Alpay Kabacalı, Yaşar Kemal – Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri

Gençliğimin sekiz dokuz yılı falklor derlemeleriyle geçti. Elbette bu yıllarda şiir, hikaye de yazıyordum. Derleme kolay bir iş değildi. Daktilarn yoktu o zamanlar, onun için el yazılanını temize çekemiyordum. Salt san defterleri bir sandıkta üstüste yığıyordum. Her seferinde de bu defterler polis kazasına uğruyordu. Yalvar yakar, kimse gözünün yaşına bakmıyordu. Etmeyin eylemeyin bunlar ulusal kültürün birer parçası, çok emek verdim, dağ taş dolaşarak bunları toplamak için canım çıkh. Kimler anlar kim dinler … Yıllar sonra, anaının öldüğünde kasaba ya gittim, sandığında san defterlerin olduğunu söylediler. Baktım, bir kısım derlemelerimdi bu san defterdek.iler. N asılsa c andarınanın hışmından kurtulmuş, bir sandık köşesinde kalmışlardı. Aldım İstanbul’ a getirdim. Temize çekmeye hiçbir zaman vaktim olmadı. Bir yanda romancılık, bir yanda başka işler bana bu olanağı vermedi.


Benden başka da gençlik el yazılanını kimse okuyamazdı. Aklıma geldi, Alpay tekerlemeleri, ağıtlan okumuştu. Alpay’la bir iki deneme yaphk, Alpay benim el yazımı benden iyi çözüyordu. Bundan sonra sarı defterleri tümüyle Alpay arkadaşıma armağan eyledim. “Bu defterler her yönüyle senin,” dedim. ” İster sende olduğu gibi kalsın, ister çöz kitap yap, ne yaparsan yap.” Aradan çok geçmedi, Alpay sari defterdekileri daktiloya çekmiş bana getirdi. Üstünde biraz çalışhk. Benim için bir mutluluk oldu. Hiç olmazsa bunlar kurtulmuştu, zalim yağının elinden. Al pay sağolsun. Kemal Sadık Göğeeli’nin halk yaratılarına ilgisi ne zaman başladı, bunun kesin tarihini belirlemek kolay değil. Nerede başladı, sorusunun yanıtını biliyoruz: Çukurova’nın karnma doğru yürümüş kayalıklı bir dağın koyağındaki Hemite köyünde. Hemite o zamanlar şimdiki gibi Osmaniye’ye değil, Kadirli’ye bağlı bir köy … Doğduğu evde Kürtçe, köyde Türkçe konuşuluyordu. Kemal Sadık, altı yedi yaşlarındayken, yöredeki halk şairleri gibi şiirler söylemeye başlamıştı.

Daha okuma yazma öğrenmemişti. Köyünde okul yoktu. Anası, onun halk şairi olmasını hiç istemiyordu. Oysa, “Bu ev, Abdale Zeyniki’nin diz çöküp destan söylediği evdir,” diye övünülüyordu evde … Aile daha Çukurova’ya göçmeden, büyük Kürt halk şairi, destancısı evlerine konuk olup destan söylemişti. Eve gelen kimi konuklar ve Kürt destancılar hep Abdale Zeyniki’den söz ediyorlardı. Küçük Kemal, demek ki, hiç ayırdına varmadan, evin içindeki Abdale Zeyniki efsanesinden ve çevredeki halk şairlerinden etkilenmişti. Söyledikçe söylüyordu … Adı Aşık Kemal’ e çıktı, Çukurova’da yayılmaya başladı. Bir gün Hemite’ye Torosların ama şairi Aşık Ali geldi. Sabaha kadar çakıştılar. Yani, bir Aşık Ali söyledi, bir Aşık Kemal… Aşık Ali, bu çocuğu pek sevdi. “Sen bu yaşta bu kadarsan, sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın,” dedi… lO Anası neden karşı çıkıyordu onun şiir, türkü söylemesine? Birkaç yıl önce, Kemal’i dört buçuk yaşındayken, dağlar gibi kocası öldürülmüştü. Zala’nın oğlu gibi babayiğit bir koruyucusu varken. Onu, Van’ dan gelirken ölümden kurtardığı, besleyip büyüttüğü, oğulluğu Yusuf, camide namaz kılarken bıçaklamıştı. Zala’nın oğlunun elinden ne gelir? Nigar Hatun, belki de, biricik eviadı Kemal halk şairi olursa başını alır gider, yuvadan uçar diye düşünüyordu … Zala’run oğlu, sonrada eşkiya oldu. Bazı geceler, yanında beş eşkiya ile Kemallerin evine gelir, ona armağanlar getirirdi.

Yumuşak, tatlı, güler yüzlü bir adamdı … İşte bu Zala’nın oğlunu bir gün Toroslarda candarmalar çevirdiler ve beş kişisiyle birlikte öldürdüler. Kemal, bu acı haberi alır almaz uzun bir ağıt yaktı. Anasına da söyledi. Anası, ilk olarak bu türküsünü sevdi, ilk olarak şiir söylemesine ses çıkarmadı. Onu yenmişti… Bir süre önce köye bir çerçi gelmişti. Köylü kadınlara istediklerini borca veriyor, bir deftere yazıyordu. Sekiz yaşlarındaki Kemal, çerçiye bu yaptığının ne olduğunu sormuştu. Çerçi, “Yazıyorum,” demişti, “sonra yazdığıını okuyorum, böylece kimin ne kadar borcu olduğunu unutmuyorum.” Hemite’de hiç okur yazar yoktu. Köyün imamı Fettah Hoca bile yazı yazamıyordu. Kemal, anasının Zala’nın oğlu üstüne türküsünü sevmesiyle öyle bir coşkuya kapıldı ki… Bu coşku, belleğindeki ağıdı sildi … Ertesi sabah uyanınca ağıdı tümüyle unuttuğunu anladı. Demek, unutmamak için yazmak gerekiyordu. Artık dokuz yaşlarındaydı. Arkadaşı Mehmet, Hemite’ye bir saat uzaklıktaki Burhanlı köyünün ilkokuluna başlamıştı. O da kararını verdi.

Okula yazılacak, üç ayda okur yazar olacak, bit daha da söylediklerini unutmayacaktı… Okul serüvenini anlatırsak, bu girişi uzatırız. Özetleyelim. Üç ay sonra, artık gazete bile okuyor, dağlara taşlara, bulduğu kağıtlara, duvarlara yazılar yazıyordu … İlkokulun son sınıfındayken, yukarı Toroslardan ünlü destancı Aşık Rahmi geldi. Bir gece Kemal’i onun karşısına çıkardılar. Öğretmeni şair, folklorcu Abdullah Zeki Çukurova da ll oradaydı. Aşık Rahmi’yle sabaha kadar çakıştılar. Sabahleyin Aşık Rahmi, ona küçük bir saz armağan etti. Öğretmeni çok övündü, neredeyse kutsadı öğrencisini… Aşık Rahmi dedi ki: “İlkokulu bitirip de diplamanı alınca benim köyüme gel. Seninle birlikte bütün Anadolu’yu köy köy, kasaba kasaba dolaşır, destanlar, türküler söyleriz. Sen de yetişirsin.” Kemal’in Karacaoğlan gibi bir aşık olacağından hiç kuşkusu yoktu … İlkokulu bitirip de diplomasını alınca, tam bir ay ikircik içinde kaldı Kemal. Ya Adana’ya ortaokula gidecek, ya da Aşık Rahmi’ye doğru dağların yolunu tutacaktı. Uykusuz geceler geçirdi. Ve ortaokula gitmeyi yeğledi… Bundan sonrası, ortaokul öğrenciliği ve ortaokulu bırakıp geçim sağlamak için türlü işlere girip çıkması, uzun bir maceradır. Ortaokulu bıraktığı 1939 yılından İstanbul’a gittiği 1951’e kadar onca işi arasında hiç bıkıp usanmadan, yılmadan, halk aniatılarını derleme çabası içinde oldu.

Çukurova’da sürekli dolaştığı, bir de köylülerle ilişki kurmayı iyi bildiği için, sözlü halk edebiyatı hazinelerinin yığın yığın durduğu o kapalı kutuyu açması kolay oluyordu. Bir köye gittiğinde, Köroğlu aniatmakla işe girişiyordu. Köylü, “Aşık Kemal gelmiş,” diye başında toplanıyordu. Anlatıp bitirince, “Şimdi de siz aniatın bakalım,” diyordu. Ne anlatılırsa defterine geçiriyordu … O yılların defterleri de evlere şenlikti. Kötü kağıtlı, zevksiz kapaklı… Sarı defterler, bloknotlar, çizgili okul defterleri, cep defterleri… En çok ağıtlara önem veriyordu. Kadınlar da nazlanmadan, bildikleri ağıtları birbiri ardınca Aşık Kemal’ e söylüyorlardı. Sonradan “dünya edebiyatının devi” olarak nitelenecek ve Yaşar Kemal adıyla tanınacak olan Kemal Sadık Göğeeli’nin halk yaratılarıyla ilişkisini, derleme çabalarını kendi anlatımlarına dayanarak aktardım. Şimdi bir tanık geliyor karşımıza. Saygın bir tanık. Abidin Dino. O dönemde, kardeşi Arif Dino’yla birlikte Adana sürgününde … Kemal Sadık, Dino’lara saygı ve sevgiyle bağlanmış. Derlemelerini götürüp önlerine seriyor… Abidin Dino yazıyor (Milliyet Sanat Dergisi, 5 Şubat 1979):. 12 “Gözümüzün önüne, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık Göğceli.

Hemite köyünden gelmedir. Dağ hayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide bir de kopup gelir Adana’ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk san kağıtlar üstüne yazılmış. (. ) Her getirdiği söz yumağı akıllara durgunluktu. Dehşetli acı, dehşetli güzel. Delikanlı, köylü usulü büzülüp çöküyor, ya da bir duvara sırt veriyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hınzır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça, sardıkça, coşturdukça delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakışında koskocaman bir sevinç beliriyor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yitenle, ölümle, yok olmakla bir yarışma. Kurtarmak gerekti Çukurova ve Toros doğasının, insanının söz serüvenini. Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğeeli de sezinliyordu bunu besbelH ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp, dağ hayır koşup ne kurtarırsa kardır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini “avlıyordu”. Falklor derlernesi filan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova’nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şaka değil. Biliyordu ki gün gelir, sigaya çekerler adamı, “lan hırpo, nerdeydin, neden yazınadın bizi?” Böylece söz avlıyordu Toros eteklerinde, Gavurdağı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, pirinç tarlalarında, nadaslarda, felhanlarda. Bunu yapabilmek için Göğeeli yürüyordu tabana kuvvet, boyuna yürüyordu, topladığı dizelerle yürümek arasında doğrudan bir ilişki vardı.

Bir sözcük on adım, bin adım karşılığı, bir türnce kilometreler karşılığı olabilirdi yerine göre. ( … ) … “Ona ‘Türküler Müfettişi’ adını takmıştım.” İşte o yıllarda Halkevleri Genel Başkanı Ferit Celal Güven’le de tanıştı o bir deri bir kemik delikanlı … Ferit Celal, ağıt derlemelerinin 1943’te Ağıtlar I adıyla Adana Halkevi yayınları 13 arasında çıkmasını sağladı. Ağıtların özgün ve önemli bir halk edebiyatı türü olduğu, ilk kez, yirmi yaşındaki Kemal Sadık Göğeeli’nin bu kitabıyla ortaya konuluyor, folklor araştırmacılarının dikkati çekiliyordu. Sonra polis, candarma baskıları başladı. Göğeeli sık sık karakollara çağrılıyordu. Abidin Dino şöyle açıklıyor: “Hayrola, neden başı derde girdi (daha doğrusu ayakları) diyebilirsiniz belki… Ayrıntıların önemi yok, başka türlü olamazdı sadece. Evet, işin kökeninde sınıfsal baskı yatıyordu. ‘Ayak takımından bir köylü parçası’, köylüler narnma konuşup yazmaya kalkışıyordu, falakalara, ‘çifte ay’lı dosyalara yeter de artar da böylesi bir çıkış … ” Evinin sık sık aranmasına, defterlerinin alınıp götürülmesine de … İyi ki CHP Adana Halkevi İdare Heyeti Reisliği’nden 1167 sayılı, 21 Ekim 1944 tarihli belgeyi almıştı. Yoksa, başına daha çok işler de gelebilirdi. Bu mühürlü, imzalı kağıtta aynen şunlar yazılıydı: “Adana Halkevi tarafindan verilen vesikadır. Halkevimiz elemanlarından olup bu kere falklor derlemesine memur edilen Kemal Sadık Göğeeli’ye kaza, nahiye ve köylerde lazım gelen kolaylığın gösteri/nıesini saygılarımla rice ederim. Adana Halkevi Reisi Eczacı Hasan Basri Arsoy” Ağıt ve tekerierne derlemelerinden bir kesimini 1946’da Türk Dil Kurumu’nun kitaplığına verdi de kurtardı. Evinin basılması, aranması sırasında götürülen defterlerini ne yazık ki geri alamadı. Yalnızca kiyıda köşede kalmış birkaç defter kurtuldu, bugünlere geldi.

Elinizdeki kitap, o defterlerden yararlarularak oluşturuldu . …… Yaşar Kemal, derleme yaparken, karşısındakinin söylediklerini – olduğu gibi, hızla yazıya geçiriyordu. Hiç atlamadan … Yazısı, benim gibi “aşina” olanlarca okunaklıydı. Yine de, Çukurova’ da “avladığı” kimi sözleri, sözcükleri bilmeyenler için, sökmek kolay değildi. Uzunca bir süre çalıştım, okuyamadığım sözcük sayısı çok aza indi. Bunları da kendisine okutturdum. Bir gün saatlerce çalıştık. Derlemeleri türlere ve şairlere göre ayırdım. Bunların tümüne yakını daha önce derlenmemiş, yayımlanmamıştı. Karacaoğlan şiirlerini (39 şiir; kitapta “Koşmalar-Semailer-Varsağılar” bölümünde sayıca en ön sırada yer alıyor), bu alanda en güvenilir kaynaklar olarak bilinen Sadeddin Nüzhet Ergun (Karaca Oğlan-Hayatı ve Şiir/eri, 4. basım, İstanbul 1942) ve Cahit Öztelli (Karaca Oğlan-Hayatı ve Şiir/eri, 4. basım, İstanbul 1972)’nin kitaplarındakilerle karşılaştırarak hangi şiirlerinin çeşitlenme (varyant) olduğunu belirttim. Çeşitlenıneler arasmda büyük ayrımlar var. Altında sözü geçen kitapların adı anılmayan şiirler -başka yayınlarda çeşitlenmeleri yoksa- ilk kez gün ışığına çıkıyor. Öteki derlemelerden büyük bir çoğunluğu da ilk kez yayımlanı yar.

*** Sözünü ettiğim defterleri 1992’de bana armağan etmişti Yaşar Kemal. İçindekileri yayımlama iznini de vermişti. Bunlar, aldığım ve alacağım armağanların en değerlisiydi. Mutluluk duyuyorum, övünç duyuyorum. Bir gün, yazılı ya da sözlü “vasiyet”te bulunduğumda, edebiyat tarihinin malı olan bu defterlerin korunmasına ilişkin isteklerimi de belirteceğim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir