüyor Tüm düşünceler sana çıkıyor! Gitmek istiyorum… kendimden… senden… Lanetlediğin bu bedenden! Söyle bana, bir tek kişiye duyulan… aşktan… daha acımasız… Bir şey var mı! Senden daha nazik bir cellat Benden daha istekli kurban var mı! Dinmiyor… kimse bilmiyor… Gönül koş diye bağırıyor, akıl dur diyor. Neden tüm düşünceler sana çıkıyor! Söyle bana! Umut var mı… bu yol sana çıkar mı! Bir tek kişiye duyulan… aşktan… daha acımasız… Bir şey var mı! Gönül koş diye bağırıyor, akıl öl diyor…” Ruhlarında ihtirası bir türlü hissedemeyip, aşkı yaşayamadıkları için şarkılara sığınan herkesin saklandığı o şarkıyı böyle yazdı Ada, Deniz’in duygusuyla çıktı kelimeler içinden ve hemen müziğe dönüştüler.

Ülkenin en yetenekli sanatçısıydı o, herkesin taptığı, tanımak için yarıştığı, her TV programının peşine düştüğü Ada, Deniz’in müziğini Şadiye ve Tugay’a sunan, reklam için satan Ada. Deniz’in suratına bile bakamadığı Ada. Deniz’in şehre dönmesi hem mutluluğunun kaynağı hem de yıkımının başlangıcı olmuştu. Çünkü müziğe yapılan ihanet affedilemezdi, müziği Deniz’den dinleyen, ondan müzikle konuşmayı öğrenen herkes bunu bilirdi. 4. Sadık Elindeki telefon ilk defa küçük geliyordu. Onun eşsiz, korkusuz yüzünü daha iyi görmek için yüzünü telefona iyice yaklaştırdı. Özge’nin, elinden akan kanı umursamadan kürsüden inişini izledi. İzlediklerinin etkisiyle çatılan kaşları, gülümsemeye yenik düşen dudaklarıyla resmen kavgadaydı. Yanılmadığının sevinci doğdu önce içine, Özge’nin göründüğü gibi, hissettirdiği gibi olduğunun sevinciydi bu ama sadece bir an sürdü, çünkü o bir andan sonra duygularından, özünden uzaklaşıp yaşamayı seçtiği gerçekliğe döndü, gülümsemesi dudaklarında öldü. Ve tam o sırada hocanın sağ kollarından Rasim aradı, ondan başka kimsenin numarasını bilmediği diğer telefondan. Telefonu açıp bekledi Sadık. Rasim, “Kim bu?” dedi direkt konuya girerek. Sadık sadece, “Bizim” diyebildi, yalan söyleyerek. Özge kimsenin değildi! Rasim, “Nasıl bizim!? Muhalefetten girmiş meclise! Halka yayıldı video, geç kaldık, kaldırsak da izlediler artık.

Engellersek iyice fenomen olur bu karı. Haberin var mıydı?” diye sordu. Sadık, “Tabii ki!” dedi ve Rasim’in tepkisini beklemeden sözüne devam etti. “Zamanı geldiğinde sıçrayacağımız bir muhalefet istemiyor muyduk! Bu yapıyı kurmayı çoktan konuşmuştuk, işte ben ilk adımlarını attım. Kız tamamen bizimdir ve bize sadakati satın alınamayacak kadar temizdir.” Rasim, “Kontrol edebilir misin bu karıyı?” dedi, emin olmak istiyordu, çünkü video acayip bir etki yaratmıştı. Sadık, “Aynen planlandığı gibi. Kendisine ne söylendiyse onu yaptı” dedi gülümseyen bir sesle ve susup Rasim’in telefonu kapatmasını bekledi. Parmaklarının arasındaki telefonu sıkarak indirdi elini, sahte gülümsemesi zift gibi yapışmıştı suratına ama içindeki endişe bedenine yayıldı, öfkeye dönüştü… telefonu arabanın camına çarptı ikisinin de kırılmayacak kadar sağlam olduğunu bilerek ve kendini sapasağlam bir hapishanede hissederek. Kişinin kendi hapishanesinden daha büyük tutsaklığı olamazdı. İçindeki açlık ‘samimiyet’ diye bağırırken şoförüne yolu değiştirmesini söyledi. Daha önce, bir daha gitmemek için kendine söz verdiği o eve geri dönmeliydi. Özge’ye dokunan o ellerin hissine şimdi ihtiyacı vardı. 5. Eti 1 “Din ne demek? Kelime anlamını biliyor musun?” dedi Eti spor ayakkabısının bağcığını bağlarken, üzerindeki spor kıyafetleriyle Bilge’nin hâlâ alışamadığı bir olasılıklar mucizesi gibiydi.

Ölüm döşeğinden sporculuğa sıçrayan her varlık gibi etrafındaki herkesin hayretle izlediği biri haline gelmesi sadece dokuz ay sürmüştü. Sekiz ay önce can çekiştiği o yataktan çıkabilmiş ve denge sayesinde mucizevi bir şekilde kendine gelmiş, şimdiyse Çigong yogasında uzmanlaşmış ve spora adanmıştı. Resmen ölümden dönmüştü. Otoimmün hastalığı denilen durumunun bir hastalık değil semptom olduğunu nasıl anlamazdı tıp dünyası! Eti. Dinç, dinamik, akıllı, çevik Eti. Bilge kendini Eti’nin bu sportmen görüntüsünün etkisinden kurtarıp kafasını hayır anlamında salladı. Din kelimesinin anlamını bilmiyordu. Eti, Bilge’nin karşısına dikilip gözlerinin içine bakarak açıkladı. “Yol demek.” Birkaç saniye konuşmadan birbirlerine baktılar… Sportmen, fit Eti ve iş kıyafetleri içinde ülkenin en güçlü adamlarından birinin, Can Manay’ın karısı Bilge. Hayatın kendini anlatmak için seçtiği yollardan birinde karşı karşıyaydılar. Bilge sakince sordu. “Niye bu kadar ilgilenir oldun dinle?” Eti sakince cevap verdi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir