Algan Sezginturedi – Katilin Seyi

Çakmaktaşlar’ın, her bitişinde tekrar başlayan ve bu halde devam etmeye niyetli görünen, şarkısından vazgeçmek zordu. Şarkı, bildik şekliyle, Fred’in kapıyı yumruklayarak bağırmasıyla bitiyor, ardından kısa bir aralık geliyor ama daha ‘Çok şükür, bitti.’ dememe kalmadan yerini, Taşyatak taş ocağında mesainin bitişini bildirmesi için kuyruğu çekilen antik kuşun çığlığını izleyen yeni bir ‘yaba-daba-duu’ya bırakıyordu. O kısacık aralıkta, yerine koyabileceğim herhangi başka bir düşünceyi üretemediğimden, şarkıyı durdurmak istesem de olacak iş değildi zaten. İşin aslı, bu durumdaki sorumluluğunu kafamın arkasında kendince bildiren acıyı biraz kenara itebilmek için ona ihtiyacım da vardı. “Beni nasıl buldunuz, merak ediyorum doğrusu…” demişti ilkin; beşincisi mi, onuncusu mu kestiremediğim ‘from the/town of Bedrock’lardan biri sırasında ve şarkının sesini, en azından kısmayı başarmıştı. Aslına bakarsanız, zonklayan kafamın içinde çalan şarkıyı duyabilseydi muhtemelen sesini çıkarmaz; konuşmak için şarkıyı, bitmeme niyetinden habersiz, bitene kadar ya da bitmeyeceğini fark edene kadar diyelim, beklerdi. Ama kafa bu; o günden bu güne piyasaya kendisiyle ilgili onca akıl almaz şey çıktı da, içinde çalanı sahibinden başkasının isteğiyle dışarıya yansıtacak bir alet hâlâ icat edilemedi –haliyle, o zaman da yoktu. Neyse, dedim ya, konuşarak şarkıyı kesmeyi değilse bile, en azından sesini kısmayı başarmıştı. İyi de olmuştu: çünkü tam Barney’nin ellerimi arkamda sıkı sıkı tuttuğu ve Fred’in taş bowling topunu kafama ikinci defa indirmeye hazırlandığı andı ve bir şekilde, bu darbenin sonuçlarını irdeleyecek kadar uzun yaşayamayacağımı biliyordum. “Gerçi anlatsanız da dinleyecek vaktim yok; sizi bir süre yalnız bırakmak durumundayım–belki daha sonra,” diye devam etmişti, Fred homurdanarak uzaklaşırken. Tane tane konuşuyor, vurguları doğru yapıyor, kelimeleri çok değerli şeylermiş gibi kullanıyordu. Bunu daha ilk konuştuğumuzda fark etmiş, biraz genel havasına, biraz Türkiye Cumhuriyeti nezdinde bilinen mesleğine vermiştim; o zamanlarda da pek rastlanmayan bir özellikti–şimdilerde ara ki bulasın böylesini. Tabii, bunu fark ettiğimde, ortada, amatörce sorguladığım diğer tiplerden bir kısmında olduğu gibi, ondan şüphelenmemi gerektirecek bir durum yoktu henüz; mesleği de, kullandığı dile özen göstermesi de şüphelenilecek şeyler değildi. “Aslında bu başarınızı, size her şeyi anlatarak ödüllendirmek isterdim; çok samimi söylüyorum, hiç beklemiyordum.


Ama dedim ya, biraz işim var ve eh, ne yazık ki döndüğümde sizi öldürmek zorundayım. Anlarsınız…” Aynı anda rahmetli Zeki Müren’in, Fred’in elbisesi içinde, kötü kötü bakarak önümden geçtiğini görür gibi oldum. Bowling topu da elindeydi. Anlarmışım. Anlamayacak ne var? Nazik, zeki, düşünceli de olsa sonuçta katil, hem de memleketin sayılı seri katillerinden biriydi bu; hazır kendisini yakalamaya geleni enselemişken sırtını sıvazlayıp gönderecek değildi ya… Anladığımı belirtmek için kafa sallamamın da gereği yoktu zaten. Tek taraflı, kısa bir suskunluktan sonra; “Dediğim gibi, sizi bir süre bu rahatsız pozisyonda yalnız bırakacağım, kusura bakmayın. Ayrıca, kafanıza vurmak zorunda kaldığım için de özür dilerim.” diye devam etmişti. Nazik adamdı, dedim ya. Fakat nezaketi bir yana, birbirine benzer şeyleri tekrar tekrar söylemesi bana garip gelmişti. Yapacağı iş her ne ise, onu yapmak için çıkıp gitmek yerine, uzun uzun konuşmak istiyormuş gibiydi. Hayır, ağzımı bağlamasaydı, imdat istemek için bağırmak yerine ben de gayet nazik yanıtlar verebilirdim. “Rica ederim, ne önemi var; tabii ki vuracaktınız kafama,” bile diyebilirdim. Böyle bir şey söyleseydim, eminim o da, vururken yeterince dikkatli davranmayıp kafamın sağ arka kısmını kanattığı için özür dilerdi. “Aslında, on-on beş dakika geç gelseydiniz–neyse, yarım saate kalmaz dönerim.

Yaramazlık etmeyin sakın.” diye bitirmişti en sonunda. Lafı uzatmayı mı seviyordu, bana saygı duyduğundan –hani onu bulmamı beklemiyordu ya– bir açıklamayı hak ettiğimi mi düşünüyordu, o sırada bilmiyordum tabii. Belki de böylesini seviyordu diye düşündüm; sadece kendi konuşacak, falan filan. Bir yerlerde, kimi sapık katillerin, yedikleri haltları açıklayarak tatmin bulmaya yönelik eğilimleri üzerine bir şeyler okuduğumu hatırlıyordum; hattâ böyle filmler de seyretmiştim ama adam susunca, kafamın bir yerlerinde, ‘Flintsones/meet the Flintsones’un sesi tekrar yükselmişti ve psikolojik çözümlemeler konusundaki zırcahilliğim bir yana, katilin davranışlarını ince ince tahlil etmekle ilgilenecek halde değildim. Ben henüz küçükken, yani, hemen hemen her orta halli ailenin bir şeylere gücü yettiği zamanların bayramlarında, kurban keserdik. Bahçede, yere yatırılıp ayakları ve gözleri bağlanmış hayvancıkların debelenmelerini ve pislemelerini, nedenini kavrayamadan rahatsızlık duyma yaşımı geçip biraz tiksinip çokça üzülerek izlerken, bir yandan da bu işi yapan ve yaptıranların yüzlerine bakardım. Kimisi zevk alırdı bu işten; inancın coşkusuyla mırıl mırıl dua okuyanlar olurdu. Gene aynı inancın baskısıyla isteksizce, donuk donuk bakanları da hatırlıyorum, yapılanı hiç kaldıramayıp izleyemeyenleri de. Ama hayvanın yaşadığı korkuyu bilinçli düşünen pek azdı, eminim. Kendi adıma, bunun üzerinde düşündüğümü söyleyebilirim; yaşım ilerledikçe –bayramdan bayrama tabii; bu, her gün düşünülecek bir şey değil. Ya da en azından, her gün düşünülmese daha iyi– kurbanın ruh halini biraz daha kavrar gibi olduğumu sanıyordum. Hiç de öyle değilmiş meğer. Gözleri, ağzı, elleri ve ayakları bağlı öldürülmeyi beklemek ne kestirilebilir ne de tarif edilir bir şeymiş; ‘Nasılmış bu?’ deyip denenecek bir şey ise hiç değilmiş, kimseye tavsiye etmem. Naylon çamaşır ipi kurban açısından değil ama katil için doğru bir tercihti.

Zorlamaya gelmiyor, fena kesiyordu. Ağıza tıkılan ile üzerine sarılıp bağlanan bezler elbette ses çıkartmamam içindi ama gözlerimin bağlanması tam bir kötülüktü açıkçası. Hayır, hani tamam, sapık, manyak, kurbana işkence falan diye hemen öldürmedi, eyvallah–eyvallah da, elimi, ayağımı, gözümü bağladıktan sonra ayıldığımda ‘nıhaha; öleceksin’ türü bir laf üzerine öldürülseydim büyük olasılıkla müthiş bir panik yaşardım ya, en azından kısa sürmüş olurdu. Fakat bu, yani çaresizce öldürülmeyi beklemek, hem de karanlıkta beklemek, bambaşka bir şeydi. Her an gelebilecek darbeye hazır durmaya, etrafındaki her hareketi algılamaya ve kollamaya çabalamak… İdam mahkûmunun saatini beklemesi gibi belki; tam öyle midir, bilemiyorum tabii. Gene de yaşadığım korkuyu tam hatırlamadığımı belirtmeliyim. Belki üzerinden epey zaman geçtiğinden, belki de o kadar korkunun sonunda korktuğum gerçekleşmediğinden. Adam çıktıktan, daha doğrusu, son sözünü söyleyip sessizliğe gömüldükten sonra demeliyim, çünkü yarım saate kalmadan geri döneceğini söylemesinin ardından çıktığına dair bir şey; ne bir kapı, ne bir ayak sesi ya da etrafınızda birilerinin olduğunu hissetmenizi sağlayacak başka bir şey algılamıştım, kendime, ‘Çıkmayan candan umut kesilmez,’ deyişini anımsattım. Müstakbel katilimin sözüne bakılırsa daha yarım saat vaktim vardı. ‘Kurtulmanın bir yolu olmalı,’ diye düşündüm. Mutlaka olurdu; hattâ birileri, ‘Bilmem ne dışında çözümsüz bir şey olmadığını,’ mutlaka söylemişlerdir bile dedim. Çözümsüzün, ölüp dirilmek dışında bir şeyse elbette, ne olduğunu ya da böyle bir lafı kimin söylediğini hatırlamıyordum –hatırlayacak halim de yoktu– ama tarih boyu, bilirsiniz, mutlaka birileri bir şeyler söylemiştir ve o söylenenler yüzünden kâh canlar kurtulmuş, kâh sıkıntılar giderilmiş ya da tam tersi, ülkeler batmıştır. Tabii, öyle elim, kolum, gözüm, ayağım, bacağım ve ağzım bağlı haldeyken böyle düzenli zırvalamıyordum. Açıkçası, yaşadığım o korku gibi, başka şeyleri de şimdi tam hatırlamıyorum. Her neyse, sonuçta ‘kim ne demişti’yle fazla uğraşmadan, ‘ne yapmalıyım’ kısmına geçtim.

Korku ile sağlıklı düşünmenin bir arada gitmeyeceği gerçeği kadar, baskı altında çözüm üretmek diye başka bir dalga daha vardı ve eh, hayatta kalacaksam, şans, rastlantı gibi faktörleri önceden hesaba katamayacağım ya da katsam bile en azından tüm umudumu onlara bağlayamayacağım için kendi ensemi kendim kaşımalı, daha doğrusu, kaşımanın çaresini bulmalıydım. Durum değerlendirmesi yapmak derler ya, meşhurdur: İşte, müstakbel katilime bakılırsa, yarım saatlik durum değerlendirme, karar verme ve uygulama vaktim vardı. Bir an için, bana bu zamanı kasten verdiğini, hattâ bir yerde oturup zevkle çabalamamı izlemeye niyetlendiğini düşündüm. Bu olasılığı göze alıp da ona bu zevki tattırmamak için hiçbir şey yapmamak gibi salak bir harekete girmemin anlamsızlığını düşünürken vakit harcadığımı kavradım. ‘Pekâlâ’ dedim kendi kendime – tabii bunu içimden söyledim, ‘aum, ummm, mmpp’ gibi sesler çıkarmayı denemedim bile– durum değerlendirmesi: kötü bir ruh halindeyken yapılan bir buluşun heyecanıyla, gece yarısını geçen bir vakitte tedbiri medbiri unutarak katilin evine körlemesine dalıp salakça enselenme ve bayıltılma. Ardından, Fred, Barney, Dino ve diğer ilgili zevatın şarkısı eşliğinde ayılma. Kafanın sağ arka tarafında bir yerde, tahminen şiş, belki açık ya da kurumuş –ne kadar baygın kaldığımı da bilmiyordum– bir yara; eller, ayaklar, gözler ve ağız bağlı. Çenemin altından burnumun altına kadar her yeri kapatan bez, ağzıma tıkılan diğer bezi öyle sıkıyordu ki onu ağzımdan tükürüp ötekini dilimle kenara sıyırma şansımın olmadığını hemen anladım ve imdat istemek için bağırmayı ilk elde geçtim. Debelenmenin de bir fayda getirmeyeceği açıktı: epeydir peşinde koşturduğumuz katil, herhalde mesleği icabı, ardında iz bırakmama konusunda olduğu kadar, adam bağlama konusunda da ustaydı. Tabii, onu bulmam yeterince usta olmadığı şeklinde bir çıkarıma yol açabilirdi; o yüzden, sıkı bağlama konusunda ümidimi hepten yitirmemem gerektiğini düşünebilirdim ama eh, ayrıntılı ve alengirli bir seri cinayet planında hata yapmamak için gereken ustalıkla, birini sıkı sıkı bağlamak için gereken arasındaki farkı da azımsamamak gerek. Sonuçta, pek fazla düşünmeden teslim bayrağını çektiğimi itiraf etmeliyim; ne yapabileceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu çünkü. İp çözme numaraları da bilmiyordum o zamanlar. Böyle işlerde, işin daha kötüsü, dedektiflikle ilgili işlerde deneyimim hiç yoktu ve konuyla ilgili tüm bilgim, polisiye roman ve filmlerden gelmeydi henüz. Eh, oralarda da genelde cinayetler, soygunlar falan, enine boyuna anlatılır da bu tip şeylerin nasıl yapıldığı pek tarif edilmez, malûm. Sandalyeyle devrilip sürünsem belki kesici bir şeye denk gelirim, diye düşündüm sonra.

Genelde filmlerde, sucuk misali bağlanan kahramanın çevresinde iplerini sürterek kesebileceği bir şeyler illa ki bulunurdu diye hatırlıyordum. Hangi yöne sürünmeliydim peki? Bulunduğum yeri tanımıyordum. Ne büyüklüğünü, ne neresinde bulunduğumu, ne de neresinde ne olduğunu biliyordum. Hayır, her şeyi göze alıp devrileceksin; küt, yerdeki münasebetsiz bir şeye kafanı vuracaksın–ne bileyim, vurmasan bile, gözün kapalı; körlemesine, hem de sırtında sandalyeyle sürüne sürüne gidip sonunda hiçbir şey bulamadan kafayı duvara vurmak var; o var, bu var, diye düşünüp durdum bir süre. Sonra, hem burası mahzen, bodrum ya da benzeri bir yerse, yerde böcek vardır, fare vardır; kokudan, kakadan değil de bunlardan çok tiksinirim ben; sürünürken bunlarla haşır-neşir olacağıma –hem de karanlıkta– üzerime tırmanmalarını beklesem daha iyi, diye düşündüm çaresizce. Ardından, adamın evinde bodrum olmadığını hatırladım. Ama hayatımda ilk kez maymuncuk kullanma ve katili herkesten önce enseleme hevesiyle evine dangalakça girdiğimde, kafama artık neyle vurduysa –tabii şimdi biliyorum neyle vurduğunu– darbeyi yedikten sonra bayılmıştım ve adam beni bayılttıktan sonra belki de başka bir yere taşımıştı; hem dedim ya, ne kadar baygın kaldığımı da bilmiyordum. Beni evinde öldürmek istememiş olabilirdi. Tabii, bunu düşününce, gecenin kör vaktinde evine girip yakalanarak, ona, kimseye görünme tehlikesi yaşamadan beni başka bir yere götürme şansını tanıdığımı anladım ve amatörlüğümden iyice utandım. Ama bir şekilde, hemencecik işimi bitirmek yerine beni bağlayıp sonra öldürmeye karar vererek bana zaman hediye etmişti. Sapıklığındandı belki. Belki işi bilmediğimin fakındaydı ve çaresizliğimi izleyip eğlenmek istiyordu ya da başka bir derdi vardı, bilemiyorum; o sırada sadece tahmin yürütebiliyordum. Sıkıntıyla kıpırdanırken ayağımın altındakinin halı olduğunu ve etrafta, hemen tüm bodrumlarda rastlanabilecek nem veya küf kokusunu almadığımı fark ettim. Dehşet bir buluş daha yaparak hâlâ katilin evinde olduğuma karar verdim. Evin neresinde ne vardı, işime yarayabilecek bir şey, falan filan diye düşünmeye çalıştığımda ise eve daha önce girmediğimi hatırlayıp kendimi iyice çaresiz hissettim.

Ah be kafa! Arkanı sağlama almadan ne girersin belaya? ‘Bak, buradan kurtulayım söz, bir dahaki sefere yalnız girmeyeceğim katilin evine,’ diye yalvardım yukarıya. On sene önceydi bu. O zamandan beri bu sözümü her bozuşumda vicdan azabı çekerim, ne yalan söyleyeyim. Sonra, ‘sakin olmaya çalışmalıyım,’ diye düşündüm. Hiçbir şey yapamasam bile, hani romanlarda, filmlerde falan, esas oğlanı nasılsa hep son anda kurtarırlar ya, diyerek kendimi avutmaya çalıştım. Hattâ gerilim iyice artsın diye, tam öldürülecekken birden kapı açılır, falan ve filan olurdu, değil mi? Tabii, olanca kendini beğenmişliğimle ve umutsuzca, içinde bulunduğum şeyin bir film ve filmdeki esas oğlanın ben olduğumu varsayıyordum. Eh, yarım saat fena değildi. ‘Belki’ dedim kendi kendime, ‘iplerden kurtulacak bir numara geliverir aklıma ya da sahiden esas oğlan benim ve Tefo, mesajımı uyumadan önce alabilmiş; hem aceleden, hem de nasılsa anlar diyerek, cebine bıraktığım bir özel isim, bir kısaltma ve bir numaradan oluşan notta ne demek istediğimi anlayıp polise haber vermiştir.’ Anlamıştı elbette. Geç anlamıştı gerçi ya, sonuçta, polislere haber vermesine yetecek kadar erken davranabilmişti. Öyle olmasaydı, hikâyemi öteki taraftan yazıyor olurdum ve siz bu satırları, bilmem kaç bin yıllık insanlık tarihinde görülmemiş ve neye benzeyeceğinin tahmin edilmesi asla mümkün olmayan bir dünyada okurdunuz. 1- Ben, Vedat İşsizdim, çok sıkılıyordum; hayat tekdüzeleşmişti ve bu hali değiştirecek bir çözüm bulamıyordum. Belki başınıza gelmiştir, bilirsiniz. Buna benzer durumlarda kişinin, tabii o kişi benim gibi, evinde ekmek bekleyeni bulunmayan ve geleceğe dair kaygı duyacak yaşta olup da buna henüz ayamamış biriyse, küçük yaşta hayat kavgasına girmemiş pek çok diğer kişinin muhtemelen ilkgençliğinin bir yerlerinde yapmış olduğu gibi, hayatın ne işe yaradığı, neden yaşadığı gibisinden şeyleri bir kez daha düşünecek kadar boş vakti olur–ya da bu boşluk onu böyle düşünmeye iter, diyelim

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir