Alev Alatlı – Or’da Kimse Var mi 1

Şairin cenazesi, mart ayının ortalarında, yağmurlu, sisi geniz yakan bir gün, öğle namazından sonra Şişli Camii’nden kalktı. Başta Emil Galip Sandalcı olmak üzere, herkes oradaydı. Herkes, yani, Oktay Akbal, Tarık Akan, Demirtaş Ceyhun, Onat Kutlar, Metin Deniz, Melih Cevdet, Zeynep Oral, İlhan Berk, Asena kardeşler, Özgentürkler ve ekipleri. Epeyce bir yıldır, açılışlar ve sanat etkinlikleri gibi, cenazeler de insanların ideolojik birlikteliklerini, birbirlerine teyit, ‘ötekilere’ ilân gibi, fazladan bir işlev üstlenmişlerdi. Öyle ki, müteveffa ile hiçbir tanışıklığı olmayan, ama bu iççevreyle birlikte anılmak isteyenler, davetiye gerektirmeyen bu toplantıları kaçırmamaya özen gösteriyorlardı. Tersi de söz konusuydu. Ölen tanış……………………….(sonraki 2 sayfa eksik) Aleviliğin nesinin yeni olduğunu sormama izin vermedi, “İyi de, bunu onlar bilmiyorlar ki!” dedi Rodoplu, “Cumhuriyetin haberini hatırlasana, ‘Bu yıl hac mevsimi Kurban Bayramı’na rastladı!’ diye başlık atmışlardı! Sonra, o Şenay kızcağızın büyük keşfi (!) ‘Alevilik!’ dizi yazısı! Kıvırcık saçlarını savura savura, ‘Biliyor musunuz, Alevilikte hırsızlık kınanır’ gibisinden bilgi veriyordu, hatırlasana!” “Sünnilikte hırsızlara madalya verildiğini herhalde düşünmüyorlardı, Günay’cım!” dedim, ama doğrusu ben de pek emin değildim. “Öyle olmasa, böyle bir abesi manşet yaparlar mıydı? Şöyle düşün, bir din lâzım, ama ‘İslâmlık’ yakışık almıyor. Üstelik reform tutmuyor. Mesela, camide efendi gibi koltuklarda oturmak varken, yerlere yapışıyorsun, ne üst kalıyor ne baş. Doğru mu? Üstelik Alevi türküleri, hele de düzene sövüp sayanlar çok güzeldir. Görmüyor musun, evi heybelerle, at boncukları ile -bir zamanlar Kürt dostlarla- süslemek gibi bir şey bu Alevi söylemi! Bodrum entellerinin tümü Arif Sağ’ın peşinde!” Günay Rodoplu’nun kurduğu bağlantıları her zaman anlamadığımı itiraf etmeliyim! Evet. Sonuçta “ve her zaman olduğu gibi”, namaz bitip de tabut ayaklanınca hareketlenmişti aydın kalabalık. Bu defa da, namazı Allah rızasından öte bir şeyler için kılanlar ortaya çıkmış, aleni bahşiş talepleri, “Bu da çiçek taşıdı, buna da ikibin lira vereceksin,” şeklinde, merasimsiz ve hiçbir duygudaşlık gösterisine gerek duyulmaksızın tebliğ edilmişti.


Kadınlar ellerini çantalarına attıklarında, Rodoplu, yüzlerinde “hır çıkartmaktan günün niteliği gereği kaçınan insanların” örtülü öfkelerini gördü. Mezarın başında dua okuyan hocaları da “dönüşümlü konuşan televizyon sunucuları”na benzetmişti. “Arada saatlerine bakmasalar da inandırıcı değillerdi,” dedi, “Herhalde, ceplerine tıkıştırılan paraları da yeterli bulmadılar, kısa kestiler: ‘Tamam, tamam, başınız sağ olsun işte!”‘ Gerçekten böyle mi demişlerdi, sonradan kendisi mi yakıştırmıştı, bilemiyordu. Ama, ben pekâlâ da mümkün olduğunu söyledim. Daha geçen ay, ortak bir dostumuzun, Tülin’in annesini kaldırırken yaşadıklarımızı hatırlıyordum. Türkiye’de, insanın bu sahtekârları, acıyı paylaşırmış gibi yapan ziyaretçileri, duasını Allah rızası için okurmuş gibi yapan din görevlilerini toptan defedip, kendi yakınının cenazesini bir başına kaldıracağı günlerin yakın olduğunu düşünmüştük. “O zaman da, Allah bilir, çocuklarımızın nafakası gaspolundu diye mezar taşını sökerler!” dediydi Günay Rodoplu. Pekâlâ da mümkündü! “Uzun boylu, kısa kumral saçlı bir kadın, yanılmıyorsam Boğaziçi Üniversitesi’nde İngilizce okutmanı, en son, Talat Halman’ın, Allah rahmet eylesin, oğlunun cenazesinde görmüştüm, Şişli Camii’nin ilkelliğinden yakınıyordu. Aynı kadın, az önce Cardin çakmağıyla yaktığı sigarasının izmaritini kabirlerden birisine doğru fırlattı, ayağı ile ezdi. Altta, salihatı nisvandan Azize Hanımefendi’nin -taşında öyle yazıyordu- kaburgaları çatırdadı! Bardağı taşıran son damlaydı, kavga etmemek için yürüdüm, çıktım.” Şairin adına üzüldüğümü söyledim. Bir garip baktı, “Üzülme,” dedi, “O da farklı bir adam değildi. Yabancıydı. Olan biteni bir Amerikalı ne kadar yadırgarsa o da ancak o kadar yadırgardı.” “Sevmez miydin?” diye sordum, hayretle.

“Şiirini mi? Hayır,” dedi, “Sıradan bir şairdi -şiir de sıradanlıkla nasıl uzlaşacaksa-! Ama umut vaat eden bir gençti, dokunaklı bir duyarlılığı, hoş tamlamaları vardı. Sonra, haramilerin arasına düştü, iliğini, kemiğini sömürdüler. Pohpohladılar, ödüller verdiler, barlarda yanlarına oturttular. Babası yaşındaki adamlara ilk isimleri ile hitap eder oldu.” Bazen ne kadar tutucu olabiliyordu! Arkadaşlarının, çocuklarının kendisine ismiyle hitap etmesinden hiç hazzetmez! Teyze ya da abla demelerini isterdi. “Tutuculuk değil,” dedi, “sadece, akılcı otoritenin kaybını önleme gayreti.” Akılcı, rasyonel otorite, diye zaman içinde kendisini yok eden otoriteye diyordu. “Öğretmenin öğrencisinin, ustanın çırağının, burada usta şairlerin acemiler üzerindeki otoritesi. Boynuz kulağı geçtiği zaman rasyonel otorite ortadan kalkar. Amaçladığı da odur, zaten.” Ölen şairin, ustalarla ilk isim düzeyinde konuşacak kadar eşitlenmiş olabileceğini söyledim, “Hayır,” dedi. Günay’ın “hayır”larını iyi bilirdim. Diyebilirim ki, Türkiye’de, onun kadar kesinlikle “hayır” deyip, kesip atabilen birisine rastlamamıştım. Bu nedenle, önyargı ile hatta bağnazlıkla suçladığım çok olurdu. Tepem yine attı tabii! “Canım, nereden biliyorsun öyle olmadığını?” “Ben otoriteyim de ondan,” dedi Günay, sakin sakin.

Buna verecek cevap yoktu gerçekten! “Her şey öyle kolay oldu ki,” diye anlatmayı sürdürdü, “Cevapların hepsini buldum sandı, hayatı karşılamayı unuttu. Böyle çok katliam vardır Babıâli’de. Genç şairler, öykü yazarları, son zamanlarda, genç çizerler. Sana bir şey söyleyeyim mi, kısa yoldan dönülemeyecek bir köşe varsa, o da şiir köşesidir.” “Keşke gitmeseydiniz,” diyecek oldum, “Allah Allah!” diye azarladı, “Öldü yahu çocuk!” O yılın “Kitap Fuarının düzenlendiği Mecidiyeköy’deki R. binasının dördüncü katında, yapıtlarını imzalayacak yazarlara ayrılmış salondaydık. Bina, bir örnek kuaförlü -Rodoplu’nun ‘kuş yuvası’ dediği, tarak işlemeyen ‘Afro’ modasıymış- kızlarla tıklım tıklım doluydu. Ondan az önce gelmiş, beklemiştim. Şairin üzüleceğini, bu imza gününde çok sıkılacağını tahmin ediyordum. Yalnız bırakmak istememiştim. Nitekim az sonra, merdivenlerin başında belirdiğinde gözleri tatsızlık beklentisiyle kısılmıştı. Şöyle bir durakladı, hızla çevreyi taradı. Beni gördü, yüzü aydınlandı. Üşenmeyip geldiğime sevindim. “Üşüyen Türkler yine kokutmuşlar ortalığı,” diye sarıldı.

İkimizin arasında bir şakaydı bu. Sıcaktan ikimiz de nefret ederdik. Yıllar önce bir kez birlikte Ankara’ya gittiydik. Mavi tren cehennem gibi sıcaktı ama öteki yolcular tek bir pencere olsun aralamamıza izin vermiyorlardı. Ben söylendikçe Günay, “Böyledir, Türk dediğin üşür,” demiş, durmuştu. Gerçekten de, insanların ya koyacak yer bulamadıkları ya da sahiden üşüdükleri için üzerlerinden çıkarmadıkları ıslak yünlü giysilerinden yayılan koku bayıltıcıydı. Coşkusuz ve tumturaklı bir okuryazar kalabalık, nefesin ısıttığı ağır havanın içinde ayaklar yerden kesilmiş, asılı gibi duruyordu. Rodoplu, girişin iki yanına sıralı, kaba saba karkasların üzerinde katledilmiş karanfillerden oluşan zevksiz çiçek çelenklere nahoş bir bakış fırlattı. Yüzü sararır gibi oldu. Elimi omzuna attım, kalabalığın arasından imza masasına yöneldik. Nazlı nazenin, çok titiz birisi değildi Günay. Hatta tam tersi olduğunu söyleyebilirim. Ancak, yaşamının son iki yılında uğradığı acımasız ihanet ona insanlara ilişkin her türlü bilgisini yeniden gözden geçirmesi gerekliliğini dayatıyordu. O kadar ki, bir gün, bana, “Nereden buldun?” yasası gibi, bir de “Nereden biliyorsun?” yasası çıkarılması gerektiğini söyledi. Kimdi, hatırlamıyorum, ama pek az tanıdığımız birisinden bahsederken, “iyi bir adam,” gibisinden bir şey diyecek olduydum.

Günay, hemen yapıştırdıydı, “Nereden biliyorsun?” Bilmiyordum tabii! Acı acı güldü, başını esefle iki yana salladı, “Ne hale geldiğimi görüyorsun, değil mi?!” dedi. Oysa daha şundan birkaç yıl öncesine kadar, yüreğinin sözlü ya da yazılı yayınlarının insanlarını bulduğundan, kafalarına ve gönüllerine gömüldüğünden, “bir parça herkes, herkes de bir parça olduğundan” asla kuşku duymamıştı. Ama özellikle, Şiran olayından sonra gözle görünür bir biçimde kapandı, “roman notlarında” göreceğiniz gibi, aylarca sorguladı, “Ah, be arkadaşım! Neydi o gaflet?! Neydi?! Kendi ülkemdeyken haymatlos ettiler beni!” Büyük bir hızla koptuğunu, dilini kaybettiğini, bu yeni konumunun içerdiği tecrit olunmuşluk, sevgisizlik duygusunu yadırgadığını, öfkelendiğini, canının yandığını görüyordum. Örneğin, artık dokunmanın bile kâr etmediğini söylüyordu ki, bu, hasarın boyutlarını saptamakta çok önemliydi. Çünkü yıllar yılı sevmenin dokunmak olduğunu iddia etmişti Günay. İletişim kurabilmek, çevresiyle yeniden sevgiyle bütünleşebilmek için her yolu -sormayı, konuşmayı, yazmayı- denediğini ama başaramadığını iddia ediyordu, ama yine de kandıramıyordu beni. İnsanlara duyduğu ilgiyi yitirmiş olduğuna her şeye karşın inanmıyordum! O günkü imza gününü kabul etmesi için onca ısrar etmemin nedeni de buydu. Neredeyse kavga ettik. Son imza günü olduğunu, bir daha hiçbir şey yazmayacağını bile bile, onu tezgâhtarlığa zorlamakla suçladı beni. Neden yapsındı bunu? Yazamayan, yazamadığını bilen ‘yazarların’ gündemde kalabilmek için, yaş günü tertip etmek dâhil her türlü etkinliğe demirbaş olma gayretlerini aşağılatıcı bulan ben değil miydim? Dahası, nasıl imzalayacaktı kitaplarını? Hiç tanımadığı, bir daha asla görmeyeceği insanlara, “Sevgilerimle?!”, “Saygılarımla?!” ya da son yılların en kaypak temennisi, “Dostlukla?!” mı diyecekti?! Varlık Yayınevi’nin sahibesine, yazarlarının “Sayın Hanımefendice…” diye imzalayıp, dergide bir eleştiri çıkar umuduyla gönderdikleri kitapları hatırlattı. Yayınevinin karanlık girişinde üst üste, kapakları açılmamış dururlardı. “İstediğinizi alabilirsiniz!” demişti, Kemal Abi. Almıştık da, Günay, evde kapaklarını açıp da binbir umutla imzalanmış ithafları görünce alı al, moru mor olmuş, bir daha ne Hanımefendi’nin yüzüne bakmış ne de yayınevine uğramıştı. “Varlığını yazarların emeklerine borçlu bir hanımın saygısızlığı utanç verici,” dedi. Onu oraya götürdüğüm için özür dilemekten başka söyleyecek söz bulamadım.

Şimdi düşünüyorum da, eğer o gün beni kırabilseydi, imza günü yapmayı kabul etmeseydi, hayat, hatta belki de ortak yaşamımız, bambaşka bir yön alabilirdi. Bir kez bunu ona da söylemeyi denedim, güldü, “Akacak kan damarda durmaz. Ben ne yapar, ne eder acı çekmenin bir yolunu bulurdum!” dedi. Belki de. Benim umduğum okuyucuları ile yüz yüze gelmesinin onu tazeleyecek, koordinatlarını yeniden saptamasına yardımcı olacak bir şeyler doğurmasıydı. “Bir de şöyle bak,” dedim, “Onlardan başka kimin var?” “Aaaah! Saçmalama, lütfen!” dedi, “Havarilerini yaratamayan İsa’nın yeri tımarhanedir, tarih değil!” Yine bağlantı kuramamıştım, sustum. Sonra, ne düşündüyse düşündü, “Peki,” dedi, “Giderim. Sağol canım.” Cenaze, çiseleyen yağmurun kasveti, havasızlık, gönlünün karanlığı iyice bindirmiş olmalıydı, sarıldıktan sonraki ikinci cümlesi, “Hadi, ben eve gideyim!” oldu. Bana şımarıyordu. “Hadi, sen yerine otur!” dedim. “Ben zaten her şeyi ‘Hayır!’ diye diye yaparım!” diye söylendi, kendi ağzının payını kendi verdi, “Hiç de değil, halt etmişsin sen!” Ben “ilk konuşan”ın haklı olduğunu düşünüyordum, ama söylemedim. Oysa zaman beni haklı çıkardı. Günay Rodoplu, gerçekten de her şeyi “Hayır” diye, bağıra bağıra yaptı. L şeklinde dizilmiş, beyaz örtülü altı masadan ikincisi onunkisiydi.

Diğer masalar boştu, meslektaşları henüz gelmemişlerdi. Saatine baktı. Saptanan saat beş dakika aşılmıştı. Geç kalmayı hiç beceremediğini, bu nedenle hep çok hevesliymiş izlenimini verdiğini, buna da canının sıkıldığını söylediğini hatırladım. Gülleri ve L’nin kısa kenarındaki boş masalardan birisinin önündeki okur kuyruğunu aynı anda fark etti. Güllere döndü. Rengi attı, elleri titremeye başladı. Şiran’ın göndermiş olduğunu umduğunu adım gibi biliyordum! Kalbim çarpmaya başladı! Ondan böyle bir inceliği her şeye rağmen bekliyor olabilmesine kızıyordum. Ruhumun bir yanı böylesi bir beklentinin tanıdığım Günay’a uygun, pekâlâ da insanca, öteki, fesat olan, onun katıksız bir budala olduğunu aynı anda haykırıyorlardı. Ona kızdığım için kendime daha çok kızdım. Hakçası, yanlış olan Günay değil, varlığındaki yerini bir çiçekle olsun teslim etmeyen Şiran’dı! Saksımsı şeyi önüne çekti, karta uzandı. Hayır, gönderen (tabii ki!) Şiran değil, yayımcısıydı. “Mustafa Bey’e haksızlık ettim,” dedi, yutkunarak. Telafi etmek için aranır gibi etrafına bakınmaya başladı. Yüzünü benden saklamaya çalışıyordu.

Ben de ona katıldım. Gözlerim, halen boş duran öteki masanın başında kuyruk olmuş gençlerdeydi. Bu denli sevilen yazarın kim olduğunu merak ettim, isim kartonunu okudum, “Hıfzı Veldet Velidedeoğlu!” Hayretle baktı, “Yok canım! ‘Nutuk’u Harbiyelilerden başka okuyan kaldı mı?” “Söylev”in bu denli popüler olmasına imkân olmadığına muhakkak gözü ile bakıyordu. Günay’a göre, Atatürkçüler yenileli en az bir yirmi yıl olmuş olmalıydı! “Kadersiz Mustafa Kemal Paşa,” diye mırıldandı, “önce garibi ‘ışık renkli saçları, şimşek bakışları’ ile ‘canlı bir alev’ ettik, ‘yeleleri alevden bir ata’ bindirip, Zeus misali, yüce dağlar aşırdık. Sonra, sarı burjuva paşalığı ile Fatih arasında bir yerlerde bocaladı. Daha sonra, bir de halife katili, mason ve de Yahudi (!) olduğu ortaya çıkınca, gündemden toptan kalktı!” Derken, bir alkış koptu; Velidedeoğlu, yaşlı ve vakur, genç bir kadının kolunda belirdi. Kadın, ağırbaşlı pahalı giysileriyle, “ne hazır giyime beden ölçüleri müsait olmadığı için bilgiç sosyete terzilerinin parlattığı papatyalar, ne de Paris butiklerinden giyinen sıska İstanbul burjuvazisindendi”! Günay’dan yana ölçülü bir tebessüm gönderdi. “Siz” diye hitap ettiği yaşlı profesörü duruma intibak ettirmeye çabaladı. Az sonra, yerlerini almak için Velidedeoğlu’nu bekliyormuşçasına, diğer yazarlar da geldiler. Anlaşılan az ilerdeki barda hep beraber birer içki “almışlardı”. Velidedeoğlu’na ve yanındaki hanımefendiye saygılarını sundular. Şair-felsefeciöğretim üyesi eğildi, genç kadının elini öptü. Ordinaryüs, öteki genç kadının yanağını okşadı, 1916 doğumlu eski tüfek yazarla “muhabbetle” selamlaştı, Barış Derneği’nin yeni tahliye edilen üyesini bağrına bastı. Göz ucuyla Günay’a baktım, ellerini çenesine dayamış, onları seyrediyordu. Darlandığını, “düzenin öz-uzman aydınları” dediği (Gramsci’den! Hapishane Defterleri’nin, Kenan Somer çevirisi) bu takımın ona elem verdiğini biliyordum.

Rodoplu’nun beni en çok etkileyen tespitlerinden birisi, Türkiye’nin gündemini saptayan bu insanların, ülkede yaşanan kaosun düzenin öz-uzman aydınları olarak bizzat kendilerinin dayattığı görecelikçi, relativistik ahlâk sisteminden kaynaklanan bir “ahlak kaosu” olduğunun farkında değilmiş gibi yapıyor olmalarıydı. Günay’a göre, bir dönemin sofistleri gibi, onlar da, aynı şeyin “aynı zamanda doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlayabilirler”di. Ve tabii, sonuçları üzerinde düşünmeden ve hiçbir nedamet duymadan! Bir Velidedeoğlu, son tahlilde bütünüyle anti-demokratik bir darbe olan 27 Mayıs’ı “aydın kategorisine dâhil olduğu egemen toplumsal grubun çıkarı için aklamaktan, yasal olmayan bir hareketi kılıfına uydurmaktan kaçınmamış, idamlarla sonuçlanan bir oluşumdaki rolünü sahiplenmemiş, gencecik bir DDKD lideri kadar olsun özeleştiri yapma gereği duymamıştı”. Yaşlı adama baktı, baktı, “Yassıada civarında ısrarla dönen bir çatana hayal ediyorum,” diye fısıldadı, “Küpeştede, ak saçları, kara cüppeleri rüzgârda dalgalanan, başta Velidedeoğlu, ‘Ölüm cezasına hayır! Hayır! Bin defa hayır!’ haykırışları ile yeri göğü inleten, onurlu hukuk profesörleri!” Mahzun yüzünü bana çevirdi, “Yeşil Barışçıların ‘Gök Kuşağı Savaşçısı’ ile Pasifik’e gömüldükleri bir dünya da, çok mu olmayacak bir hayal?” diye sordu. “Hayır,” dedim. Sevindi! “Hiç inandırıcı değilsiniz, Profesör, hiç!” dedi, yüksek sesle, “Ne askerleri yererken, ne faşizme söverken. Hiç ama hiç!” Dikkatini, Profesörün önünde sıralanan okurlarda (“okumayacakları kitabı imzalatmak için” diyordu) yoğunlaştırdı. Birbirlerini dürtüyorlar, sarı saçlarını omuzlarına dökmüş kadın gazeteciyazarı işaret ediyorlardı. (Bu, ‘sarı saç’ meselesi önemliydi. Günay, durup durup, ‘Baksana, neden bizim ağzı lâf yapan adamlarımızın hepsi açık renktir? Neden hiç palabıyıklı, karakaşlı, kara gözlü sefirimiz yok?’ diye sorardı.) Oral’ın defalarca baskı yapan son kitabı, Barış Derneği’nin kadın mahpusunun anılarıydı. Günay, benden sonra okuduydu. Nasıl bulduğunu sordum, “Bolşeviklerin eline düşmüş bir Romanoff ya da bir Marie Antoinette kadar acıklı,” dedi. Alay etmediğini, kullandığı “acıklı” sıfatına açıklama getirdiğini biliyordum ama yine de sinirlendim. Bazen, sırf beni tahrik etsin diye aykırı şeyler söylediğini düşündüğüm olurdu; asla hesaplı olmadığını bildiğim, hatta ona, hesapsızlığının kendisini savunmasız bıraktığını söylediğim halde olurdu.

Onun yaşında bir kadının inançları uğruna hapse girmiş, bütün süreç içinde bu denli onurlu davranmış olmamasına saygı duyuyor, Günay’ın yargılarını çok katı buluyordum. Başını salladı, “Bir erkek gibi düşünüyorsun da ondan. Satır aralarını okumuyorsun. Hanımın incinmiş ‘egemen sınıf kibiri’nin belirtilerini fark edemiyorsun. Erleri ‘oğlum’lamasındaki, bir sonraki duruşmaya yeni bir giysiyle çıkabilmek için iç fanilasından kestiği şeritleri tayyörünün yakasına biye yapmasındaki sınıfsal işaretleri görmüyorsun.” En çok gücüne giden de, hücresini paylaştığı devrimci “Kızların”a analık ettiğinin anlatıldığı bölümlerdi, “Rahmi tazyikli suyla parçalanmış, göğüs uçları postalla ezilmiş, kocası her an asıldı asılacak gencecik bir kadını, düzenin temsilcisi hâkimin önüne, yine aynı düzenin bakımlı saç, efendimli konuşma gibi marjinal değer yargılarını gözeterek çıkmaya ikna etmeye çalışmak, tüyler ürpertici bir yabancılaşmanın itirafından başka bir şey değil!” Öfkesini zor denetliyor gibiydi. Sonra öfkenin yerini derin bir yeis aldı, sakinleşti, gözleri doldu, “Canın bildiğinin kaderini paylaşamamak nasıl bir şey, düşün bir!” dedi, titrek bir sesle, “Erkeğinin korktuğunu bilmek ve yanında olamamak… Ölümden değil, bağırsaklarının boşalmasından, dilinin dışarıda kalmasından, aşağılanmaktan korktuğunu bilmek ve yanında olamamak! Çok soylu genç hanımlarmış devrimciler. Romanoffa iyi dayanmışlar.” Tokat yemiş gibiydim, ne söyleyeceğimi bilemedim. “Daha da korkuncu bu ülkede her anlatımın yaşanılanın niteliğini değiştiriyor olması,” dedi, “Kötülükler saptırılıyor, sıradan vakalara indirgeniyor. Yokmuş gibi, hiç olmamış gibi oluyor. Nereye dönsem aynı şey!” Uzandı, çantasından o haftanın Gırgır’ını aldı, kapağını işaret etti, “Şuna bak.” Alışılmış biçimde bir Gırgır karikatürüydü. Ne çizildiği anlaşılsın diye sol üst köşede bir cep açılmış, “kullanma talimatı” (Günay’ın lafı!) yazılmıştı: “Doğu’da vatandaşa cop sokuluyor. Bayrampaşa Cezaevi’nde tutuklu aileleri tekme tokat dövülüyor.

Nevşehir Cezaevi’nde kitap isteyen tutuklular hücre cezasıyla korkutuluyor. Fişlemeler sürüyor. Pasaportlar verilmiyor. Şarkılar yasaklanıyor, çocuklar komünist diye hapsediliyor. Bütün bunların ANAP’ın işi olduğu da biliniyor. Ama aynı ülkede adının sosyal demokrat ve halkçı olduğunu öne süren bir de muhalefet partisi var. (Var mı acaba? Varsa nerede?)” Günay’a döndüm, “İşte, bu kadar” dedi, “Çizerler dünyanın en çok satan üçüncü dergisi olarak muhalefet görevlerini yerine getirmiş olmanın huzuru içinde evlerine gidebilirler… Dehşete kapılmıyor musun? Tüyler ürpertmesi gereken bir feryat nasıl da can sıkıcı bir vızıltıya dönüştürülüyor! Çığlıkların havı dökülüyor. Yaşamsal talepler, arsız yakarmalara indirgeniyor. Bu, müthiş bir beceri arkadaşım. Lanet olası bir beceri!” Böyle dile getirildiğinde, facianın boyutları okuyucuyu yaralamayacak ebatlara indiriliyordu gerçekten. Derginin kapağına tekrar baktım. Kılımın kıpırdamamış olduğunu teslim etmek zorundaydım. “Yabancılaşma diye buna diyorlar,” dedi, Günay. “Bana mı söylüyorsun?” Yanlış anlamıştım, yabancı olanın ben değil, “iç-çevre vakanüvisleri” dediği yazar-çizer takımı olduğunu söyledi. Bizim kuşağın günahı, bu insanlar tarafından takdim edilmeye razı olmuş olmaktı.

Günay Rodoplu, bu teslimiyetin ülkeyi nicedir esir almış olduğundan kuşkulandığı bir cinnetin, sadomazoşizmin, yansıması olmasından korkuyordu. “Ne ki, ‘günah’ son tahlilde, kişinin kendi varlığına kayıtsız kalmasıdır,” dedi, “Olgun ve bütünlüklü kişilik, ben-feragati değil, ben-seviciliği hiç değil, ama ben-muhabbeti, ben-dostluğu üzerine kuruluyor. Kişinin ‘varlık’ını inkâr değil, ‘kabul’ etmesini gerektiriyor. Organik aydınlara teslim olmanın bir de bu tarafı var. Babıâli otuz senedir aynı Babıâli ise, kadrolar aynı kadrolar ise, bunları besleyen kayıtsızlığın, tepkisizliğin nedenlerini araştırmak lâzım.” Yüzü, bu dünyadan olmayan, adeta transandantal diyebileceğim bir acıyla kasılmıştı yine. Bu hali, bana Therese filmindeki rahibenin çilesini çağrıştırır, iliklerime kadar ürpertirdi. “Türkiye korkunç bir yalan yaşıyor,” diye sürdürüyordu Günay, “Bu, o kadar büyük bir yalan ve bu yalanı o kadar çok insan paylaşıyor ki, gerçek, bir sapığın mide bulandıran tehdidi ya da mahalle delisinin sayıklamaları gibi algılanır oldu! Hiçbirimizin işine gelmiyor! Ne hazin! Elli değil, yirmi yıl sonra, bu dönemi yazmaya kalkan bir tarihçinin elinde bu kalpazanların düzenledikleri sahte belgelerden başka bir şey olmayacak! Tıpkı 27 Mayıs gibi, tıpkı, daha neler neler gibi, 12 Eylül’ün de içinden çıkılamayacak. Mazlumların ebediyete intikal etmek gibi, ‘meçhul asker’ anıtları gibi bir avuntuları da yok!” Elini uzattı, elimi tuttu, orada olduğumdan emin olmak ister gibi, teşekkür eder gibi hafifçe sıktı. Büyükçe, sıcak, yumuşak bir eldi, kadınlara ilişkin bunca yıl biriktirdiğim bilgileri tarumar ediyordu, “Yassıada mazlumları, sizi bu tarafa, Büyük Millet Meclisi’ne alalım, efendim; Barış Derneği mazlumları sizler lütfen SHP’ye! Fiili livata kurbanları, siz ıslah olmaya bakın ve bu meyanda SHP’yi desteklemeyi unutmayın ki, demokrasiyi koruyalım! Sayın Joan Baez, ölülerimizin türkülerini de siz söylersiniz artık. Buyurun, AKM’yi size tahsis ettik, efendim.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir