Aleksey Tolstoy – Azap Yolları 3 – Kederli Sabah

İkisi de stepte, ateşin yanında oturmuşlardı; uzun süredir tanelenmiş olan buğday başaklarının arasında ıslık çalarak vadi yönünden esen buz gibi rüzgâra sırtlarını dönmüş olan bir erkekle bir kadındı bu iki kişi. Kadın ayaklarını eteğinin altında toplamış, ellerini çuha mantosunun kollarına sokmuştu. Gözlerine kadar indirdiği yün atkısının altından sadece muntazam küçük burnuyla, sıkılmış, inatçı dudakları görülüyordu. Ateş cılızdı. Adamın sel çukurunda, yalağın yanından topladığı tezeklerle yakmışlardı ateşi. Aksine rüzgâr da gittikçe sertleşiyordu. — Elbette… Pencerenizin önüne oturup, şöminede çıtırdayan odunların sesini dinleyerek melankolik hayallere dalmak, tabiatın güzelliklerini düşünmek elbette hoş bir şey… Tanrım, işte sıla hasreti derler buna, steplerin sonsuz hüznü derler buna… Adam bu sözleri, sesini yükseltmeden, sözlerinin tadını çıkara çıkara, alaycı bir ifadeyle söylemişti. Kadın adama doğru döndürdü başını, ama ağzını açıp karşılık vermedi. Uzun süre yürüdüğü, karnı aç olduğu için yorgundu. Hem sonra bu adam çok konuşuyor, en gizli düşüncelerini tahmin etmenin gururu ile açıktan açığa zevk aldığı anlaşılıyordu. Kadın başını hafifçe geriye atmış, yün atkısının altından, batan sonbahar güneşinin solgun yuvarlağına bakıyordu. Belli belirsiz tepelerin ardında, artık ıssız, cinlerin top oynadığı stebi aydınlatmayan incecik bir ışık şeridiydi bu. — Patates pişireceğiz Daria Dimitrievna. Patates insanın vücuduna güç verir, sıkıntılarını yatıştırır… Ben olmasaydım haliniz nice olurdu? Aman Allahım, düşünmek bile istemiyorum… Eğildi, inek tezeklerinin arasından en kalınlarını seçti. Tezekleri evirip çeviriyor, yavaş yavaş ateşin üzerine koyuyordu.


Ateşin üzerinde bir tezek yığını yaptıktan sonra, paltosunun derin cebinden çıkardığı patatesleri tezeklerin altına sürdü. Adamın kırmızı yüzü, son derece düzenbaz, ya da daha doğrusu kötü niyetli bir adam olduğunu gösteriyordu. Uç tarafı yassı burnu etli, çenesindeki sakalı seyrek, bıyığı karışıktı. Dudaklarını her an şapırdatıyordu. — Sizi düşünüyorum, Daria Dimitrievna. Yabanlıktan, direnmeden yoksunsunuz; uygarlığınıza gelince o da sadece yüzeyde, güzelim… Ferik elması gibi tatlısınız, kokulusunuz, ama biraz hamsınız. Bir yandan konuşuyor, bir yandan ateşi karıştırıyor, patatesleri döndürüyordu. Patatesleri stepte bir çiftliğin bahçesinden çalmıştı. Ateşin ışığında parlayan etli burnu, bilmiş bilmiş, kötü kötü soluyordu. Kuzma Kuzmiç Nefedov’du adamın adı. Daşa’nın düşüncelerini keşfetmeye çalışmak merakı ve uzun nutukları kafasını şişiriyordu Daşa’nın. Birkaç gün önce, kalkış saati belli olmayan, tarifesiz bir trende tanışmışlardı. Sonra beyaz Kazaklar treni şeve yuvarladılar. Daşa’nın içinde bulunduğu son vagon rayların üzerinde kalmış, ama makineli tüfek ateşine tutulan vagonun yolcuları stebe kaçmışlardı. O zamanki devrin adetine göre, kaçmasalar, soyulup öldürülmeyi beklemeleri gerekirdi.

Trende yolculuk boyunca Kuzma Kuzmiç hep Daşa’ya bakmıştı: Nedenini bilmeden ve duygularını açıklamaya müsait görünmemesine rağmen Daşa’dan hoşlanmıştı. Issız stepte, sabahın erken saatlerinde Daşa kendiliğinden bağlanmıştı ona. Durum çok berbattı. Vagonların devrildiği şev yönünden silah sesleri geliyor, çığlıklar duyuluyordu. Sonra kırağı ile örtülü pelin ve kurumuş dulavrat otlarının uğursuz gölgelerini oynaştıran bir alev yükseldi. Uçsuz bucaksız bu boşlukta nereye gidecekti? Ufku yeşil renge bulayan gün doğumu yönüne doğru yürüyorlardı. Ufuktan baca dumanlarının kokusu geliyordu. Daşa’nın yanında yürüyen Kuzma Kuzmiç aşağı yukarı şunları anlatıyordu: — “Korkmuşsunuz, güzelim. Ayrıca mutsuzsunuz da, yanılmıyorsam. Bana gelince hayatımın sayısız denecek derecede değişikliklere uğramasına rağmen mutsuzluk nedir bilmedim, dahası var: Can sıkıntısı nedir onu da bilmem… Eskiden papazdım, özgür düşüncelilikle suçlandım, papazlıktan atılıp bir manastıra kapatıldım. O zamandan beri de, eskilerin deyimiyle “kapıdan kapıya” dolaşıyorum. Sıcacık bir yatağı, tatlı ışıklar saçan lambası, yatağının arkasında kitap dolu etajeri olmasını kesinlikle şart koşanların mutlu olmalarına asla imkân olmayacak… Bu insan mutluluğu daima gelecek günlerde arar; oysa öyle mutsuz bir gün gelir ki artık ne yarın kalmıştır, ne de sıcacık yatak. O zaman bütün bunlar sonu gelmez “vah, vah, yazık”lardan ibaret kalır. Örneğin beni alalım ele: Stepte yürüyorum; burnum pişmiş ekmek kokusu almıştır. Demek ki o yönde bir çiftlik vardır, birazdan köpek seslerini işiteceğiz demektir.

Büyük Allahım! Şafak nasıl alev alev yanıyor! Yanımda melek yüzlü, ağlayıp sızlayan, bende arzudan yerinde duramama, acıma duygusu uyandıran bir yol arkadaşım var. Kimim ben öyleyse? Dünyanın en mutlu insanı. Cebimde hep küçük bir tuz torbası taşırım. Her zaman bir bahçeden patates çalabilirim. Peki bunun ötesinde ne var? İhtirasların çatıştığı karmakarışık bir dünya… İnteligentsia’mızın akıbeti üzerine düşündüm Daria Dimitrievna; uzun uzun düşündüm. Bütün bunların uzaktan yakından Ruslukla ilişkisi olmadığını size söylemek zorundayım. İşte bunun için rüzgâr bizim aydınları darmadağın etti ve işte yazık ki ortada boş bir alan kaldı… Bana gelince, işinden atılmış bir papaz olarak, eteklerim zil çala çala gidiyorum ve daha uzun süre bundan haz duymak niyetindeyim…” Kuzma Kuzmiç olmasaydı Daşa umutsuzluğa düşecekti. Kuzma Kuzmiç hiç sıkılmıyordu. Güneş doğarken, çırılçıplak stebin ortasında tek ağacı olmayan bir çiftliğe vardılar. Atların avlusu bomboştu, evin toprak damı yangından kararmıştı. Saçları ağarmış, suratsız ihtiyar bir Kazak onları kuyunun yanında karşıladı. Elinde bir tüfek vardı. Çatılmış kaşlarının altındaki öfkeli gözleri parlıyordu. — Gidin yolunuza! diye bağırdı. Kuzma Kuzmiç ihtiyarı yola getirmekte güçlük çekmedi: — Güzel bir tutsak geçti eline, babalık, acımazsan şayet! Gece gündüz devrimden kaçıyoruz, ayaklarımız kan içinde, dilimiz kurudu sussuzluktan.

Yap şu iyiliği bize: Sık bir kurşun… Zaten gidecek yerimiz yok. İhtiyar yumuşadı hemen, gözleri bile yaşlandı. Oğulları Mamontof’un kolordusuna alınmıştı; iki gelini de yakındaki köylerine gitmek için çiftliği terk etmişlerdi. Bu yıl toprak işlenmemişti. Kızıllar gelmiş: Atını savaş salması olarak almışlardı; beyazlar gelmiş: Kümes hayvanlarını savaş salması olarak almışlardı. İhtiyar, geçen yıldan kalma tütünü ve küflü bir ekmek parçasıyla yalnız başına yaşıyordu… İki yolcu çiftlikte dinlenip geceleyin Çaritsin yönünde yola çıktılar. O yoldan güneye inmeleri daha kolaydı. Sadece geceleri yürüyorlardı; gündüzleri, geçen yıldan kalma saman yığınlarının içinde uyuyorlardı. Kuzma Kuzmiç insanların oturduğu yerlerden kaçıyordu. Bir gün bir tepenin üzerinde durmuş, yuvarlak bir su birikintisinin çevresinde küçük beyaz evleri serpiştirilmiş olan köye bakarlarken: — Devrimizin insanı, demişti, kitle halindeyken, ne istediğini bilmeyenler için belki tehlikelidir. Ne istendiğini bilmemek, işte alışılmamış, hatta şüpheli şey. Rus insanının ateşli bir yaradılışı vardır, Daria Dimitrievna, kendini beğenmiştir, gücünü ölçemez. Gücünü aşan, ama kul köle edici bir görev verin ona, size minnettar kalıp teşekkür edecektir… Ama siz şu köye inmeye görün, merakla sorguya çekeceklerdir sizi. Ne cevap verebilirsiniz? Aydın olduğunuzu, hiçbir sorunu halledemediğinizi, hiçbir alanda hiçbir şeyi çözemediğinizi… Daşa mırıldanarak: — Rahat bırakın beni, dedi. Özsaygısı ve keyifsizliği nedeniyle Daşa boşuna kafa tutuyordu.

Kuzma Kuzmiç, Daşa’nın ailesi ve kendisi hakkında her şeyi öğrenmek konusunda oldukça başarı sağlamıştı: Babası doktor Bulavin, kocası, kızıl komutan İvan İliç Telegin, “sevimli, tatlı, asil” kız kardeşi Katya üzerine her şeyi öğrenmişti. Bir defa güzel bir günün sonunda, samanların arasında güzel bir uyku çekmiş olan Daşa, yüzünü yıkamak için ırmağa gitmişti. Yün atkısının altında karışmış olan saçlarını taramıştı. Sonra bir şeyler yemiş, kendini neşeli hissetmiş ve birden, sormadığı halde Kuzma Kuzmiç’e her şeyi anlatmıştı: — … Bakın nasıl oldu… Artık Samara’da babamın yanında yaşayamazdım… Bana bir parazit gözüyle bakıyorsunuzdur. İyi ama şunu bilin ki ben kendi hakkımda sizin düşündüklerinizden daha kötüsünü düşünüyorum… Ama her şeye tahammül ederim de gururumun kırılmasına gelemem… Kuzma Kuzmiç dudaklarını şapırdatarak: — Anlıyorum, dedi. Daşa ateşin alevine bakarak: — Hayır, hiçbir şey anlamıyorsunuz, diye karşılık verdi. Kocam, bir dakikacık için de olsa beni görmek için hayatını tehlikeye attı. Güçlü, cesur, kesin kararlı bir adamdır… Bense? Hayatımı tehlikeye atamayacak kadar düşkün ve gülünç bir kadın mıyım? Kocamla bu görüşmemizden sonra çok düşündüm Kutma Kuzmiç. Nefret ettim babamdan… Her şeyden sorumlu olan oydu… Ne kadar silik, gülünç bir adamdı! Ablam Katya’yı bulmak için Ekaterinoslav’a gitmeye karar vermiştim. Ablam beni anlar, yardımıma koşardı: Benim cici Katya’m ince ruhlu, kemanın en ince teli kadar hassastır. Gülmeyin, lütfen… Sade, asil ve zorunlu bir şey yapmak zorundaydım, istediğim sadece bu… Ama işe neresinden başlayacağımı bilmiyorum. Hele şimdi devrim üzerine nutuk çekmeye kalkışmayın, n’olur… — Ben de zaten uzun söz etmeye hazırlıklı değilim, güzelim. Sizi dikkatle dinliyor ve yürekten acıyorum size. — Oh! Bakın, yürekle ilgili şeylerden bahsetmeyelim… O sırada Kızıl Ordu Samara’ya yaklaşıyordu… Hükümet kaçtı. Alçaklıktı bu hareket… Babam da kendisiyle gitmem için ısrar etti.

İkimizin de bütün benliğimizi ortaya koyduğumuz bir görüşme yaptık… Babam: “Yavrum, dedi, asacaklar seni!” Muhafız gönderilmesi için adam saldı. Tabii kimseler gelmedi; herkesler kaçmıştı. Babam çantasını kaptığı gibi dışarı fırladı. Son sözlerimi pencereden söyledim bağırarak… Benim babam kadar nefret edilecek ikinci bir insan yoktur yeryüzünde! Bundan sonra divanın üzerine attım kendimi, yüzümü mendile gömdüm, kana kana ağladım! Ve böylece geçmiş hayatımla bütün ilgimi kestim… Böylece ikisi de, iç savaşın heyecana saldığı köylerin kenarından geçip kimseciklere görünmeden ve bu bölgede kanlı olayların oluşundan habersiz stepte yollarına devam ettiler. Ağustos ayı mağlubiyete uğrayan yetmiş beş bin kişilik Büyük Don Ordusu, kuşatmak için yeniden Çaritsin üzerine yürüyordu. Kuzma Kuzmiç küllerin içinde patatesleri yuvarlayarak anlatıyordu: — Şayet yorgunsanız Daria Dimitrievna, bu gece dinlenebiliriz. Burada hiçbir tehlike yok. Yalnız mola yerimizi iyi seçmedik. Vadiden esen rüzgâr uyutmayacak bizi. Yıldızların ışığında yavaş yürümek daha iyi olurdu. Ne de olsa dünya çok güzel! Sanki gökyüzünde her şeyin yerli yerinde olup olmadığını anlamak istercesine kırmızı, kurnaz yüzünü havaya kaldırdı. — Mucize değil mi bu, güzelim: Evrende sürünen iki böcek gibi buradayız; meraklı aklımız, birbirinden daha şaşırtıcı olayların ardarda gelişini gözlüyor. Bunlardan da bizi hiçbir şeye zorlamayan hükümler çıkarıyor, vicdanımızı zorlamadan açlığımızı ve sussuzluğumuzu gideriyoruz… Hayır! Bu yolculuğun sonuna varmak için acele etmeyiniz! Cebinden küçük tuz torbasını çıkardı, bir patates aldı, parmaklarının ucunu üfleyip avcunun içinde hoplattı, ikiye bölüp Daşa’ya uzattı. — Bir yığın kitap okumuştum. Bu bilgi yükü, hiçbir sisteme dayanmadan içimde dinleniyordu.

Devrim beni kapatıldığım manastır hapisanesinden kurtardı, oldukça hoyrat bir şekilde hayatın içine attı. Beni on beş gün göz altında bulunduran ve zeki denebilecek bir adam olan Saratof bölgesi milis kuvvetleri komutanı bir nüfus kağıdı verdi ve üzerine kendi eliyle şunları yazdı: Mesleği-Parazit; Öğrenimi-düzme bilgin; İnancı-prensipsiz bir adam… İşte böylece, cebimde küçük tuz torbasından başka bir şey olmadan tüm özgür olunca hayatın mucizesini anlayabildim ancak. Hafızama doldurduğum faydasız bilgiler bozulmaya başlamıştı. Çokları, herhangi bir şeyle değiştirme için bir değer olarak fayda da sağladılar… Örneğin, avuç içini okuma, yani el falı, işte tuz azığını yanımdan ayırdetmemeyi öğrettiği için borçlu olduğum bilim… Daşa dinlemiyordu. Belki de rüzgârın buğday saplarının arasında umutsuz çığlıklarla esmesi nedeniyle ağlamak geliyordu içinden; batmakta olan solgun güneşe bakarak durmadan başını döndürüyordu. İvan İliç’i, Katya’yı, öz benliğini aramak için uçsuz bucaksız bu düzlükte dolaşmak zorunluğu umutsuzluğunu artırıyordu. Eskiden olsaydı Daşa, buz gibi rüzgârın estiği bu uçsuz bucaksız stepte kaybolmuş, güçsüz, zavallı bir kadın olarak kendi kendine acımanın buruk tadını duyardı mutlaka. Ama şimdi, ah! İmkânsızdı bu… Kuzma Kuzmiç’in uzattığı patatesi aldı, birden gözyaşlarını tutarak yemeğe başladı… Petrograd’dayken Katya’dan aldı mektubun bir cümlesini hatırladı: “Mazi öldü, Daşa, tamamen öldü.” — Aydınlarımızın birçok kusurlarından biri olan hayatı hiç tanımamalarına Daria Dimitrievna, hedefi belli olmayan, boş, aşırı ivecenliklerini de katabiliriz… Serbest meslek sahibi bir adamın hareketlerini hiç gözlediniz mi? Küçücük ayakları üzerinde tepinir durur, sanki ateş almış gibi sabırsızdır… Nereye gider acele acele? Nedendir acelesi?. Çekilir gibi değildi Kuzma Kuzmiç’in konuşması. Durmadan konuşuyor, övünüp duruyordu. Atkısını boynuna iyice saran Daşa: — Gidelim, dedi, doğru… Kuzma Kuzmiç merakla Daşa’ya bir göz attı. Aynı anda, dere çukurunun donuk karanlığında ışıklar parıldadı, silah sesleri duyuldu… *** İlk silah sesleri, batmakta olan güneşin incecik aydınlığı uzaklardaki bulutların arasında kaybolurken, sessiz stebi yeniden canlandırmıştı. Atkısının uçlarını bağlamaya çalışan Daşa kalkmaya bile fırsat bulamadı. Kuzma Kuzmiç ateşi söndürmek istedi.

Üzerinde tepinmeye başladı, ama rüzgâr ateşi körüklüyor, çıkardığı kıvılcımlar dört nala geçen atlıları aydınlatıyordu. Süvariler çukurdan açılan ateşten kaçmak için yelelerin üzerine eğilmiş, atları olanca hızlarıyla kamçılıyorlardı. Süvariler gözden kaybolunca her taraf yeniden sessizliğe büründü. Ama Daşa’nın kalbi olanca hızıyla çarpıyordu. Sonra çukurdan bir gürültü yükseldi, hemen ardından da silahlı adamlar çıktı. Avcı koluna yayılmış, etrafı kollaya kollaya ilerliyorlardı. En yakında olanı ateşe doğru yöneldi. Akisler yapan dinç bir sesle: — Hey, kimsiniz siz? diye seslendi. Kuzma Kuzmiç, parmaklarını aralayarak kollarını havaya kaldırdı hemen. Asker kaputlu delikanlı yanlarına sokuldu. — Ne arıyorsunuz burada? Acele karar vermeye hazır bir ifadeyle kalın kaşlı yüzü ikisine de baktı: — Casus musunuz? Beyazlardan mısınız? Karşılık beklemeden Kuzma Kuzmiç’i dipçiğiyle bir kenara itti. — Yürü, yürü, yolda cevap verirsin… — Ama biz, daha doğrusu… — Ne? Daha doğrusu mu dedin? Savaşın göbeğinde olduğumuzu görmüyor musunuz? Kuzma Kuzmiç itiraz edemedi. Daşa ile birlikte muhafızların arasında yürüyordu. Müfreze öylesine hızlı ilerliyordu ki ayak uydurabilmek için koşmaları gerekiyordu. Gece olurken saz damlı evlerin önüne geldiler.

Küçük bir su birikintisinin önünde atlar, çözüldükleri arabaların arasında su içiyorlardı. Adamlardan biri müfrezeyi çağırdı. Muharipler hep bir ağızdan konuşarak adamın çevresini sardılar. — Savaşarak geri çekildik. Başka bir şey yapmaya imkân yoktu. Mel’un herifler yandan yüklendiler… Çok yakın bir yerde, derenin içinde atlı bir devriye koluyla karşılaştık. Adam alaylı bir ifadeyle: — Tabanları yağladınız tabii? dedi. Mükemmel! Komutanınız nerede? Birçoğu hep bir ağızdan: — Komutan nerede? Hey, İvan!. Çabuk gel, alay komutanı seni istiyor, diye bağırdılar. Uzun bolu, hafifçe kambur bir adam karanlıktan çıktı: — Her şey yolunda, alay komutanı yoldaş. Hiç kayıp vermedik. — Emniyet postalarını, nöbetçileri yerleştir. Muhariplerin karınlarını doyurmalarını sağla. Ateş yakmayı yasak et. Bu işleri bitirince gel beni gör.

Adamlar dağıldılar. Çiftlik boş gibi görünüyordu. Karanlıkta alçak sesle verilen emirlerden, nöbetçilerin yoklamalarından başka bir ses duyulmuyordu. Sonra bu sesler de kesildi. Rüzgâr damların üzerindeki sazları sallıyor, su birikintisinin kenarındaki söğütlerin çıplak dalları arasında uğulduyordu. Az önceki kızıl delikanlı Daşa ile Kuzma Kuzmiç’in yanına sokuldu. Çiftliğin üzerinde parıldayan yıldızlar, kalın kaşlı, solgun, zayıf yüzünü aydınlatıyordu. Daşa delikanlıya baktı ve; “Erkek kılığına girmiş bir genç kız olsa gerek…” diye düşündü. Erkek kılığındaki kadın: — Arkamdan gelin, dedi. İkisini de eve götürdü. — Antrede bekleyin. Oturun şuraya. Kapıyı açtı; arkasından kapadı. Öte tarafta müfreze komutanının kalın sesinin sert bir şekilde gürlediği duyuluyordu. Bekleyiş öylesine uzun, öylesine can sıkıcıydı ki Daşa başını Kuzma Kuzmiç’in omzuna dayadı.

Kuzma Kuzmiç: — Korkma, kurtulacağız, diye mırıldandı. Kapı yeniden açıldı. Kızıl asker el yordamıyla ikisini de bularak, bir kez daha: — Arkamdan gelin! dedi. İkisini de avluya çıkardı ve nereye kapatabileceğini bulabilmek için çevresine bakındı. Saz damın altında ezilmiş gibi görünen alçak bir sundurmayı işaret etti. Sundurmanın kapısı sökülmüştü. Daşa ile Kuzma Kuzmiç içeri girdiler. Dam, un ve fare kokuyordu. Kızıl asker, tüfeğini elinden bırakmadan yüksek eşiğe oturdu. Daşa alçak sesle ve umutsuzluk dolu bir ifadeyle: — Yanınıza oturabilir miyim? dedi. Farelerden korkuyorum. Asker istemeye istemeye yer açtı. Daşa delikanlının yanına, eşiğe oturdu. Kızıl asker birden bir çocuk gibi tadına vara vara esnedi. Gözünün ucuyla da Daşa’ya bakarak: — Demek casussunuz? dedi.

Kuzma Kuzmiç karanlıktan çıkarak yanına sokuldu. — Bana bak, yoldaş, dedi, müsaade et de açıklayayım durumumuzu. — Sonra konuşursun. — Barışsever vatandaşlarız biz, mülteciyiz… — Barışsever mi?. Ne demek barışsever vatandaş? Nereye gittiniz barışı aramak için? Daşa başını kapının pervazına dayamış, erkek kılıklı kadın askerin kalın kaşlı, çok muntazam kalkık burunlu, küçük ağızlı, dolgun dudaklı, zarif çeneli güzel yüzüne bakıyordu. Birden: — Adınız ne sizin? diye sordu. — Ne üstünüze lâzım sizin? — Kadınsınız değil mi? — N’olmuş kadınsam? Konuşma orada bitecek gibiydi. Ama Daşa gözlerini bu güzel yüzden ayıramıyordu. Tatlı bir sesle: — Neden bizimle düşmanca konuşuyorsunuz? dedi. Beni tanımıyorsunuz. Neden düşmanınız olduğum peşin hükmüne kapılıyorsunuz? Ben de sizin gibi bir Rus kadınıyım… Belki sizden de fazla azap çektim… — Siz mi Russunuz?. Haydi canım sen de!. Russunuz ha… Kızıl asker bir an tereddüt etti, suratını astı: — Burjuvasınız siz… Daşa’nın dudakları aralanmıştı. Öne doğru bir hamle yaptı, sokuldu ve kızıl askerin ılık, pürtüklü yanağını öptü. Böyle bir hareketi beklemeyen asker, Daşa’ya bakarak gözlerini kırpıştırdı… Ayağa kalktı, kenara çekildi, tüfeğini omzuna astı.

Tehdit eden bir sesle: — Olmaz böyle şey, vatandaş, dedi. Bundan bir fayda umuyorsanız…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir