Alice Miller – Beden Asla Yalan Söylemez

Bütün kitaplarımdaki ana tema, çocuklukta yaşadığımız acıların inkar edilmesidir. Bu kitapların her biri, bu olgunun belirli bir boyutu ile ilgili olup bir temayı diğerlerinden daha çok vurgular. Örneğin, Başlangıçta Eğitim Vardı (Anı Anfang was Erziehung) ve Fark Etmeyeceksin (Du solist nicht merken) adlı kitaplarda bu inkarın sebepleri ve sonuçları üzerinde durdum. Sonraki yapıtlarda inkarın yetişkinlerin hayatları ve toplum üzerindeki etkisini ele aldım (örneğin, El Değmemiş Anahtar’ da (Der gemiedene Schlüssel) özellikle sanat ve felsefe, Sessizlik Duvarının Yıkılışı’nda (Abbruch der Schweigemauer) ise siyaset ve psikiyatri üzerinde durdum). Bu farklı hususlar bütünüyle tek başlarına incelenemeyeceği için, aşikar bir örtüşme ve tekrar vardır. Ancak dikkatli okur, mükerrer konuların farklı bağlamlarda ve farklı açılardan ele alındığını fark edecektir. Ancak bağlamdan bağımsız olan husus, belirli kavramları ele alma biçimimdir. Örneğin, “bilinçsiz” sözcüğünü bastırılan, inkar edilen ya da bağı koparılan şeyler (anılar, duygular, ihtiyaçlar) için kullanıyorum. Bana göre, bir insanın bilinç dışı; yaşam öyküsünden başka bir şey değildir, bütünüyle kişinin bedeninde saklı duruyor olsa da, ona bilinçli olarak yalnızca parça parça erişilebilir. Bu doğrultuda “gerçek” (Wahrheit) sözcüğünü asla metafiziksel anlamıyla kullanmıyorum, sözkonusu bireyin somut hayatı ile bağlantılı öznel bir varlık olarak kullanıyorum. Bu yüzden sürekli “onun” gerçeği diyorum, sözkonusu insanın duy gularının işaret ettiği ve yansıttığı gerçek hikayesinden söz ediyorum (s. 33; 157). Duygu (Emotion) ise çok açık değil, aynı zamanda şimşekten korkma, kandırılmaktan duyulan öfke ya da arzu edilen bir hediyenin alınmasından duyulan sevinç gibi harici ve dahili olaylara gösterilen hayati önem taşıyan fiziksel tepkilerdir. “Gefühl” olarak kullanılan duygu ise bir emotion anlamındaki duygunun bilinçli olarak algılanmasıdır (s. 33, 119, 163).


Duygusal körlük ise genellikle çok pahalıya mal olan ve çoğunlukla kendi kendini mahveden bir lükstür (2001). Bu kitaptaki temel kaygım, gerçek ve güçlü duygularımızın inkarının bedenlerimiz üzerindeki etkileridir. Böylesi bir inkarı bizden ahlak ve din talep eder. Hem kişisel tecrübem hem de çok sayıda insanın anlattıklarına dayanan psikoterapi hakkında bildiklerim doğrultusunda şu sonuca ulaştım: Çocukluklarında suistimal edilen çocuklar, gerçek duygularını muazzam bir şekilde bastırarak ve onlardan uzaklaşarak Dördüncü Emre uymaya kalkışabilirler. Anne babalarını sevemezler ve onlara hürmet edemezler çünkü bilinç dışında hala onlardan korkuyorlardır. Ancak ne kadar isteseler de, rahat ve güvene dayalı bir ilişki kuramazlar. Onun yerine, gerçekleşen şey hastalıklı bir bağlanma, pek de gerçek sevgi olmayan, korku ve görev duygusunun karışımıdır, bir görüntüden ibarettir. Ayrıca, çocukluğunda suistimal edilen insanlar, genellikle hayatları boyunca, bir gün o mahrum bırakıldıkları sevgiyi yaşayacaklarımı umarlar. Bu beklentiler, ebeveynlerine olan bağlılıklarını pekiştirir, bu bağlılığa dinde sevgi denir ve bir erdem gibi görünür. Ne yazık ki, terapilerin çoğunda aynı şey olur, çünkü hala geleneksel ahlakın hakimiyeti altındadır. Bu ahlakın bedelini de beden öder. Hissetmeleri gerekeni hissettiğine inanan ve hissetmeyi kendilerine yasakladıkları duyguları hissetmemek için ellerinden geleni yapan bireyler, sonunda hastalanırlar, yani, kabullenemedikleri duyguları çocuklarına yansıtarak faturayı onlara ödetirler. Burada dinin ve ahlakın talepleri ile çok uzun bir süre üstü kapatılan psiko-biyolojik bir yasayı ortaya koyuyorum. Kitabın birinci bölümü, bu yasanın, ünlü şahsiyetlerin hayatlarını nasıl etkilediğini gözler önüne serer. Sonraki bölümlerde ise, kendini kandırma kısır döngüsünü kırabilen ve genellikle fiziksel belirtilerden kurtulmaya yol açan samimi iletişime ulaşmanın yolları anlatılır.

Hastalıklar, genellikle bedenin, hayati işlevlerinin sürekli görmezden gelinmesine gösterdiği tepkilerdir. Gerçek hikayemize sadık olmak bu işlevlerden biridir. Bu doğrultuda bu kitabın temel meselesi, hissettiklerimiz ve bildiklerimiz yani bedenlerimizin kaydettikleri ile çok erken içselleştirdiğimiz ahlaki kurallara uymak için hissetmemiz gerektiğini düşündüklerimiz arasındaki çelişkidir. Genel kabul görmüş bir normun -Dördüncü Emrin- gerçek duygularımızı kabul etmemizi sürekli engellediği ve bu fedakarlığın bedelini çeşitli fiziksel hastalıklar ile ödediğimiz ortaya çıkıyor. Bu kitap, bu kuram hakkında pek çok örnek ortaya koyar, ne var ki buradaki odak noktam, yaşam öykülerini anlahnak değildir, daha ziyade, çocuklarını suistimal eden ebeveynlerle olan ilişki meselesidir. Tecrübelerim bana şunu öğretmiştir; kendi bedenim, daha fazla özerklik ve özgüven kazanmamı sağlayan bütün gerekli bilgilerin kaynağıdır. Yalnızca çok uzun süre içimde hapsolmuş duyguları hissetmeme izin verdiğim zaman, geçmişimden kurtulmaya başladım. Hakiki duygular asla zorla hissedilemez. Yalnızca varlardır ve var olmalarının bir sebebi vardır, bu sebep çoğunlukla gizli olsa da. Bedenim çok iyi bildiği sebepler yüzünden buna isyan ederse, kendimi anne babamı sevmek ya da onlara hürmet etmek için zorlayamam. Ne var ki yine de Dördüncü Emre boyun eğmeye kalkışırsam, sonuç -kendimden imkansızı talep ettiğim zaman olduğu gibi- hep stres olacaktır. Nere deyse hayatım boyunca böylesi bir stres altında yaşadım. Kabul ettiğim ahlak ve değerler sistemi doğrultusunda hareket etmek için, hissettiğim kötü duyguları yok sayıp, hissetmediğim iyi duyguları tasavvur etmek için uğraştım. Aslında bir kız çocuğu olarak sevilmek için bunu yaptım. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, sonunda sevgi yoksa, onu zorla yaratamayacağımı kabul etmek zorunda kaldım.

Öte yandan, böylesi bir sevgiyi talep etmeyi bıraktığım ve dayatılan ahlaki emirlere boyun eğmeye son verdiğim an, -örneğin, çocuklarıma ya da arkadaşlarıma duyduğum sevgi gibi- sevgi hissinin kendiliğinden ortaya çıkacağını öğrendim. Ancak böylesi bir his, sadece kendimi özgür hissettiğim ve -olumsuz duygular da dahil olmak üzerebütün duygularıma açık olduğum zaman mümkün olur. Duygularımı yönlendiremeyeceğimin, kendimi kandıramayacağımın farkına varmam, bana muazzam bir rahatlık ve özgürlük sağladı. O zaman benim gibi ne kadar çok kişinin – bunun bedelini kendi bedenlerine ya da çocuklarına ödeteceklerini hiç fark etmeden- Dördüncü Emre uyma çabası içinde olduğunu gördüm. Çocuklar bu şekilde kullanılmalarına izin verdikleri sürece, insan kendi gerçeğinin ve hastalanmasına sebep olacak şekilde kendisini kandırdığının farkına varmadan yüz yaşına kadar yaşayabilir. Çocukluğunda maruz kaldığı mahrumiyetlerin, kendi çocuğunu sevmesini -ne kadar kendini zorlarsa zorlasınimkansız kıldığını itiraf etmek zorunda kalan bir anne, elbette bunu kelimelere dökme fırsatına sahip olursa ahlaksızlık ile suçlanmayı bekleyebilir. Ancak demek istediğim şu; hakiki duygularının -ahlaki yargılardan bağımsız olarak- farkında olması, hem kendisine hem de çocuğuna en çok ihtiyaç duyduğu samimi desteği sağlayabilir ve aynı zamanda kendini kandırmanın kelepçelerinden kendisini kurtarmasını mümkün kılabilir. Bir çocuk dünyaya geldiği zaman, ebeveynlerinden en çok ihtiyaç duyduğu şey sevgidir; yani şefkat, dikkat, ilgi, korunma, dostluk ve iletişim kurma isteğidir. Bunlar sağlandığı takdirde, bedenleri hayatları boyunca bu iyi anıları taşıyacaktır ve sonra yetişkinler olarak aynı sevgiyi kendi çocuklarına aktarabileceklerdir. Ancak durum böyle değilse, çocuklar hayatları boyunca ilk hayati ihtiyaçlarının tatmin edilmesine dair bir özlemle başbaşa kalacaklardır. Hayatlarının geri kalanında bu özlem, başka insanlara yönelik olacaktır. Buna karşılık, çocuklar “yetiştirme” adı altında ne kadar acımasız bit şekilde sevgiden mahrum bırakılır, yadsınır ya da kötü muamele görürse, yetişkin oldukları zaman -en çok ihtiyaç duyduklarında o sevgiyi vermeyen- aynı anne babaya ya da onların yerindeki kişilere o kadar çok bel bağlayacaklardır. Bu bedenin normal bir tepkisidir. Beden tam olarak neye ihtiyaç duyduğunu bilir, mahrum kaldıklarım unutamaz, mahrumiyet ya da boşluk oradadır, doldurulmayı bekler. Ne var ki, yaşlandıkça, anne babamızın bize vermediği sevgiyi verebilecek başka insanlar bulmak daha da zorlaşır.

Ancak bedenin beklentileri yaşla azalmaz, tam tersi. Yalnızca başkalarına yönelik hale gelir, genellikle kendi çocuklarına ve torunlarına yönelik olur. Bu düzeneklerin farkına varır, baskı ve inkardan kurtulursak kendi çocukluğumuzun gerçekliğini görebiliriz. Böylece daha önce değilse de, doğumdan itibaren tatmin edilmek üzere bekleyen ihtiyaçlardan kurtulabilen bir insan yaratabiliriz kendi içimizde. Sonra anne babamızın bize göstermediği ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, gerekli olan korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebiliriz. Bunu gerçekleştirmek için bir deneyime ihtiyacımız vardır: Bir zamanlar olduğumuz çocuğu sevme tecrübesi, aksi halde sevginin ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Bunu terapinin yardımıyla öğrenmek istiyorsak, bizi olduğumuz gibi kabul edebilecek, şu an olduğumuz insana nasıl dönüştüğümüzü kavrayabilmek için ihtiyaç duyduğumuz korunmayı, saygıyı, duygudaşlığı ve desteği bize sağlayabilecek birine ihtiyaç duyarız. Bir zamanlar mağdur edilen çocuk olarak kendimiz için ebeveyn rolünü benimsememizi sağlayan temel tecrübe budur. Bizim için planları olan bir eğitimci ya da çocukluk travmaları karşısında temel hususun tarafsız kalmak ve analiz edilen kişinin anlattıklarını hayal ürünü olarak yorumlamak olduğunu öğrenmiş bir psikanalizci bize bu konuda yardım edemez. Hayır, tam tersi gereklidir bize: Bize eşlik edecek taraflı biri, duygularımızı yavaş yavaş ona ve kendimize açtıkça, o küçük çocuğun yıllar boyunca sürekli tehlike tehdidi altında bir canı korumak için bedeni ve ruhu savaşırken bir başına yaşadıklarını ve çektiklerini öğrendikçe ortaya dökülecek dehşeti ve öfkeyi paylaşabileceğimiz biri. Böylesi bir yoldaşa -aydınlanmış bir tanık dediğim kişiye- ihtiyaç duyarız. İçimizdeki çocuk için yoldaş olarak hareket edecek, bedenin dilini anlayacak ve bir zamanlar anne babamızın yaptığı gibi yok saymak yerine o çocuğun ihtiyaçlarını dikkate alacaksak böyle biri gerekir. Burada tasvir ettiğim, tamamıyla gerçekçi bir şeydir. Kişi, kendi gerçeğini böylesi iyi, taraflı ve nesnel olmayan birinin eşliğinde bulabilir. Bu süreçte kişi kendindeki belirtilerden arınabilir, kendini depresyondan kurtarabilir, yaşama sevincini tekrar kazanabilir, sürekli tükenmişlik halini kırabilir, kişinin kendi hakikatini bastırması için artık bir enerjiye ihtiyaç duymaması nedeniyle, enerjisinin canlandığını tecrübe edebilir.

Buradaki mesele, böylesi bir depresyonun yorucu niteliğinin, güçlü duyguları her bastırdığımızda, bedenimizde saklı anılarla oynadığımızda ve onlara istedikleri ilgiyi göstermeyi reddettiğimizde kendisini yeniden hissettirmesidir. Böylesi olumlu gelişmeler neden istisnadır? Neden -uzmanlar da dahil olmak üzere- çoğu insan, büyük ölçüde kendi bedenlerimizde saklı olan bilginin onlara kılavuzluk etmesine izin vermekten ziyade ilacın gücüne inanmayı tercih eder? Bedenlerimiz bilir, tam olarak neye ihtiyaç duyduğumuzu, neyin inkar edildiğini, neyin bizimle ters düştüğünü, neye alerjimiz olduğunu. Ancak pek çok kişi, hakikati anlamaya götüren yolu tamamıyla kapatabilen ilaçlardan, uyuşturucudan ya da alkolden medet umar. Peki neden? Hakikati anlamak acı verici olduğu için mi? Bu itiraz kabul etmez. Ancak bu acı geçicidir, iyi bir refakat ile bu acıya katlanılabilir. Buradaki sorun, bence bu yolculuğa çıkılacak böylesi profesyonel yoldaşların sayısının yeterli olmamasıdır. Yardım sağlayan işlerde çalışan neredeyse herkesi, ahlak sistemimiz -bizlerin de bir zamanlar olduğumuz gibi- çocukların tarafında yer almaktan ve erken yaştaki yaraların sonuçlarını görmekten alıkoyuyor. Hepsi Dördüncü Emrin etkisinde, bu emir bize “daha uzun yaşayabilelim” diye anne ve babalarımıza hürmet etmemizi söylüyor. Bu emrin erken dönemdeki yaraların iyileşmesini engellediği aşikar. Bu gerçek hakkında kafa yorulmaması da aynı derecede aşikar. Emrin kapsamı ve gücü, ölçülemez boyuttadır, zira çocuğun anne babasına olan doğal bağlılığından beslenir. En büyük filozoflar ve yazarlar, bu emre saldırmaktan çekinmişlerdir. Hıristiyan ahlakına karşı kin dolu saldırılarıyla dikkat çeken Friedrich Nietzsche asla eleştirisini kendi ailesine yöneltecek kadar ileri gitmemiştir, çünkü bir çocuk olarak suistimal edilen her yetişkinin içinde, küçük bir çocuğun anne babasının davranışlarına karşı gelmeye cüret ettiğinde, onlar tarafından cezalandırılmaktan duyduğu korku yatar. Ancak bu korku, yalnızca bilinç dışında kaldığı sürece orada yatacaktır. Bu korku bilinçli olarak tecrübe edilir edilmez, zaman içinde çözülecektir.

Dördüncü Emrin arkasındaki ahlak ile bir zamanlar olduğumuz çocukların beklentileri bir araya gelince, terapistlerin büyük çoğunluğu, kendi yetiştirilişleri sırasında karşılaştıkları ilkelerin aynılarını sunarlar. Pek çok terapist, halen daha kendi ebeveynlerine sayısız ip ile bağlıdır, buna sevgi denen içinden çıkılmaz bir gönül bağı derler ve bir çözüm olarak başkalarına bu tür bir sevgi gösterirler. İyileşmenin bir yolu olarak affetme hakkında vaaz verirler ve görünüşe göre bu yolun, kendilerinin düştüğü bir tuzak olduğunu bilmezler. Affetmenin asla şifa verici bir etkisi olmamıştır (Miller, 1990 / 2003 ). Suistimal edilen çocukların ebeveynlerine bağlı oldukları yönündeki fizyolojik gerçeğin altını çizdiği için, neredeyse hiç kimsenin sorgulamadığı bir emre binlerce yıl bağlı kaldığımız açıktır. Hala daha çoğu zaman anne babasının önüne koyduğu emirleri sorgulayamayan çocuklar gibi davranırız. Ne var ki, her ne kadar bu soruları çocukken sorsak, anne babamızın ne kadar sarsılacağını bilsek de, bilinçli yetişkinler olarak bu soruları sorma hakkımız vardır. Halkına Tanrı adına On Emri dayatan Musa da anne babası tarafından dışlanmış bir çocuktur. Terk edilen çocukların çoğu gibi, onlara anlayış ve hürmet göstererek bir gün anne babasının sevgisini tekrar kazanabileceğini umut et mişti. Anne babasının onu zulümden kurtarmak için bıraktığı söylenir. Ancak hasır bir sepet içindeki bir bebek bunu pek anlayamazdı. Yetişkin Musa pekala şöyle diyebilirdi: Annemle babam beni korumak için suya bıraktılar. Bunu onlara karşı kullanamam, onlara minnet duymamı hakediyorlar, hayatımı kurtardılar. Ancak çocuk olarak bambaşka bir şey hissetmiş olabilir: Neden annemle babam beni bıraktılar, neden beni boğulma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktılar? Beni sevmiyorlar mı? Küçük çocuğun bedeninde saklı duran hakiki duygular -çaresizlik ve ölümcül korkuMusa’nın içinde yaşamaya devam etmiş ve On Emri halkına sunduğu zaman davranışlarını etkilemişti. Yüzeysel olarak bakıldığında, Dördüncü Emir, belki o zamanlarda gerekli olan, yaşlı insanlar için bir tür hayat sigortasıydı, ancak bugün böyle olması gerekmiyor.

Ne var ki, daha da yakından baktığımız zaman, Dördüncü Emir bir tehdit, bugün de etkili olan ahlaki bir şantajdı: Uzun yaşamak istiyorsanız, onlar bunu haketmese de, anne babanıza hürmet etmeniz gerekir; aksi halde erken ölürsünüz. İnsanların çoğu, hem kafa karıştırıcı hem de korkutucu olmasına rağmen, bu emre uyar. Benim inancıma göre, çocukluktaki yaraları ve onların sonuçlarını ciddiye almamızın, kendimizi bu emirden kurtarmamızın zamanı geldi. Bu, ebeveynlerimizden intikam almamız gerektiği anlamına gelmiyor, onları oldukları gibi görmemiz ve biz küçükken bize nasıl davrandıklarını anlamamız gerektiği anlamına geliyor. Böylece böylesi davranış örüntülerinin tekrarından kendimizi ve çocuklarımızı uzak tutabiliriz. Kendimizi içimizdeki yıkıcı uğraşlarını sürdüren içselleştirilmiş ebeveynlerden kurtarmamız gerekiyor, ancak böyle kendi hayatlarımızı onaylayıp kendimize saygı duymayı öğrenebiliriz. Musa’ dan öğrenebileceğimiz bir şey değil dir bu, Musa Dördüncü Emri benimsediği zaman, kendi bedeninin verdiği mesajlara ihanet etmişti. Burada başka seçeneği yoktu, çünkü mesajların farkında değildi. Bu yüzden bu emrin üzerimizde hakimiyet kurmasına izin vermemeliyiz. Bütün kitaplarımda farklı biçimlerde ve farklı bağlamlarda çocukken maruz kaldığımız ve hayahmızın geri kalanında bizi güdük bırakan ve gerçekte kim olduğumuza, ne hissettiğimize ve neye ihtiyaç duyduğumuza dair hislerimizi tamamıyla öldürmese de, ciddi ölçüde sakat bırakan “kara ya da zehirli pedagojinin” etkilerini ortaya koymaya çalıştım. Zehirli pedagoji, yalnızca -çocukken sürekli cezalandırılma korkusuyla yaşadıkları için- takmak zorunda oldukları maskeye güvenebilen aşırı derecede iyi uyum sağlamış bireyler yetiştirir. “Senin iyiliğin için seni böyle eğitiyorum” cümlesi bu yaklaşımın arkasındaki asıl ilkedir. “Seni döversem ya da sana acı çektirecek ya da seni küçük düşürecek sözler söylersem, bu tamamıyla senin iyiliğin içindir.” Nobel ödüllü Macar yazar Imre Kertesz, Kadersizlik adlı meşhur romanında Auschwitz toplama kampına varışını tasvir eder. O sırada on beş yaşındadır ve oraya varınca karşılaştığı tuhaf ve dehşet verici şeyleri nasıl olumlu ve güzel şeyler olarak yorumlamaya çalıştığını bize ayrıntılı olarak anlatır, nitekim böyle yapmasa, ölüm korkusunda mahvolurdu.

Büyük olasılıkla suistimal edilen her çocuk, hayatta kalabilmek için böylesi bir tutum benimsemelidir. Bu çocuklar, başkalarının hemen suç olarak nitelendireceklerini, iyi şeyler olarak görerek algılarını yeniden yorumlarlar. Çocukların başka çareleri yoktur, yardım eden bir tanık yoksa ve zalimlere maruz kalıyorlarsa, gerçeklerden uzaklaşmak zorunda kalırlar. Sonrasında aydınlanmış ta nıklara rastlayacak kadar şanslı olan yetişkinler olarak bir seçeneğe sahip olurlar. Sonra gerçeği, kendi gerçeklerini kabul edebilirler, zulmedenlere acımayı ve onları anlamayı bırakabilirler, onların sürdürülemez ve kopuk duygularını hissetmeye son verebilir ve onlara yapılanları bir kenara bırakabilirler. Bu adım, bedenlerine muazzam bir rahatlık sağlar. Bir çocuk olarak yaşadığı trajik tarihi yetişkin benliğine artık hatırlatmak zorunda değildir. Yetişkin benlik, kendisi hakkındaki bütün gerçeği bulmaya karar verir vermez, beden anlaşıldığını, saygı duyulduğunu ve korunduğunu hisseder. Bu tür şiddete dayalı bir “yetiştirmeyi” suistimal olarak adlandırmanın sebebi yalnızca çocuklara insan olarak saygı ve hürmet duyma hakkının tanınması değil, aynı zamanda böylesi bir ebeveynlik yaklaşımının, çocukların -bırakın kendilerini bunlara karşı savunabilmelerini- maruz kaldıkları küçük düşürmeleri, utandırmaları, saygısızlığı algılamalarının dahi imkansız olduğu totaliter bir rejim yaratmasıdır. Bu çocukluk örüntüleri, kaçınılmaz bir biçimde kurbanları tarafından kendi ebeveynleri ve çocukları üzerinde, işte, siyasette ve muazzam bir güvensizlik yaşayan çocuğun korkusunun ve endişesinin bir dış gücün yardımıyla sakınılabileceği her yerde uygulanacaktır. Diktatörler ve insanları hor görenler işte böyle doğarlar; bu insanlar çocuk olarak asla saygı görmemişlerdir ve daha sonra yarattıkları devasa bir kudretin yardımıyla bu saygıyı kazanmak için ellerinden geleni yaparlar. Siyaset dünyası, güç ve sayılma açlığının nasıl da asla doyurulamadığının mükemmel bir örneğidir. Tatmin edilemez, asla tamamıyla doyurulamaz bu açlık. Bu insanlar ne kadar çok güce sahip olurlarsa, zorlama bir tekrar süreci içinde, kaçmaya çalıştıkları o en baştaki iktidarsızlık, acizlik duygularını yeniden canlandıracak eylemlere girişmek için o kadar cesaret bulurlar: Hitler bunu sığınağında, Stalin paranoid korkularında, Mao halkı tarafından sonunda reddedilişinde, Napolyon sürgünde, Miloşeviç hapiste, Saddam Hüseyin iktidardan küçük düşürücü bir biçimde düşüşünde bulur. Bu adamları, elde ettikleri gücü, nihayetinde onları acizliğe ve güçsüzlüğe gömecek kadar suistimal etmeye sevk eden neydi? Bence bu onların bedenlerindeydi; bedenleri, çocuklukta hissettikleri iktidarsızlık, acizlik bilgisini taşıyordu; bu bilgiyi hücrelerinde sakladılar, bu bilgiyle yüzleşmek için kendi sahiplerini zorlamak üzere yola çıktılar.

Ancak çocukluklarına dair bu gerçek, bu diktatörlerin kalplerine öylesine bir korku aşılamıştı ki, hakikatle -kendi hakikatleriyle- yüzleşmektense, insanların hepsini silmeyi, milyonlarca insanı yok etmeyi tercih etmişlerdi. Böylesi diktatörlerin yaşam öykülerini incelemeyi çok aydınlatıcı bulsam da, onların güdülerini bu kitapta ayrıntılı olarak ele almayacağım. Onun yerine, zehirli pedagojiye maruz kalmalarına rağmen, sınırsız bir güç elde etme ya da diktatör haline gelme ihtiyacı duymayan insanlara odaklanacağım. Güç delisi bireylerin tersine, bu insanlar bastırdıkları öfke ve gazap duygularını başkalarına değil de, kendilerine yöneltmişlerdi. Hastalanmışlar ve çeşitli belirtiler göstermişlerdi, çoğu da genç yaşta hayatlarını kaybetmişti. Bu insanların daha yetenekli olanları ise yazar ya da sanatçı olmuşlardı. Hakikati, ürettikleri edebiyat ve sanat yapıtlarında ortaya koyabilmelerine rağmen, hepsi bunu kendi hayatlarından ayrı hıtmuşlardı. Bu ayrılığın bedelini ise hastalıklarla ödemişlerdi. Kitabın ilk kısmında böylesi trajik yaşam öykülerine yer verdim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir