Alan Lightman – Bay Tanri

Hatırladığım kadarıyla, evreni yaratmaya karar verdiğimde şekerlememden yeni uyanmıştım. Pek bir şey olmuyordu o zamanlar. Hatta zaman bile yoktu henüz. Uzay da. Boşluğa baktığınızda kendi düşüncenizden başka hiçbir şey göremezdiniz. Yıldızları yahut suyu veya rüzgârı hayal etmeye kalksanız, kafanızdakilere doku veya şekil biçemezdiniz. Yoktu hiçbiri. Pürüzsüz, pütürlü, macunsu, keskin, dikenli, kırılgan… Bu tür nitelikler dahi anlamdan yoksundu. Hemen her şey, bir ihtimaller hareketsizliği içinde uykudaydı. Canımın istediğini yapabileceğimi biliyordum. Sorun oydu zaten. Sonsuz olasılık demek, sonsuz kararsızlık demekti. Sonunda neye benzeyeceğini kestiremediğim şu ya da bu yaratılış şeklini düşünmeye kalktığımda kaygıya kapılıyor, gidip yatıyordum. Ama bir an geldi ve… Kuşkularımı bir kenara tam atamamakla birlikte, en azından şansımı denemeyi becerdim. Neredeyse anında Penelope Teyzem’in, ne demeye böyle bir şeye kalkıştığımı sorduğunu duydum.


Boşluk bu haliyle bir tarafıma mı batmıştı? Evet, evet, elbette, dedim ama… Fena batırabilirsin her şeyi, dedi teyzem. Rahat bırak çocuğu, dedi Deva Eniştem. Tüm tatlılığıyla geldi, bana arka çıktı. Teyzem, lütfen ne yapıp yapamayacağımı söyleme bana, diye tersledi eniştemi. Ardından dönüp sert bakışlarını bana dikti. Her zamanki gibi taranmamış, karmakarışık saçları kocaman omuzlarına dökülüyordu. E, dedi ve bekledi. Penelope Teyzem’in bana sert bakmasını hiç sevmezdim. Sonunda, yapacağım galiba, dedim. Ölçülmemiş varoluşun sonsuz çağlarından bu yana aldığım ilk karardı ve bir şeye karar vermek, daha doğrusu bir şeyin yapılacağına dair bir karar vermek, değişimin eşiğine varmak iyi geldi. Hiçliğin yerine bir şey koymayı seçmiştim. Bir şey, hiçlik değildi. Bir şey, her şey olabilirdi. Zihnim coştu. O andan itibaren bir gelecek, bir şimdi ve bir geçmiş olacaktı.

Bir “hiçlik” geçmişini bir “bir şey” geleceği izleyecekti. Zamanı yaratmıştım bile. Kasten değildi ama. Eyleme geçme, bir şeyler yapma, oluşların biteviye yokluğuna son verme kararım zamanı gerektirdiği için yaratmıştım zamanı. Bir şey yaratmaya karar vermekle, şekilsiz ve sonsuz boşluğa bir ok, gelecek yönünü işaret eden bir ok yerleştirmiştim. Artık bir öncesi ve sonrası, süreklilik arz eden bir ardışık olaylar akışı, geçmişten geleceğe bir hareket, bir başka deyişle zamanda bir yolculuk söz konusu olacaktı. Zaman mecburen ışık ve karanlıktan, madde ve enerjiden hatta uzamdan önce gelmişti. İlk yaratımımdı zaman. Bazen bir şeyin yokluğu, var olana dek fark edilmez. Zamanın icadıyla birlikte, şekilsiz bir pıhtıda birbirine gömülü bekleyen olaylar şekillenmeye başladılar. Artık her olay, kendini diğer tüm olaylardan ayıran bir zaman zarfına girebilecekti. Her eylem, her düşünce hatta en ufak, en önemsiz bir oluş dahi zamanın içinde tamamen sıralanabilecek ve yerleştirilebilecekti. Mesela çok uzun süreden beri uyuduğumu fark ettim. Ve yakınımdaki –henüz uzamı, mekân kavramını yaratmadığımdan şu kadar yakınımda diyemiyordum– Penelope Teyzem’le Deva Eniştem de uyuyorlardı; güçlü horultuları birbirlerinin üzerine şeyler misali biniyor, sağa sola dönüşleri, mırıldanışları zamanda yer buluyordu. Biteviye atışmalarıysa artık uyanıklık anlarıyla tanımlanabilirken, işbu anlar da uyku dönemleri arasına girebiliyordu.

Uyuyarak ne kadar zaman harcadığımı düşünmeyi reddettim. Hoş bir belleksizlik, bir baygınlık, sonsuz bir hissizlik içinde uyumuştuk hepimiz. Pek çok bakımdan yapılandırılmamış Boşluğun lüksünde, eylemlerimizden sorumluluktan muaf keyif çatmamış mıydık? Evet, sorumluluktan muaf diyorum. Çünkü zaman olmayınca, eylemlerin karşılıkları, sonuçları olmaz. Zaman olmayınca, kararların açılım ve etkilerini düşünmeye gerek olmaz. Rahat bir Boşlukta sorumluluktan uzak sürüklenmiştik hep. Diyeceğim, teyzem, artık zaman bilincine sahip olduğumuz anlaşılınca söylenmeye başlamıştı. Dedim sana, batıracaksın işleri diye. Enişteme, sanki yaptıklarımı teşvik etmiş gibi sert bir bakış attı ve ardından yakın geçmişte yaptıklarının ve yapmadıklarının mutsuz bir dökümünü çıkarmaya girişti. Ardından, yakından bir önceki geçmişe geçti ve sonunda eniştem durması için yalvarana kadar saymayı sürdürdü. Geçmişle geleceği asla yaratmamalıydın, dedi. Mutluyduk böyle. Bak, şimdi mutluyuz yerine mutluyduk demek zorundayım. Oysa önceden… Ah! Al işte. Her şey aynı anda olurken çok daha iyiydi.

Geleceği düşünmeye katlanamıyorum. Geleceğe karşı sorumluluğumuz olduğunu düşünmüyor musun, deyiverdim. Yaratabileceğim her şeye ve her varlığa karşı? Zırva, diye çemkirdi Penelope Teyzem. Ne saçma bir önerme! Henüz var olmayan ve koca fikirlerini kendine saklarsan asla var olmayacak şeylere karşı hiçbir sorumluluğun yok! Ama çok geç artık, diye devam etti. Zamanı hissedebiliyorum çünkü. Geleceği hissedebiliyorum. Bildik hallerinden birine büründü ve Boşluk, hoşnutsuzluğuyla bükülüp zonkladı. Eniştem usulca okşadı teyzemin saçlarını. Bildim bileli ilk defa eniştemin dokunuşuna karşılık verdi teyzem. Homurdanmaları azaldı. Çok geçmeden saçlarının taranması gerektiğini fark etti ve bu, bir şeylerin, muhtemelen en iyisinin, başlangıcıydı. Boşluk Zaman, bazı dönem ve aralıklarda damladı. Bazılarında coştu, geleceğe bodoslama aktı ve ardından frene bastı, yavaşladı ve yine damlamaya döndü. Zamanı yaratırken, daima aynı tarzda mı aksın yoksa durup kalksın mı, karar vermemiştim. Ama mesele bundan daha belalıydı.

Henüz saatleri yaratmadığımdan, zamanın pürüzsüz akışıyla durup kalkışlı akışı arasındaki farkı kestirmek mümkün değildi. Zamanı ölçecek hiçbir şey yoktu ortada. Hatta belki zamanın geçişi gözlemciye göreli olmalıydı. Ya da belki sadece algıdan ibaret kalabilirdi. Başlangıçta hiçbirimiz zamanın aktığından emin değildik. Olasılıklardan herhangi birine bağlanmak gelmedi içimden –zaten bu haliyle epey kafa patlatıyordum– ve zamanın dokusuna ileri bir tarihte karar vermeye karar verdim. İster pürüzsüz ister kesintili olsun, zamanın yaratılışı Boşluğu çoktan değiştirmişti. Zamandan önce, Boşlukta hareket etmiyor, tümünü birden aynı anda yaşıyorduk. Daha doğrusu, Boşluk varlıklarımıza yapışıyor, Boşluk düşüncelerimizi kapsıyor, Boşluk bizim var olan bir şeyliğimize karşı hiçliği oluşturuyordu. Zamandan sonraysa, Boşluk, sonsuz ve değişmez olarak kaldı ama artık içinden geçilebiliyor, düşünülebiliyor; belli bir anda Boşluğun belli bir yerinde, başka bir andaysa başka bir yerinde bulunulduğu söylenebiliyordu. Boşlukta yön veya yer belirleyici tabelalar, işaretler bulunduğundan değildi –Boşluk tümüyle pürüzsüz, boş ve şekilsizdi– ama ilke temelinde böyle belirli yerlerin varlığını ve bir zaman dilimi dâhilinde birinden diğerine gidebileceğimizi anlıyorduk. Ve Boşluğun boş, bomboş olmasına rağmen çeşitli anlarda kısa süreliğine görünüp kaybolan vasıflar – incecik perdeler, peçeler, tüller, hiçlik vadileri– çarpıyordu gözümüze. Bu tür ele geçmez, uçucu yapılar; birbirleri üzerine yığılmış, birbirlerine tamı tamına oturamayan hiçlik katmanları arasındaki çatlaklardan çıkıyorlardı. Kaçıp giden bu biçimler, içlerinden birine yöneldiğiniz anda yitip gitmekle birlikte, anlık bir rota, hayalsi bir varış noktası, Boşluğun tüm şekilsizliğinden anlık bir kopuş sağlıyorlardı. Avuçlar dolusu zaman harcadım Boşlukta gezmek için.

Tüm boşluğuna rağmen Boşluk, sonsuz olasılık kuyularıyla durmadan çağırıyordu beni. Uzun süreler boyunca belli yönlerde gittim, hiçlik buharları arasından geçtim; derken aniden yeni alanlar keşfetme arzusuyla sağa veya sola dönüp bir başka yönde yine upuzun yolculuklar yaptım. Arada gerisin geri döndüm; yine uzun, upuzun süreler boyunca geldiğim yöne, bir boş yerden diğerine gittim. Genellikle kafamda bir yer belirlemiyor, sadece zamanın Boşluğu nasıl dönüştürdüğünü anlamaya yönelik doğal içgüdümü takip ediyordum. Bazen kendi kendime oyunlar uyduruyor, yolumu kaybetmiş gibi yapıyor ve bulunduğum konumu doğamdaki bilgimden değil, çeşitli yönlerde geçirdiğim zamanı tahmin ederek ve geometrik hesaplar yaparak saptıyordum. Bir defasında çapları peyderpey artan dairelerden mamul, daha önce geçtiğim yerlerin yakınlarından geçen bir burgaç çizdim; esasen Boşluk aynıydı ama her tekrarımda hiçlikte zamansal sıçramalara bağlı minnacık değişiklikler yaratıyordum. Bazense hepten duruyor; Boşluğun sessiz güzelliğini, sükûnetini, hiçliğin uçsuz bucaksız sütun ve tırabzanlarını hayranlıkla seyre dalıyordum. Uzay henüz var olmadığından, bu turlarımda katettiğim mesafeyi asla tamı tamına bilemedim ama geçen muazzam miktarda zamanın farkındaydım. Kimi zaman teyzem veya eniştem, Boşluğun dalgalı peçelerinden birinin ardında görünüyordu; birbirimizi gördüğümüze şaşırıyor, selamlaşıyor ve kendi yollarımıza gidiyorduk. Bir önce ve bir sonra gerektiren bu tür tesadüfi karşılaşmalar zamanın yaratılışından önce hiç gerçekleşmemişti. Boşluktaki uzun gezintilerimin hoş olduklarını söyleyebilirim. Hareket etmek, bir yerden diğerine gitmek hoşuma gidiyordu. Harekette, varlık ve oluşa dair güçlü bir yoğunluk hissediyordum. Ayrıca Boşluğun, ben içinde gezerken bir toplaşma tarzı vardı; hiçlik buhar ve bulutları gittikçe daha fazla üzerime yapışıyor, kalınlaştıkça kalınlaşan yumuşacık bir giysiyle örtüldüğüm hissiyle dolup taşıyordum. Boşluğun toptan ve hepten boşluğunu göz önüne alarak, içini düşüncelerimle doldurma yolunu seçtim ve bu düşünceler yol tabelalarına dönüştüler.

Mesela, çemberin çapa evrensel oranı, yani π sayısı fikri işte şurada düşmüştü aklıma. Ta şurada renk yelpazesi kavramını oluşturmuştum. Falan filan. Boşluk düşüncelerime zarif bir yuva sağlıyordu. Fikirlerim için oyun alanımdı. Bir de müzik vardı. Boşluk en baştan beri düşüncelerimin müziğiyle titreşmişti ama zamanın varoluşundan önce seslerin tümü hep birden, sanki yüz bin nota aynı anda çalınıyormuşçasına duyulurdu. Şimdiyse bir notayı diğerinin ardından duyabiliyor, ses şelalelerini, arpej ve kaymaları dinleyebiliyorduk. Melodileri duyabiliyorduk. Ritimleri ve zamanda toplanıp güzelim ses katmanlarında açılan ölçülü dizileri duyabiliyorduk. İkilileri, üçlüleri ve aksak ritimleri… Boşlukta hareket ettiğimizde hepimiz –Penelope Teyzem, Deva Eniştem ve ben– Boşluğun muazzam sesleriyle, yumuşacık, melodik ve coşkun yırtılışlarıyla kendimizden geçiyorduk. Müziğin çoğunu sabit frekans tempolu bir gam üzerinde yarattım. Genelde 21/12 oran kullandım; çünkü bu sayının üssel kuvvetleri ufak tam sayıların 3:2 yahut 4:3 gibi oranlarına en yakın geliyordu. Bu gamlar üzerinde temellendirilmiş akorları dinlemek hoşuma gidiyordu. Ama çeyrek tonlu tempolarla, armonisizlerle ve hatta değişken ritimlerle de deneyler yaptım ve iki ayrı nota aynı anda seslendirilmediği sürece bunlar da güzel müzik ürettiler.

Her tonda armoniklerin şiddetlerini değiştirmek suretiyle, sonsuz çeşitte ses yarattım. Her yer ve anda müzikle sarmalanıyor, müziğe boğuluyorduk. Bazen müzik şiddetle kabararak taşıyordu. Bazense minnacık adımların en yumuşaklarıyla, Boşlukta uçuşan bir peçe zarafetiyle ilerliyordu. Müzik, varlıklarımıza, geçmişteki boşluk parçaları misali yapışıyordu. İçimize giriyordu. Müziği ben yaratmıştım ama şimdi yaratan müzikti; varlığın tümlüğünü yükseltiyor, yeniden yapıp biçimlendiriyordu. Uzay Yapmak istediğim bir sürü şey vardı kafamda. Ama maddeyle deneyimim yoktu; haliyle bunları sadece işlev yahut nitelikleriyle düşünebiliyordum: zamanın niceleşmesi, iletişim, ışık, barınak, vesaire. Çok geçmeden, soyutlamalardan yoruldum. Dokunmak ve hissetmek istiyordum. E, çok uzun süredir uyuyordum. Buna, ilgimi çekecek yeni bir şey, bir uğraş hatta belki beni eğlendirecek ve şaşırtacak başka varlıklar gereksindiğimi de ekleyebilirim. Hem canlı hem cansız icatlara yönelik fikirlerim; maddi, somut varlık, alan ve hacim gerektiriyordu. Bunlar içinse uzayı yaratmam lazımdı.

Uzay, tek seferde değil; en, boy ve derinlikte peyderpey büyüyerek yorucu bir süreçte ortaya çıktı. (Değişik sayılarda boyut denedim. İki boyut gereksizce kısıtlayıcı hatta boğucu görünürken, dört ve fazlası lükse kaçacağımı ve ufak nesneleri kaybedebileceğimi düşündürdü. İlk denememi üçle yapmam gerektiğine karar verdim.) Yanlış hatırlamıyorsam, uzay önce aklımda sessizce oturan minnacık yuvarlak bir kabarcık kılığında belirdi. Derken azıcık boydan uzadı ve uzarken tiz mi tiz bir ses çıkardı. Evren bir süreliğine minnacık bir elipsti. En ve derinlik, sabırsız tıkırtılar çıkararak yavaştan boya yetişmeye başladılar. Küresellik tekrar kuruldu. Derken bir iç çekiş ve gümbürtü eşliğinde, üç boyutun üçü birden aynı anda açıldılar ve Boşluğa yayıldılar. Evrenim varlığa kavuşmuştu! Başta minicik ama güzeller güzeli bir küreydi. Yüzeyi ipeksi ve pürüzsüz ama alabildiğine sağlamdı. Parıldıyordu. Hafifçe dönüyordu ve enerjiyle titreşiyordu. Enerjisiz, uzayı yaratamayacağımı kavradım.

Bu ikisi birbirine, sanki biri diğerine biçim veriyormuş gibi ayrılamazcasına bağlıydı. Enerji uludu ve ipeksi duvarları yıkmaya çabaladı ama her şey (ben, teyzem ve eniştem hariç) bu duvarların içinde olduğundan ve vardan hiçe geçmek matematiksel ve totolojik açıdan mümkün olmadığından duvarları aşamadı. Duvarların dışında sadece Boşluk kalmıştı. Enerji, kaçılamazdan kaçmaya yönelik sürgit mücadelesi dâhilinde muazzam sıcaklıklara yükselerek kaynadı, köpürdü, duvarları zorladı, şekillerini çeşitli yönlere doğru bozdu. Ardından, çok bozulmuş pozlarda surat asıp uzayı germeye, çap ve çemberleri bükmeye, uzayın matematiğini çarpıtmaya girişti. Şiddetli gerilim ve baskıya yanıt veren geometri kendi kulak delici homurtusunu koyverdi ve ikisi –enerjiyle geometri– naralar atarak kapıştılar. Önce uzayın düzlem ve çıkmaları kaba kuvvetle enerjiyi yere indirdi; ardından enerji karşı saldırıya geçerek uzayın mimarisinin şeklini değiştirdi. Çarpışma devam ederken, minik evren küresi tedirgin edici bir hızla şişmeye başladı. Genleşen küre, nadiren yaptığı üzere saçlarını taramaya dalmış Penelope Teyzem’i çarparak devirdi. Enişteme, her zamanki gibi dram dozunu abartarak, kurtar beni, diye haykırdı. Eniştem hemen el uzatıp doğrulttu teyzemi. Neydi o, diye bağırdı teyzem. Bu ne küstahlık! Ardından enişteme teşekkür dahi etmeden Boşlukta uzaklaştı. Boşluğun katmanları arasında gözden yittikten sonra bile söylenmelerini duydum. Yediği halta bak, diyordu.

Sonu yok bunun; hiç yok. Sonu yok bunun. Sonu yok… Bu arada evrenim büyüdükçe büyüyordu. Yaratılmıştı ya artık, galiba alabildiğine şişkolaşmaya kararlıydı. Bir tane daha yapmaya karar verdim. Bu seferkini, varlık bulur bulmaz, sırf ufacık bir fiskenin ne gibi değişiklikler getirebileceğini görmek adına, azıcık çimdikledim. Ufak küre başta önceki gibi genleşti ama bir süre sonra genleşmesi durdu; kısa süreliğine dengede kaldı ve ardından sıkışmaya, ufaldıkça ufalmaya başladı ve minnacık bir noktacığa dönüşene kadar küçüldü. Derken belli belirsiz bir patlama sesiyle hepten yok oldu. Bayılmıştım buna. Başka evrenler yaptım. Her birinde farklı bir çeşitleme denedim. Bazılarını azıcık yana eğdim. Bazılarına azıcık hızlı dönüş kattım. Kimini yaratılış anında sıkıştırıp bir damla enerji ekledim. Hatta bazısında sırf neler olacağını görmek için boyut sayısını değiştirdim; dört, altı, yedi boyut yarattım.

Sonra, mesela 13,8 gibi kesirli boyutları neden denemeyeyim, dedim. Bazı evrenler, başlangıç şartlarını sürdüremediklerinden hiç var olamadılar. Bazıları varoluşa ürkütücü miktarda enerjiyle dalıp tükendiler. Kimi daha en baştan itibaren halsiz kalırken, bazıları tiz titreşim ve sarsıntılarla Boşluğa yuvarlandılar. Evrenlerden bir tanesi ebat bakımından sabit kaldı ama dönüş hızı arttıkça arttı ve sonunda ortasından yarıldı. Birkaçı genleşti, ardından neredeyse hiçe kadar daraldı, tereddüt etti ve tekrar, köpüklü bir doğum misali genleşti. Ardından döngünün tümünü tekrarladılar; sonu gelmeyen doğum, yıkım ve tekrar doğum dizileri içinde genleştiler, büzüştüler, genleştiler, büzüştüler… Bir süre sonra, her yanda muazzam sayıda evren uçuşmaya, eksenleri etrafında dönmeye, zonklamaya, dehşetli hızlarda genleşip büzülmeye başladı. Teyzem ortalıkta yoktu. Çabama anlayışla yaklaşan Deva Eniştem kendini sakınmak için çömeldi. Çok geçmeden, kaçınılmaz göründüğü üzere, evrenlerin bazıları çarpışmaya başladılar. Her çarpışma feci patlamalarla son buldu; dünya parçaları, boyut kırıkları, enerji kırıntıları Boşluğa savruldu. Bir evren mi yoksa bir sürü evren mi yaratmam gerektiğini doğru dürüst düşünmediğimi fark ettim. Daha tedbirli davranmalıydım belki. Tek bir evren, çarpışma olasılıklarını ortadan kaldırıyordu ama öte yandan sıkıcı olabilirdi. Tek evrenin tek gerçeği olurdu.

Çok evreninse çok gerçeği… İki seçimin de avantaj ve dezavantajları vardı. Oturdum, kendimi toparladım ve meseleyi düşünmeye başladım. Enine boyuna düşündüm. Tüm düşünceleri zihnimde akışa bıraktım. Boşluğu soludum. İçeri, dışarı. Boşluk aldım içime, boşluk üfledim. Yavaşça sakinleştim. Boşluğa bir sükûnet yayıldı. Teyzemle eniştem birlikte ağır tempoda dans eden iki minik ışık noktası halinde göründüler; onların üzerine de bir huzur çöktü ve Boşluk iç çekti, duruldu ve çözülen zamana yayıldı. Nefes alıp verdikçe sadece Bir tane evren bulunması gerektiğine karar verdim ve yarattığım sayısız evren soldu, çözüldü ve geriye tek bir evren kaldı. Ardından düşünmeye devam ederken kuantum fiziğini yaratmaya karar verdim. Mantığı ve berrak tanımlamaları şiddetle takdir etmeme karşın, varoluşun keskin kenarlarının, sipsivri köşelerinin azıcık yumuşatılması gerektiğini hissediyordum. Yaratımlarımda azıcık sanatsal muğlaklık, bir parça ölçülü dağınıklık istiyordum. Belki kuantum fiziği kendi kendini icat etmiştir.

Matematiksel açıdan muhteşemdi yalnız. Sağlamdı ayrıca. Kuantum fiziğini yaratır yaratmaz tüm nesneler –o sırada sadece zihnimde yer almalarına rağmen– kabardılar ve belirsiz konum pusuna büründüler. Kesinliklerin hepsi ihtimallere dönüştü ve düşüncelerim, evet ve hayır, sert ve yumuşak, açık ve kapalı gibi ikiliklere çatallandı. Artık şeyler aynı anda ötede veya beride olabilirlerdi. Tek, Çok’a dönüştü ve koskocaman bir belirsizlik battaniyesi Boşluğu sardı. Kulak kabarttığımda, Boşluğun her yanından milyar kere milyarlarca minik tıkırtı ve hışırtıyı, olmayı bekleyen yeni evrenlerin seslerini duyabiliyordum. Kuantumun icadıyla Boşluktaki her bir nokta yeni bir evren olma potansiyeli kazanmıştı ve bu potansiyel görmezden gelinecek gibi değildi. Zamanı ve ardından uzayı yaratmam bir evreni mümkün kılmıştı ve Boşluğun köpüğünde yuvalanan bu mümkünlük tek başına sonsuz sayıda evreni varoluşa getirmeye yeterliydi. Çok geçmeden, boşlukta yine yeni evrenler uçuşmaya başladı. Sadece Bir tane olmalı kararımı gözden geçirdim. Daha doğrusu, kuantum fiziğini yaratışım Çok’u gerektirdi. Boşluğa göz atarak, özgün evrenimi, ilk yaptığımı aradım. Ama maalesef uçuşan milyarlarca zonklayan kürenin, şişik elipsin, enerjiyle çağıldayarak topaç misali dönen kozmosun arasında çoktan yitmişti. Boşluk keskin çığlıklarla, gümbürtülerle, patlamalarla sarsılıyordu.

Penelope Teyzem’le Deva Eniştem saklandıkları yerlerden zamanla çıktılar. Deva Eniştem, uçuşan kürelere orta şeker bir bıkkınlıkla bakarak, boş durmamışsın, dedi. Yerinde olsam hiçbirine bağlanmazdım. Hayal kırıklığına uğrarsın sonra. Eniştemin yorumunu öğüt saydım. Genleşen kürelerden birkaçına çoktan sevdalanmıştım bile. Ne var bu şeylerin içinde, dedi Penelope Teyzem. Uzay, dedim cevaben. Eh, dedi. Madem artık uzayımız var, bir sandalye rica edeyim. Çok uzun zamandır ayaktayım. Hemen Penelope Teyzem’e bir sandalye yaptım. Yarattığım ilk somut maddeydi o sandalye. Üç kıvrık bacağı ve sekizgen bir sırtlığı vardı ve üzerinde rahat oturulacak ama çok fazla rahat edilmeyecek şekilde tasarlamıştım. Teyzem hiçbir yoruma girmeden oturdu sandalyeye.

Çok daha fazlası bekliyordu beni. Daha fazla madde yapmak istiyordum. Galaksiler ve yıldızlar yapmak istiyordum. Canlı yaratıklar ve zihinler yapmak istedim. Ama o an oturdum ve düşünmeye başladım ve yaptığım bomboş ama titreşip duran evrenleri hoşnutlukla seyre daldım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir