Alet Alatli – Schrodinger’in Kedisi 1 – Kabus

Üç gündür hiç durmadan yağan yağmur, kafilenin Külliye’nin güney kapısında belirmesiyle birlikte tipiye dönüştü. Rüzgâr yön değiştirdi, karşılarına geçti, eğildi, yıldızdan, yere paralel olarak esmeye, fırlattığı buz tanecikleri yeni gelenlerin bacaklarını dalamaya başladı. Onları avlunun kubbeli revaklarının altına sığınmış seyreden Mağdurlar, Taliplerin şaşkınlıklarını utangaç gülücüklerle karşıladılar. “Bunlar da pek gençmişler, ayol!” dedi birisi. Bir başkası, “iki yüz kadar varlar mı?” diye sordu. “Daha fazlar “Yok, canım! Yüz elli ancak var!” “Eh, buna da şükür!” Kafile lideri Helsinkili Ingrid’in, “Bir zamanlar İkinci Beyazıt Külliyesi olarak da bilinen Adrianople Islahhanesi” diye başlayan standart tanıtım konuşmasına kadar oyalandılar. Yüreklerini dolduran duygudaşlık, hüzün ve o garip nafilelik hissi baş edilemez olunca, başlarını eğdiler, medresenin doğu kanadında kendilerine tahsis edilmiş sivri beşik tonozlu hücrelerine çekildiler. Hava hızla kararıyor, tipi artıyordu, ikinci Beyazıt Camisi’nin minareleri, iç avlunun heybetli kapısı gözden kayboldu. Kışlık dersanenin, talebe hücrelerinin ışıklan yerde arabesk gölgeler oluşturdular. Helsinkili Ingrid, konuşmasını kesti, ayak parmaklarının ucunda yükselip alçalan, avuçlarına hohlayan Taliplere neşeyle takıldı, “Ama bu daha eksi dört bile değil! Trakya’da eksi yirmi dördü de göreceksiniz!” “O, yooo!” diye ünledi, kalabalık! “O, yesss!” diye güldü Ingrid, omuzlarına dökülen saçlarından kar tanelerini silkeleyerek, “Gerçi, siz Attelliahlar’a bu ilk gecenizde bir ayrıcalık tanımalıyız! Toplantımıza Imaret’te devam edebiliriz!” Talipler sevinçle zıpladılar, eller havalandı, alacakaranlıkta birbirlerini buldu, “Çak!” “Bizi soğuktan dondurdular diye İnsan Hakları Mahkemesine gitmenizi istemeyiz!” diye ekledi Ingrid, “Yeniden Arınma’ya talip olanlar, Mağdurlarla aynı haklara sahiptirler!” “Hip, hip, hurrey! Hip, hip, hurrey!” Talipler, alkışlamaya koyuldular. Timaret Nöbetçisi General, alkışları duydu, Çorbacı’ya seslendi, “Salik!” “Buyrun, Generalim!” “Talipler geliyorlar, çorba servisini başlatın!” “Emredersiniz!” “Amir yok! Emir yok!” General, ayağını öfkeyle yere vurdu, “Bir de Salik olacaksın!” Salik Niyazi, hata yapmaktan duyduğu üzüntüyle başını salladı, af diledi. Mutfağa, tofu karavanasının başına yönelmişken, General durdurdu, “Bak buraya, sen sınavı geçtin mi sahiden? Sahiden, 90 HIFS puanın var mı senin?” “ULU PİR’in izniyle geçtim, Efendim,” dedi Salik, “91 HIFS puanım var.” “Ne günlere kaldık!” diye söylendi General, ellerim seyrek, kırçıl saçlarının arasından geçirip, ceketinin altından sarkan gömleğini pantolonunun içine tıkıştırmaya çalışırken, “Hadi, git işine bak! Neredeyse burada olurlar.” Kısa boylu, toparlak göbekli bir adamdı. Darmadağınık bir hali vardı.


1990’ların askeri üniformalarını anımsatan takım elbisesinin rengi ağarmıştı. Kravatsızdı. Boz renkli gömleğinin açık yakasından kıvırcık beyaz kılları görünüyordu. Yıllardır ütü görmemiş pantolonunun dizleri, kollarının dirsekleri torbalanmıştı. Ceketinin sağlı sollu iki göğüs cebinden en az dört-beş deste olduğu anlaşılan iskambil kâğıtları fışkırıyordu. Pantalonun ceplerinde stokladığı zarları, tutkulu bir tombalacı edasıyla sık sık karıştırıyor, bazen de kaybolmadıklarından emin olmak istermiş gibi bir iki tanesini çıkarıyor, uzun uzun inceliyordu. Imre Kadızade, onu, ilk kez elinde kepçe, Taliplere çorba dağıtırken gördü. Tofu, soya fasulyesinden imal edilmiş, besin değeri yüksek olduğu kadar da lezzetsiz, peynirimsi bir yenilebilirden oluşmuş çorbaydı. Kadının tabağının içinde jelatin parçalan gibi yüzen nesnelere anlamaya çalışarak baktığını gören General, “Deniz anası. Medüz,” diye açıkladı. “Safi protein. Attelia sahillerini tehdit eden bu yaratıkların yüzde onu Islahhanemizde tüketilir. Salatası ve böreği de dahil olmak üzere tam on iki değişik şekilde pişirebiliyoruz.” “Kutlarım!” dedi kadın, “Bu inanılmaz bir basan!” “Adrianople Islahhanesinin uğraşlarından birisi de yenilebilirlerin sayısını arttırmaktır!” dedi, uzun masanın başında oturan Ingrid. “insanlığa bu yoldan da katkıda bulunmayı amaçlıyoruz.

Eski Darüşşifa binasının bir kısmını laboratuvara dönüştürdük. Trakya otlarıyla denemeler yapıyoruz. Geçen yıl, meyan kökün den kahve üretmeyi başardık, meselâ. Hem kafeini yüzde yetmiş oranında daha az hem de çok daha ekonomik. Sabahlan papatya çayı yanında, meyan kahvesi de verebiliyoruz artık. Tabii, bu bahsettiğim, Müridlere. Talipler, partnerlerinin sağlıksız gıda rejimlerini paylaşmak durumundalar.” Imre Kadızade’nin gözlerinin çorba dağıtan adamda olduğunu fark etti, “O, Generalimizdir,” dedi Helsinkili. “Bir zamanlar Türk Ordusunda görevliymiş. Çıldırdığı gerekçesiyle emekliye ayırmışlar.” Sevecenlikle gülümsedi, “Sevgili General! On dört senedir burada ama o hâlâ bir Mürid! Öyle dağınık ki, yeterli HIFS puanlarını toplayıp Salik olamıyor bir türlü! Ama biz onu yine de seviyoruz!” Sesini yükseltti, “Öyle değil mi, General?” “Ben de seni seviyorum, Bebek!” dedi General, “Ama sıcak yaz günlerinde! Kışın soğuk İskandinav kanın yatağı ısıtmıyor!” “işte bu yüzden yeterli HIFS toplayamıyor!” dedi Ingrid, anlayışlı bir tavırla, “Deli! Ama sevimli bir deli!” Yemek, Salik Niyazi’nin sunduğu, tofu peyniri, soya krakerleri, yaban pirinci eriştesi ile tamamlandı. Imre Kadızade, cinayet sanığıydı. Amnesty International -Uluslararası Af Örgütütarafından, “Kendisine bir dünya kurma becerisinden yoksun bırakmak suretiyle, yeğeni Devrim Kuran’ın ölümüne yardımcı olmak”la suçlanmış, aynı Örgüt’ün İstanbul’daki Atik Valide Islahhanesi Kampusu Hastanesi’nde ölü yıkayıcı olarak göreve davet edilmişti. Duruşmalar, iki yıldan fazla sürdü. Bu sürenin sonunda Amnesty International yargıçları, yetersizlik kararı aldılar ve davayı Dünya Anti-Nihilist Sivil Toplum Örgütleri Birliği, DANSTÖB mahkemelerine devrettiler.

Anti-Nihilist Sivil Toplum Örgütleri, ENDİSTLER konusunda uzmanlaştıklarından, DANSTÖB mahkemeleri, “ihtisas mahkemeleri” hüviyetindeydiler. DANSTÖB, Kadızade’nin iki yılı aşkın gassallık görevini ileri sürerek talep ettiği Yeniden Arınma, ReCycling, hakkını kabul ile, kadının Amnesty International’ın “insan Haklarını Sistematik Olarak ihlâl Edenleri Dönüştürme Programı,” TSVHR, kapsamında Adrianople Islahhanesinde gerçekleştirdiği kurslara katılma talebini onayladı. Bu suretle davasının Adrianople’da görülmesi de kesinleşmiş oluyordu, ilamı tebellüğ eden Imre Kadızade, evini kapattı, diğer taliplerin arasına katıldı, yola çıktı. ‘ Doğu Trakya Cumhuriyetinin sınırları Çerkezköy’den başlıyordu. Merkez Adrianople, (eski Edirne) Kırkkilise, Rodosto, Gallipoli ve Çerkezköy olmak üzere beş bölgeden oluşmuştu. Doğu Trakenlerin 1980’li yıllara uzanan hak arayışları, İstanbul Eyaleti ile yapılan bir antlaşmayla sonuçlanmış, genç Cumhuriyet, Batı Trakyalı soydaşları ile federasyon görüşmelerine başlamıştı. Imre Kadızade, mor üzüm salkımlı mavi beyaz Doğu Traken bayrağını ilk kez Adrianople yolunda gördü, ilgiyle inceledi. Aynı motif, kimliğini inceleyen Avusturyalı görevlinin kolluğuna da işlenmişti. Mor salkımın kırmızı beyaz çizgili Avusturya ambleminin yanında hoş durduğunu düşündü. Görevlinin Uluslararası Mimari Mirası Koruma Sivil Toplum Örgütü, UMMSTÖ gönüllülerinden olduğunun farkındaydı. Merkezi Viyana’da olan örgüt, başta Adrianople olmak üzere Trakya’nın tüm eski eserlerini korumaya almıştı. Restorasyon için büyük çabalar sarf ediyordu. Daimi ikametgâhları Doğu Trakya Cumhuriyeti’nin dışında, diğer Anadolu Devletlerinde olanların Batı Marmara sahillerindeki yazlıklarının kamulaştırılması da UMMSTÖ’nün gayretleri sayesinde mümkün olabilmişti. Kadın, amcaoğlu Bekir Kuran’ın Saroz’daki yazlığını kaybetmekten duyduğu üzüntüyü hatırladı. Ancak, amcaoğlunun senede birkaç gün kullandığı, altyapı masraflarını Doğu Trakya vatandaşlarının yüklendikleri yapının hakiki sahiplerine dönmesi hakçaydı ve kaçınılmazdı.

Göğsündeki isim plaketinden adının Schvvartz olduğunu öğrendiği delikanlının, “Doğu Trakya Cumhuriyetinde mülkünüz var mı?” sorusuna, “Hayır,” diye cevap verdi, “Ne Doğu ne de Batı Trakya’da mülküm var.” Uluslararası Af Örgütü otobüsü eski otoban güzergâhında seyrederken, bir zamanlar iğne atılsa yere düşmeyecek yazlık sitelere üzüm bağlarının yürümüş olduğunu gördü. Sosyal tesislerin hemen hepsi şarap imalathanelerinin adını taşıyordu: Güzel Marmara, Malkara, Saray ve diğerleri. Gece hava çok soğudu. Yatakhaneye dönüştürülen Kışlık Dersane’nin pencereleri, akmaktan vazgeçmiş gibi duran Tunca Nehri’ne bakıyordu. Nehirle Külliye arasında kalan toprak donmuştu. Az ilerdeki mezarlıkta, bir yıl kadar önce intihar eden üç Talip gömülüydü. Imre Kadızade, mezarlıkta bitki namına birkaç böğürtlen çalısından başka bir şey olmadığını gözlemledi. Çıplak çalılar rüzgârın her çarpışında nöbet geçiriyormuş gibi kendilerini oradan oraya atıyor, yerlere yapışıyordu. Portatif karyolasına döndü, gözlerini yumdu, uyumaya, ertesi günkü yoğun program için gücünü toplamaya çalıştı. Aradan belirleyemediği bir süre geçti, cama vurulduğunu duydu. Gözlerini açtı, odanın sihirli bir ışıkla aydınlanmış olduğunu gördü. Doğalgaz sobası çoktan sönmüş olmalıydı. Uyku tulumunun dışında kalan kolları buz gibiydi. Uyuyan Talipleri uyandırmamaya gayret ederek yerinden kalktı, cama yaklaştı.

Buharı sildi, dışarı baktı. Mezarlık, çalılar, hatta Tunca, beyazın altında kaybolmuşlardı. Görebildiği tek şey, girdaplanan tipi oldu. Kar, sanki adının orada, o yatakhanede olduğunu bilmiş, üşenmemiş, çocukluğunun en korkutucu, en bunaltıcı oyunlarından birini yeniden sahneye koymuştu. “Çekil git! Çekil git!” diye fısıldadı, geçen Yüzyıldan kalma bir dileği hayretle hatırlayarak, “Boğuluyorum, anneciğim, kurtar beni! Topuğumu geçti kar! Boğuluyorum anneciğim kurtar beni! Dizlerimi geçti kar! Kurtar beni! Kurtar!” Bir an giyinip dışarı çıkmayı düşündü. Vazgeçip yatağına dönmeye karar verdiği anda da onları gördü. Onlar, Tunca’nın olması gerektiği yerden başveren dört karartıydılar. Uzayıp kısalıyor olmaları, yürümeye çalıştıklarım düşündürüyordu ama yaklaşıyorlar mıydı, uzaklaşıyorlar mıydı, o belli değildi. Bunu anlaması için on dakikayı aşkın bir süre beklemesi gerekti. Yaklaşıyorlardı. Aklına, nehrin donmuş olmasını fırsat bilip, sının geçen Yunanlı kanun kaçakları olabilecekleri geldi. Saatine baktı, altıya geliyordu. Az sonra şafak sökecekti. Yola daha erken çıkmaları gerekirdi diye içinden geçirdi. Kenara, kendisini göremeyeceklerini hesapladığı yere çekildi, bekledi.

Adamların Tunca ile Külliye arasında kalan arazi parçasını aşmaları yarım saatten fazla sürdü, Imre Kadızade’nin görüş alanına girdiklerinde hava adamakıllı ağarmıştı. Kadın, mezarlığın duvarından içeri atladıklarını, Darüşşifa olduğunu sonradan öğreneceği bölüme yöneldiklerini gözlemledi. Tipi olmasaydı da yüzlerini göremezdi, parkalarının kukuletalarının altına ‘saklamışlardı. Ama bir şey gördü; başparmak bükülü, diğerleri açık ve aralık, kuşkuya yer bırakmayan bir “dört” işareti. Adamlar, dağılmadan önce birbirlerini parmaklarıyla “dört” işareti yaparak selâmlamışlardı. Imre Kadızade, saklaması, kimselere söylememesi gereken bir toplantıya şahit olduğunu bildi, ihtiyatlı olmayı çok küçücük bir kızken öğrenmişti. Yerine döndü, giyinmeye başladı. Kalk borusu çalmadan önce avluda, hazırdı. Kahvaltılarını bitirip, Kışlık Dershane’ye geri döndüklerinde, portatif yatakların kaldırılmış, yerlerine seminer iskemlelerinin sıralanmış olduğunu gördüler. Imre Kadızade, Tunca’ya bakan pencerelerin yanındaki iskemlelerden birini seçti, oturdu. Gözlerini karşı duvara yansıtılmış olan YENİ DÜNYA DÜZENİ smilasyonuna dikti. Şemaya bütünüyle yabancı değildi. Daha önce KOALİSYON’un Inter-Koldeki WEB sayfalarında rastlamışlığı vardı, ancak bu, daha kapsamlı görünüyordu. Derken kapı açıldı, Helsinkili Ingrid, arkasında Şeyho Baran, kürsüye yürüdüler. Şeyho Baran, Yirminci Yüzyılın ikinci yarısında VASILLAR MECLİSİ tarafından sessiz sedasız yürürlüğe konulan DÜNYA ANAYASASI uzmanlarındandı.

Adrianople’a atanmış olması, Doğu Trakya Cumhuriyeti’ne verilen uluslararası önemin – çünkü dünyanın en zengin tor yatakları buradaydı – kanıtı sayılıyordu. Helsinkili, PİR’in Adrianople Özel Temsilciliğine Paris’ten yeni atandığını özellikle belirttiği Şeyho Baran’ı tanıştırdı, çıktı. Bu bir Yönlendirme Toplantısı’ydı. Platform Asistanları, Yönlendirme Toplantılarına katılmazlardı. Ingrid, Platform Asistanıydı. Kırk yaşlarında, gözlerinin içi gülen sevimli bir adamdı, Anayasa Uzmanı. Kürsünün merdivenlerini enerjik bir tavırla tırmandı. Hazırol vaziyetine geçti, Adrianople Islahhanesi Taliplerini çenesini göğsüne değdiren sert bir baş hareketiyle selâmladı. Alkışların kesilmesini bekledi, kürsünün üzerinde hazır bulduğu lazer cep fenerinin kırmızı ışığını YENİ DÜNYA DÜZENİ smilasyonunun zirvesindeki YÜCE PİR yıldızına yöneltti. YÜCE PİR, fenerin ışığının değmesiyle birlikte büyüdü, kabardı, tüm duvarı kapladı: YÜCE PİR DÜNYA ANAYASASI Uzmanı, “Sonsuz kudreti, merhameti, iyiliği, sevecenliği ve ışığı ile bizlere Postmodernizm’in maddi ve manevi refahının yollarını açan YÜCE PİR’i saygıyla selâmlıyoruz!” dedi. Talipler ayağa kalktılar, YÜCE PİR ibaresini selâmlayan Şeyho Baran’ın hareketlerini tekrarladılar. Duvarda YÜCE PİR yukarı kaydı, yerini Mutlak Bilinç başlığına bıraktı. Baran, “insan bilincinin kadınsı kökenlerinden erkeksi amaçlarına doğru eylemlilik süreci, tarihsel oluşum ve gelişimi, Yirmi birinci Yüzyılda bu iki öğenin bütünleşmesiyle son bulmuştur,” diye vurguladı, “Mutlak Bilinç, kadınsı ve erkeksi öğelerin bütünleştiği, nihai aşamadır. Mutlak Bilinç, her türlü ayrımın ötesindedir. Mutlak Bilinç, YÜCE PİR’dir.

YÜCE PİR, ‘Ben’lik bilincinin temsilcisi olan erkeksi bilinç ile ‘Biz’lik bilincinin temsilcisi olan kadınsı bilinci bütünleştirmiştir.” Duraladı, derin bir nefes aldı, “Yirminci Yüzyıl Modernizmi, erkeksi bilincin açılım, kazanım ve nesne olarak, kadınsı bilinç üzerindeki hükümranlık sürecinin sonucuydu!.” dedi. “Yirminci Yüzyıl Modernist düşüncesinin vardığı nokta, ben-sen veya ben-o, yani öznenesne ayrımının çok keskinleştiği bir tanımlama, kavrama ve kullanma sistematiğiydi. Yirminci Yüzyıl zihniyeti, Mutlak Bilinç’e giden YOL’un henüz yansında, parçaların tümünün bütünden eksik olduğu noktadaydı. Yirminci Yüzyılda özne-doğa veya özne-öteki ilişkileri ihmal edilmişti. Oysa, Yirmibirinci Yüzyılımıza damgasını vuran Postmodernizm, çokben’li, çok parçalı, çok özneli bir Eşitlikçi Birliktelik Doktrini’dir!” Talipler, var güçleriyle alkışladılar. Uzman, “Heyhat!” diye içini çekmeden önce, alkışların dinmesini bekledi, “Heyhat! Başta ben olmak üzere, bu odada hiç kimse yok ki, hayatının bir döneminde bir başkasının hakkını ihlâl etmemiş, ötekine tahakküme kalkışmamış olsun! Ne yazık ki, sizler, ben, hepimiz, Yirminci Yüzyılın Modernist anlayışının ve onun çocuğu, ‘üniter devlet,’ ‘egemen devlet,’ ‘baba devlet’ kültürünün mirasçılarıyız!” Talipler, mahcup olmuşlardı. Başlarını önlerine eğdiler. “Postmodernizm, Modernizmin “ötekine tahakküm’ dizgesini, daha iyi bir özne-nesne, hatta, özne-özne ilişkisine dönüştürmeyi amaçlar. Bu amaç doğrultusunda ve ekolojik denge kaygısıyla, her şeye ben yani özne payesi verir. Postmodernizm, ‘ben’in dışındaki, ‘öteki’ndeki, özneyi görür. Modernizmin dışlamacı, kullanmacı tutumunun tersine, ‘nesne’ye, kendisine ait bir özellik olan ‘özne’ payesini verirken, kendi sıfatını öteki’ne atfetmek suretiyle o’nunla bütünleşir. Çünkü öteki, salt ‘öteki’ kaldığında anlaşılamaz, bilinemez, tanımlanamaz ve kendisiyle sahici ilişki kurulamaz. Ben-sen, ben-öteki ayrımı, nesnelere özne payesi verilmesiyle ortadan kalkar.

Postmodernizm, geçmiş yüzyılın modernitesini sorgularken, YÜCE PİR’e yönelen, YÜCE PİR ile bütünleşmeyi, YÜCE PİR’de erimeyi hedefleyen yeni bir bilinç oluşumunu gerçekleştirmekte, kavramların yeniden oluşturulmasını zorlamaktadır. Postmodernizm’in yolu, KOALİSYON’a giden yoldur. KOALİSYON YOLU’dur.” Duvarda, YÜCE PİR ibaresi yukarı kaydı, altına THE YOL! Sözcükleri yerleşti. THE YOL! “Bilinç, mutlak bilinçsizlikten, Mutlak Bilinç’e, KOALİSYON’a seyreder,” diye açıkladı, Şeyho Baran, “Bilincin yolculuğu sırasında hedeflediği, YOL’un sonunda kendisinde taşıdığını fark edeceği beceri, gnosis, Son Hakikat’tir. Son Hakikat, Mutlak Bilinç’tir. Bu noktada, erkeksi akıl, kadınsı doğaya bütünüyle nüfuz etmiştir. Küresel varoluş, KOALİSYON’un sonsuz görünümlerinin seyredildiği Tekleşmiş Bütün olarak karşımızdadır. Tekleşmiş Bütün aşamasında her şey tek bir bilinç, her şey, tek bir ben’dir. Kurtuluş, Mutlak Bilinç’e, KOALİSYON’a ulaşabilenlerindir!” Kışlık Dersane’yi derinden gelen, yavaş yavaş yükselen bir ney sesi kapladı. Duvardaki sözcüklerin Taliplerin bedenlerinin ritmiyle çakışan tuhaf elektronik melodiye refakat eden kudümün temposuyla renk değiştiren, eğilip bükülen şekilleri, hipnotik bir etki uyandırdı, Imre Kadızade, gevşediğini, esridiğini, gözlerinin kapandığını hissetti. “YÜCE PİR tarafından geçen yüzyılın ikinci yansından, tam tamına 1950 yılından itibaren adım adım inşa edilen KOALİSYON,” diye beyninde yankılandı, Şeyho Baran’ın büyülü sesi, “Ekonomik Aklın somutlanmasıdır. Dünyamızın kurtuluşunu Ekonomik Aklın küresel hâkimiyetinin gerçekleştirilmesinde gören YÜCE PİR, gezegenimiz vatandaşlarını en saygın Vasılından, en sorunlu Lânetlisine kadar örgütleyen YOL’u çizmiştir. Dünya vatandaşları için tek bir hedef vardır. Bu hedef, Ekonomik Aklın görkemli KOALİSYON’una kabul edilmek, TEK’te erimektir.

Tüm insanlık için düşünüldüğünde, KOALİSYON’la bütünleşme, bugün henüz bir ütopya olmakla beraber, insanlığın nihai hedefidir. Yirmibirinci Yüzyıl’ın ütopyası, Modernizmin bencil hoyratlığını aşmış, kendi öznelliğinin hiçbir parçasını kendi dışına yansıtarak nesneleştirme gereksinimi duymayan, kendi öznelliğini ötekinde yaşayabilen, taşıdığı özü KOALİSYON’da seçebilen, TEK’leşmiş Bireyler’in çoğunluğa geçmeleriyle gerçekleşecektir. TEK’leşmiş insanın kendi özünde bulacağı KOALİSYON evrensel ekseninin, öteki’nin özünde de var olduğunun farkındalığıyla, tekilin tümelleşmesine zemin hazırlaması, ütopyanın kuvveden fiile dönüşmesini hızlandıracaktır. Birbirlerine gerek tarih gerek coğrafya gerekse kültür olarak yabancı ‘fcen’lerin buluştukları KOALİSYON, Tekleşmiş Varoluştur. Tekleşmiş Dünya’dır” Kahve molası, Imre Kadızade’ye çevresindekileri inceleme fırsatı verdi. KOALİSYON YOLU’na baş koymuş üç yüz kişiydiler. Eski Türkiye’nin hemen her köşesinden Yeniden Arınma umuduyla gelmişlerdi. En gençleri, yirmili yaşlarındaydı. Kendi aralarında heyecanla konuşuyor, notlarını karşılaştırıyorlardı. Işıklar yeniden yandığında, Anayasa Uzmanı’nın kenara çekilmiş, yerini, Adrianople Islahhanesi Başdanışmanı Mikail Arısoy’a bırakmış olduğu görüldü. Başdanışman, Uzman’dan hayli yaşlıydı. Şeyho Baran’ın karşısındakileri rahatlatmaya dönük tavrı onda yoktu. Söze kestirmeden girdi, “Bayanlar Baylar, geçmiş yüzyıllarda ‘sürekliliğin, bütünlük ve anlamlılığın taşıyıcısı’ olarak hak etmediği bir korumacılığa mazhar olan ‘kültür,’ statükocudur, dondurucudur,” diye başladı. “Kültür, değişime direnç gösterir, gelişmeyi engeller. Kültür, her türlü ayrışmayı, ‘doğru’dan sapma, sapkınlık olarak görür, engelleme ve yaptırımlarla karşı karşıya bırakır.

Kültür, bireylerin içine ‘yeni’nin korkusunu salan bir firavundur, tirandır!” Sözlerinin etkisini güçlendirmek istermiş “gibi duraladı, “Dünyamızda değişimi sağlayan faktör, statükodan ayrışmadır, yabancılaşmadır, sıçramalardır,” diye sürdürdü, “Her sıçrama, sıçranılan kültürden farklı bir ‘kültür taslağı’ çizer. Sıçrama eylemi, içinden çıktığı kültürü, ortak bilinci sorgular, değişmeye zorlar. Yaratıcılık, az ya da çok, her insanda henüz açılmamış bir potansiyel olarak mevcut olmakla birlikte tecrübelerimiz bize insanlık tarihindeki sıçrama ve ilerlemelerin, bütün insanlığa ait ürünler olmayıp, az sayıda dâhinin eseri olduğunu göstermektedir. Değişim ve ilerleme, kültürlerin dar kalıplarım yırtan dahilerin sıçramalarının sonucunda gerçekleşmektedir, insanlık tarihinin son durağı olan KOALİSYON, böylesi dahilerin eseridir.” Işıklar bir kez daha karardı, duvarda YENİ DÜNYA DÜZENİ smilasyonu üç boyutlu belirdi. En tepede YÜCE PİR, onun altında kıdemlerine göre izleyen Vasıllar, Salikler, Müridler, Talipler, sonra Mağdurlar, Sömürülmezler ve nihayet Lânetliler, uzayı kanatlarının altına almış ilerliyorlardı. Smilasyon, YÜCE PİR’in önderliğindeki KOALİSYON’un, Vasılların Saliklerden, Saliklerin Müridlerden, Müridlerin Taliplerden oluştuklarını gösterecek şekilde düzenlenmişti. YÜCE PİR, zirvede, pırıl pırıl parlıyordu. Başdanışman sustu, Taliplere, YENİ DÜNYA DÜZENİ’ni incelemeleri için zaman tanıdı. Yeniden konuştuğunda, “YÜCE PİR’e bağlılık ve itaat rastgele değildir,” diyordu, “KOALİSYON’un terbiye YOLU’na giriş, kolay bir süreç olmadığı gibi, YENİDEN ARINMA da kolay değildir! YENİDEN ARINMA aşamalarının her birinde iki temel unsur vardır: Islah Eden ve Islah Olunan. Islah Eden, Islah Olunan’a el verecektir. KUTSAL KOALİSYON, YÜCE PİR’in Vasıllara, Vasılların Saliklere, Saliklerin Müridlere, Müridlerin Taliplere el vermeleriyle mümkün olabilmiştir. El verme ilişkisinin vazgeçilmez ilk şartı, Teslimiyet’tir. Tarihi tecrübemiz bize Mutlak Teslimiyet’in olmadığı yerde, arınmanın ve sıçramanın gerçekleşemediğini göstermektedir. Hoca-talebe ilişkisinde itirazın yeri yoktur.

Islah edilmeyi talep eden Talip, iradesini kendisini ıslahla görevli olana bırakacak, kendisini ona verecek, hocasına ‘gassalin elindeki bir ceset gibi’ teslim olacaktır. Hoca, talebesinin mizaç ve durumuna göre, değişik yollarla ıslah eder. Hoca, talebesinin kat edeceği YOL’u daha önce kat edendir. Hoca, YOL’un tüm zorluklarını, açmazlarını, aldatıcı ve ayartıcı yönlerini bilendir.” Işıklar yandı, Imre Kadızade, Islahhane ileri gelenlerinin Baş danışman’ın kürsüsüne yürüdüklerini gördü. Yarım ay oluşturacak şekilde durdular. Mikael Ansoy, yerleşmelerini bekledi, başıyla işaret verdi, “Zıkr!” Şeyho Baran, “YÜCE PİR!” diye haykırdı, Islahhane görevlileri coşkuyla karşılık verdiler, “Son Hakikattir!” Şeyho Baran, bir daha haykırdı, “YÜCE PİR!” Cevap geldi, “Mutlak Bilinç’tir!” “YÜCE PİR!” Kışlık Dersaneyi dolduran Talipler, yavaş yavaş ayağa kalkmaya, YÜCE PİR’ın güzel isimlerini tekrarlamaya başladılar. “Tekleşmiş Varoluştur!” “YÜCE PİR!” “Tekleşmiş Dünyadır!” “YÜCE PİR!” “KOALİSYON’dur!” “YÜCE PİR!” “YENİ DÜNYA DÜZENİ’dir!” “YÜCE PİR!” “Ekonomik Akıl’dır!” “YÜCE PİR!” “Tek YOL’dur!” “YÜCE PİR!” “Hocaların Hocası’dır!” “YÜCE PİR!” “Mutlak Teslimiyet’tir!” Şeyho Baran, öne çıktı, son zikredilen ismi üç kez daha tekrarlattı, “YÜCE PİR!” Kalabalık hep bir ağızdan bağırdı, “Mutlak Teslimiyet’tir!” “YÜCE PİR!” “Mutlak Teslimiyet’tir!’ “YÜCE PİR!” “Mutlak Teslimiyeftirr MAO’NUN YOLU, KENNEDY’NİN SONU HEAD START Ertesi günün programı akşam yemeğinde dağıtıldı. Talip Imre Kadızade, program başlığını okudu, yüreğinin sıkıştığını hissetti, imaretin havası birden aşırı ısınmış, ağırlaşmış gibiydi. Çatalını yavaşça bıraktı, kalktı, dışarı çıktı. Kar durmuş, hava ayaza çekmişti. Derin derin soluklandı. HEAD START’ın, dünyanın demokratik yöntemle seçilmiş son başkanı olarak bilinen John F.Kennedy’nin hayatına mal olduğunu düşünüyordu. Başkanın, katilinin ve katilinin katilinin vatandaşlarının gözleri önünde alenen infaz edildikleri 1963 yılı, Dünya Siyasi Tarihine yeni bir dönemin başlangıcı olarak geçmişti.

O zamana kadar kötü şöhreti nedeniyle saklı kalmasına büyük özen gösterilen ırkçı faşizm, ancak bu tarihten sonra aklanma yoluna girebilmiş, genetik bilimlerdeki büyük ilerlemeler meşrulaşmasını sağlamıştı. Asli “Head Start,” müteveffa Başkan’in pek tartışmalı bir uygulamasının adıydı; “avans” anlamına geliyordu. Bir işin ya da yansın başlangıcında taraflardan birisinin geri durarak diğerine “avans” sağlaması olarak algılanıyordu. Kennedy, bu uygulamayla ülkesinin zenci çocuklarına, beyaz çocuklara yetişebilmeleri için gerekli “avans”ı sağlamayı düşünmüştü. Çünkü, 1950’li yıllarda CIA tarafından çok çok gizli tutulan, ’60’h yıllarda Arthur J. Jensen, William Shockley gibi bilim adamları tarafından açık edilen, ’80’li yıllarda da Richard Herrnstein ve Charles Murray tarafından The Bell Curve isimli seldz yüz sayfalık bir kitapta yayımlanan biUmsel verilere göre, karaderili çocuklar aynı toplumsal koşullardaki, akderili akranlarından genetik olarak asgari yüzde on beş oranında geriydiler. Öyle ki, modernist ABD’de, Beyazlar ve Siyahlar – ya da özneler ve nesneler, ‘Jten’ler ve ‘Öte&’ler – olmak üzere iki ayrı ulusun varlığından söz ediliyordu. Başkan Kennedy, zenci çocukları ilkokullara beyazlardan üç yıl önce kabul etmek suretiyle onlara eğitimde avans tanıyan programının yurttaşlarının arasındaki genetik uçurumu iyileştirmeye yardımcı olacağını ummuştu. Amnesty International’ın HEAD START’ı ise, kısaca TSVHR olarak bilinen (“Transformation of Systematic Violators of Human Rights”ın başharfleri) insan Haklarını Sistematik Olarak ihlâl Edenleri Dönüştürme programının parçasıydı. Talipleri KOALİSYON YOLU’na sokmak ve KOALİSYON YOLU’nda ilerlemelerini sağlamak üzere geliştirilmiş olan programın bu bölümü, idealini Başkan Kennedy’den almış olmakla birlikte, uygulamasını 1976’da ölen ünlü Çin lideri Mao’ya borçluydu. Uluslararası Af Örgütü, Başkan Mao’nun Kültür Devrimi’nin “bedensel çalışma aracılığıyla düşünce reformu” ilkesini benimsemekle kalmamış, Mağdurlan da kapsayacak şekilde genişletmişti. Islah edilme başvurusu kabul edilen Talip, “kusurlu davrandığı Örgüt tarafından saptanan Mağdur veya Mağdurlar”ın hizmetine verilir, böylece kendisi “çalışarak arınırken,” mağdur ettiği Mağdur ya da Mağdurlar KOALİSYON YOLU’nda “avans” alırlardı. Umulan, Mağdurların TSVHR programı için gerekli HIFS puanlarım toplayarak, hizmetlerindeki Taliplerle aynı POSTMODERNİST bilinç düzeyine yükselmeleriydi. Uygulamanın bir başka yararının da, Taliplerin “bir taraftan suçlarının bedelini öderlerken diğer taraftan da haklarına tecavüz ettikleri Mağdur ya da Mağdurlan daha yakından tanımaya mecbur kalmak suretiyle geçmiş önyargılarından arınmaları” olduğu söyleniyordu. Af Örgütünün öngördüğü ıslah yöntemleri taliplerin özel koşullarına göre de değişebiliyordu.

Nitekim, Imre Kadızade, ölümle sonuçlanan kusurlan nedeniyle gassallığa mahkûm edilmişti. Buna karşın, gerek Adrianople gerekse diğer ıslahanelerde “hükümlü, mahkûm” gibi sıfatlar, eskinin “egemen devlet” kavramını çağrıştırdıkları için kullanılmazdı. Af Örgütü, dayatmacı devlet değil, sivil toplum örgütüydü Taliplere, ıslah olmayı talep eden gönüllü “talebeler” olarak bakılırdı. Omuzuna dokunan, Deli General’in eliydi. Kadın korkuyla sıçradı, “Affedersiniz! Dalmışım!” “Dokunulmaya da pek alışık değilsin!” dedi General, “Doğru mu?” “Sanırım öyle,” dedi Kadızade, kısa bir duraklamadan sonra, “Kurallara aykın değil, değil mi? Burada, durmam?” “Esir misiniz, canım! Tabii ki, istediğiniz yerde durabilirsiniz! Ama yemeğinizi yemediniz, işte o kurallara aykın! Sağlığınızı korumakla yükümlüsünüz, buradaki en önemli kurallardan birinin bu olduğunu biliyorsunuz, değil mi?” “Tanıtım broşüründe okumuştum,” dedi kadın, “Yatma saatini de kaçırmayayım bari! îyi geceler, General!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir