Alphonse Daudet – jack

Evet Rahip Hazretleri, sonuna K gelecek. Bu bir İngiliz adı. Oğlumun vaftiz babası, Hint Ordusunun gözde generallerinden biriydi LORD PEMBOKE. Bilmem bu adı duydunuz mu? Soylu ve zarif bir Salon adamı… Ah ne güzel dans ederdi, kimse valsı onun gibi yapamazdı… Ne yazık ki, SİNGAPUR’da bir av kazasında öldü. Hem de Raca’nın kendi onuruna düzenlediği bir av esnasında, bir kaza kurşunuyla vuruldu.” Bu söz seli, bu konudan konuya atlama yaşlı Rahibi hem şaşırtmış, hem de eğlendirmişti. Gülümseyerek, genç kadının sözünü kesti: Bağışlayın Madam, çocuğun adını yazdım, ama soy adı? Rahip, anlamlı bakışlarını genç kadına dikti. Çocuğun annesi 1858 (bulunulduğu yıl) yılının modasına göre, çok zarif ve zengin giyinmişti. Kürklerinin yumuşak ışıltısı, ipekli siyah robu, tüylerle süslü şapkası, onun çok varlıklı olduğunu açıklıyordu. Konağından arabasına atlayarak, yolun çamuruna bulanmadan doğru buraya geldiği anlaşılıyordu. Genç anne çok güzeldi, hareketli yüzünde koyu mavi gözleri derin bir hayretle açılıyordu, înci gibi beyaz ve biçimli dişlerini göstermek için, durmadan gülüyordu. Ne yazık ki, bu güzel yüzde bir zekâ kıtlığı göze çarpıyordu. Örgülü saçlarının kapladığı dar alın ve devamlı konuşmaktan kıvrık duran alt dudak ondaki düşünce yetersizliğini belirtiyordu. Çocuk, o bambaşka bir tipteydi. Erken boy atmış yedi, sekiz yaşlarında çok tatlı bir oğlan.


İskoçyalı gibi giydirilmişti,, ancak, o dikinli başlığından ve kısa eteğinden hiç memnun görünmüyordu. Bunlar moda giysiler olabilirdi ancak hızla boy atan çocuğun dizleri açıkta kalıyor, o da bu çıplak bacaklarından utanç duyuyordu. Çocuk, tıpatıp annesine benziyor, ama onda daha başka bir incelik ve soyluluk göze çarpıyordu. Güzel bir kadının, akıllı bir erkekteki yüzü. Çocukta daha üstünlenen ve derinlenen aynı mavi gözler, aynı alın ama daha geniş, ciddi kıvrımlarla bükülü aynı ağız. Çocukta düşüncenin yer ettiği hatta çok ciddi olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Onda, annesinin eteklerinde büyümüş bir yavrunun nazlı ve çekingen havası vardı. Şu anda annesine yaslanmış, onu dikkatle dinliyordu. Çevresine ürkek bakışlarını dikmişti. Gerçi annesine söz vermişti, ağlamayacaktı ama gene arada bir hıçkırığı andıran bir iç çekişle tepeden tırnağa sarsılıyordu. Annesi, ona gözlerini dikerek, sanki vaadini anımsatıyordu. O zaman yavrucak gülümsemeye çalışıyor, ancak gene de onda derin bir üzüntü hissediliyordu. Rahip, ana ile oğlu inceliyordu. Yirmi beş yıldan bu yana Vaugurard’daki Cizvit yatılı okulunun müdürü olan Peder O… bu yeni gelenlerin şimdiye kadar alışkın olmadığı tiplerden olduklarını daha görür görmez anlamıştı. Genç kadının davranışları ve özellikle sanki bir derdini gizlemek istercesine karşısındakini söz seline boğması, tüm bunlar din adamını kuşkulandırmıştı.

Ancak ne var ki, son yıllarda Paris sosyetesi öylesine karışmış, sınıflar öylesine girift olmuşlardı ki, soylu bir bayanı daha aşağı sınıftan birinden ayırt etmek pek kolay olmuyordu. Ancak çocuğun soy adını sorduğu zaman, kadının üzgün görünmesi onu hemen aydınlattı. Genç kadın gelincik gibi al al oldu ve kısa bir kararsızlıktan sonra: “Bağışlayın beni Müdür Bey”, dedi, “kendimi tanıtmayı unuttum.” Çantasından çıkardığı güzel kokulu bir kartı, Rahibe uzattı: IDA DE BARANCY Bu hoppa ve neşe dolu ad, altın yaldızlı harflerle ipek gibi düzgün kâğıt üzerinde çizilmişti. Rahip buruk bir gülümseyişle sordu: “Çocuk da aynı adı mı taşıyor?” Soru küstah sayılırdı. Güzel bayan bunu anlamıştı, daha da bozuldu. Sonra hemen bu şaşkınlığını yapmacıklı bir nezaket altında gizlemeyi başardı: Fakat, pek tabii dep mi Müdür Beyefendi? Rahip anlam dolu bir tondan: “Ya,” diyebildi. Okul Müdürü, konuğuyla nasıl konuşacağını bilemedi. Her kelimenin değerim ve anlamını bilen birinin düşünceli tavrı ile, bir süre elindeki kart ile oynadı. Derken kalkarak, bahçeye açılan balkon kapılarından birine doğru yürüdü. Kızıl kış güneşi, bahçenin heybetli ağaçlarının yapraklarında oynaşıyordu. Yaşlı Rahip camı tıkırdattı, kara bir gölge göründü. Müdür içeri giren genç rahiple, şöyle konuştu: Dostum, sizden bir ricada bulunacağım, şu yavrucağı azıcık dolaştırın. Kendisine kilisemizi ve kış bahçesini gösterin. Oysa Jack, bu uzaklaştırılmadan daha başka anlamlar sezdi.

Veda sahnesini kısa kesmek için kendisini bahçeye yolladıklarını düşündü. Bakışlarında öyle üzüntülü ve ürkek bir anlam belirdi ki, şefkatli Rahip, hemen onu yatıştırmak istedi: Korkma dostum… Annen seni burada bekleyecek, gitmiyor. Az sonra onu burada bulacaksın. Çocuk sanki inanmamış.gibi kararsız göründü. Madam de Barancy, bir kraliçe edası ile, emir verdi: Haydi dostum, Müdür beyi dinle. Çocuk acıklı bir boyun eğişle genç rahibe elini uzatarak oradan çıktı. Yalnız kaldıklarında odada bir sessizlik oldu. Soğuktan buz tutmuş kumlan hışırdatan ayak sesleri, giderek uzaklaştılar. Ilık odada yanan ateşin çıtırdıları, dallarda uçuşan serçelerin cıvıltıları, piyano sesi, hocaların sınıflarda verdirdikleri dersin uğultuları, tek bir sözle lüks bir yatılı okulun, tüm gürültüleri kapalı kapılardan sızıyordu. Çocuğu çok sevimli ve terbiyeli bulan Rahip, ondan etkilenmişti, söze şöyle başladı: Bu yavru, size çok düşkün Madam. Madam de Barancy, bir tiyatro aktrisine yakışan bir iç çekişle şu karşılığı verdi: Nasıl sevmesin efendim? Dünyada benden başka kimi var ki? Ya, demek dulsunuz, Hanımefendi? Ah evet, hem de en acıklı bir şekilde. Eşimi yitireli çok oldu, aşağı yukarı on yıl kadar, henüz evlenmiştik. Ah bir anlatsam, tam bir roman konusu. Adından anladığınıza göre Kont de Barancy Touraine ilinin en soylu ailelerinden biri idi.

Ne yazık ki, güzel kadın gene düşünmeden konuşmuş ve baltayı taşa vurmuştu gene. Aksilik bu ya, Touraine doğumlu olan Peder O… doğduğu ilin tüm tarihçesini ezbere bilirdi. Oradaki soylu aileleri bir bir tanırdı, bundan ötürü, Kont de Barancy’de az önceki Lord Peambockla birlikte Hindistan efsanelerine katılmak zorunda kaldı. Ancak zeki ve karşısındakinin ruh halini okumasını bilen adam, düşüncesini daha ılımlı bir tarzda yönetmeyi başardı: Çocuk size çok bağlı aynı zamanda da çok küçük, böyle bir ayrılığa dayanacağını sanmam. Hem de pek güçlü görünmüyor. Genç kadın anlamamıştı, saf bir tavırla itiraz etti: Hiç tasalanmayın o çok güçlüdür, sağlığı da yerinde. Hiç hasta olmadı diyebilirim belki yüzü solgun, ancak Paris havasına henüz alışamadığından ötürü, şimdiye kadar hep kırlarda, şatomuzun bahçesinde… Amacını anlatmayan Rahip, bu kez başka bir yola başvurdu: Şu anda çok doluyuz Madam, yatakhanede boş yatak yok. Üstelik ders yılı başlayalı hayli zaman oldu. Başvuran öğrencileri gelecek yıla bekletiyoruz. Belki, o zaman deneriz, ancak gene de kesin söz veremem. Güzel kadın anlamıştı, birden sarardı: Ya demek oğlumu kabul etmek istemiyorsunuz? Peki ama neden? Bana bunu açıklayın. Rahip de üzülmüş göründü: Madam, diye söze başladı, “böyle bir açıklamada bulunmamak için çok şeyler verirdim, ama beni zorladınız ben de size açıklayacağım. Bize çocuklarını emanet eden ailelerin çok ciddi ve iyi ahlaklı olmalarını bekleriz. Bu bizim için değişmeyen bir koşul, Paris’te küçük Jack’ı barındıracak yüzlerce yatılı okul bulunmakta. Ancak, ne yazık ki, bizde okuması olanaksız.

” Kadının itiraza hazırlandığını sezen Rahip, kesip attı: Lütfen, beni daha ağır konuşmak zorunda bırakmayın. Sizden hesap sormaya hakkım yok. İnanın bana, şu anda, sizin için ben de üzülüyorum. İlkin meydan okumayı deneyen güzel kadın, birden duygularına yenilerek sızlanmaya, ağlamaya başlamıştı: Ah ne kadar mutsuzum, neler çekmedim? Ne yazık ki, çocuğun babası yok, kendisine öz bir soy ismi de yok. Ama bundan onu sorumlu tutmak, haksızlık olmaz mı? Ah Rahip Beyefendi. Kadın hıçkırıklarının arasında Rahibin elini yakalamıştı, Peder O… kadını kırmaktan çekinerek, yavaş bir jestle elini kurtardı. Onun bu taşkınlığından ve de gözyaşlarından ürkmüştü, yatıştırıcı bir sesle: “Sakin olun Kızım, sakin olun,” dedi. Oysa İda de Barancy, kendini bırakmış, şımarık bir çocuğun coşkun kederiyle, ağlamasını sürdürüyordu. Saygın din adamı, onun bayılmasından korktu. Bir ara, ne yapacağını bilemedi. Güzel İda, kendisini temize çıkarmak amacıyla ona tüm yaşamını anlatmaya kararlı idi. Rahip de zoraki, onun bu isteğine boyun eğdi. Genç kadın, kesik cümlelerle sonu gelmeyen bir öyküye başladı. Bir konudan diğerine atlıyor ve bu karmaşa arasında yolunu bulup anlatısını bitirmesi şüpheli görünüyordu. Aslında “Barancy” adı onun gerçek adı değildi.

Kimliğini açıklasa, sayın müdür donakalırdı. Zira Fransa’nın en eski ve soylu adlarından birini taşıyordu. Ne var ki, atalarının onuru söz konusu olduğundan, adını açıklamaktansa ölmeyi yeğ tutardı. Müdür, kendisinden böyle bir açıklama beklemediğini, boş yere yineledi. Ama boşuna inatçı kadına kendisini duyuramadı bile. O, kendisinin bile içinden çıkamayacağı karmaşık cümlelerle daha da şaşırıyordu. Ancak hep aynı nakaratı yineliyordu, en soylu bir ailenin kızı olduğu gibi, kendisini baştan çıkaran sefil de, ruhunun kötülüğüne rağmen gene de bir aristokrat idi. Kaderin lanetine uğradıklarını yineleyip durdu. Rahip şaşırmıştı, neye inanacağını bilemedi. Bu da uydurma bir masaldı kuşkusuz. Ama gene de Peder O… kadının içtenliğine inanmıştı. O oğlunu içten bir şefkatle seviyordu. O güne kadar hiç ayrılmamışlardı. Çocuk evde özel öğretmenle çalışıyordu. Ancak onun uyanık zekasından etkilenen genç kadın, oğlunu daha ciddi bir şekilde eğitmeye karar vermişti.

Rahip genç kadına acı-mıştı ona ciddi bir tondan daha ciddi olmasını öğütledi. Yaşamını bir düzene sokmanın zamanı gelmişti. Güzel kadın minnet dolu bir sesle: Ah Müdür Bey tam üzerine bastınız bende bunu istiyorum. Aslında, çok yakın bir gelecekte durumum resmileşecek benimle evlenmek isteyen birisi var. Ama, ben de bu arada çocuğu evden uzaklaştırmayı ve ona dinsel bir eğitim vermeyi düşünmüştüm. Ne yazık ki, bu isteğim yerine gelmedi ve bütün iyi niyetlerime rağmen… Söz buraya vardığında, Rahip sarsılmış göründü. Kısa bir kararsızlıktan sonra, birden suya atılırcasına: Bu kadar istekli olduğunuza göre sizi kırmak istemem Madam. Aslında küçük Jack’ı çok sevdim. Onu okula alıyorum. Oh Müdür beyefendi… Evet ama iki önemli şartım var. Hemen söyleyin, şimdiden kabul. İlk şartım, resmen evleninceye kadar, çocuğu evinize çıkartmayacaksınız, hafta sonlarını hatta büyük tatilleri bile bizimle geçirecek. Evet ama evladım, beni görmeden, yapamaz… İstediğiniz zaman onu görmeye buraya gelebilirsiniz ama ikinci bir şartım daha onu ancak benim bu odamda görebileceksiniz, salonda onu göremezsiniz. Kadın bir hışımla ayağa fırladı: “Peki, ama nasıl olur? Bunu asla kabul edemem.” Çocukları görme günlerinde kabul salonuna girememek, o perşembe günlerinin sevimli kalabalığına karışmamak.

Oğlunun güzelliğini, kendi şıklığını, kapıda bekleyen arabasının ihtişamını, çevreye sergileyememek diğer analara caka satamamak. Oğlunu kaçamaktan görmek, bütün bunlar genç kadını alt üst etmişti Kurnaz din adamı, tahminlerinde yanılmamıştı. Acımasız davranıyorsunuz Rahip Bey, az önce iyilik sandığım bu lütfü şu anda reddetmek zorunda bıraktınız beni. Benim de bir gururum var, hem sonra çocuk hakkımda ne düşünür? Tam o anda, camların ardından sarışın bir yüz görerek sustu. Küçük Jack açık havadan pembeleşen yanaklarla odayı gözetiyordu. Annesini görünce yüzü güldü, hemen içeri daldı ve ona koştu. Kadın oğlunu elinden yakaladı: Gel gel evimize gidelim. Burada bizi istemiyorlar, bize yer yok. Koşarcasına çıktı. Durumu anlamayan çocuk, şaşkın bakışlarla annesini süzüyordu. Rahibin saygılı selamına güzel kadın hafif bir baş işaretiyle karşılık verdi. Ama tüm acelesine rağmen, Rahibin ardından mırıldandığı şu sözleri duymasını önleyemedi: “Zavallı çocuk, zavallı çocuk.” Bu sözlerdeki şefkat titreşimleri çocuğun kalbini sızlattı. Neden yaşlı rahip böyle konuşmuştu? O günü izleyen haftalar ve aylar boyunca, Jack, hep bunu düşünecekti. *** Rahip yanılmamıştı, aslında İda de Barancy, yalancıktan kontesti.

Gerçek adı Barancy olmadığı gibi, belki ön adı da İda değildi. Nereden gelmişti? Kim idi? Tek bilinen şey, onun Paris’li olmayışı idi. Henüz düzeltemediği şivesinden, onun bir taşralı olduğu anlaşılıyordu. Oda hizmetçisi matmazel Constant, onun bir Paris’li hanım kadar yapmacıklı olmadığını düşünerek onu hor görürdü ve ondan “Taşra Dilberi” diye söz ederdi. Bir gerçek daha vardı, o da Madam de Barancy’nın çok fazla seyahat etmiş olması. Zaten o bunu asla gizlemezdi. İda, günün birinde sömürgelerin küçük bir adasında, mavi gökler altında dünyaya geldiğini anlatır, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında Kırma güzeli annesinden, sayısız kölelerinden söz ederdi. Oysa, başka bir gün hava değiştirir, Tours O dolaylarındaki, şatosunun şahane parkını, orada geçirdiği çocukluk anılarını anardı. Ancak, anlattıklarında hep aynı tema göze çarpardı. Soyluluk, servet ve asalet unvanları. Kadın kafasını bunlara takmıştı. Şu sırada kendisine bakan çok paralı bir dostu vardı. Adam, onu en şık mahallelerden birinde oturtuyor, saf kan atlarla koşulu bir arabada gezdiriyordu. İda’nın kıymetli eşyaları, uşak ve hizmetçileri vardı. Gene de bir kasabada büyümüş olduğundan o Paris kadınları kadar küstah ve şımarık değildi Haftada bir gün, orta yaşlı, şakakları ağarmış soylu görünen bir Bay kapısını çalardı.

İda ondan söz ederken, bir “MÖSYÖ”(**) deyişi vardı ki, duyanlar, Fransa Kralının kardeşine bu unvanın verildiği çağlarda, kendilerini Fransa saraylarında sanırlardı. Jaek, anasının dostunu “İyi Dost” diye çağırırdı. Uşaklar onun yüzüne “Kont Hazretleri” derler, ama kendi aralarında ondan moruk diye söz ederlerdi. (*) Touıs Touraine eyaletinin yönetim merkezi. (**) MÖSYÖ: Fransa Kralının hemen kendisinden sonra gelen kaidesine verilen unvan. Bu “moruk” herhalde çok zengin olmalıydı ki, İda har vurup harman savuruyordu. Konakta korkunç bir israf sürüp gidiyordu. Hanımın özel hizmetçisi Constant, aynı zamanda evi yönetiyordu. Kâhyalık yapan kadın deneyimsiz hanımına aynı zamanda, yüksek sosyete geleneklerini de aşılamaya çalışıyordu. Yolunu şaşırmış şu zavallı İda’nın tüm amacı, son moda bir salon kadını olmak idi. İda de Barancy, okul kapısında, kendisini bekleyen arabasına atladı ve eşikte güneşlenen birkaç rahibe duyurmak istercesine yüksek sesle: “Konağa” emrini verdi. Ancak araba henüz ilerlemişti ki, genç kadın, kendini daha fazla tutamadı ve bukleli başını yastıklara dayayarak hıçkırmaya başladı. Oğlunu okula kabul etmemişlerdi, rezalet. Oysa o soylu ve zengin görünmek için çok ciddi bir şekilde giyinmiş. En sade robunu, en güzel kürklerini giymişti.

Ne yazık ki din adamını bir türlü ikna edememişti. Daha ilk görüşte rahip, onun foyasını meydana çıkarmıştı. Jack, bir köşeye büzülmüş, kıpırdamaktan korkarak, gözlerini annesine dikmişti. Onun bu perişanlığının nedenini bilmemekle beraber, onun kederine üzülüyordu. Ama, gene de eve döndüğüne çok memnun idi. Neden üzülüyordu annesi? Onu böyle ağlar görmek çocuğu adeta harap ediyordu. Annesi birden, ellerini burkarak sızlandı: Hey Tanrım, bu kadar mutsuz olmak için ne yaptım ki? Jack bunu yanıtlayamadı, annesinin suçunu bilmiyordu ki, ancak, sevgi dolu çocuk, onu teselli için çekinerek elini uzattı ve onun güzel kokulu elini dudaklarına götürdü. Kadın çılgın gözlerle çevresine bakındı: Ah, hayırsız çocuk, dünyaya geldiğinden beri, senden az mı çektim? Jack, adeta donakalmıştı, kekeleyerek sordu: “Ben mi? Ben sana ne kötülük yaptım?” Dünyada annesinden başka kimi vardı ki? Ama demek istemeyerek, ona zarar vermişti! Biçare çocuk, birden derin bir yeise kapıldı. Ama* ne var ki annesinin gürültülü gösterişli kederinin yanında, onun-kisi sessiz ama daha derin bir acı idi. Kederini göstermekten korkar gibi, kendisini tuttu, yalnız bütün vücudunu sarsan bir ürpertiyi önleyemedi ve kuru hıçkırıklarla sarsâdı. İşte o zaman, yaralanan gururunu unutan İda, analık şefkatine yenildi. Çocuğuna sevgiyle sarıldı: Sus yavrum, şaka yaptım, anlamadın mı? Küçük budala, bu kadar duygusal olma. Yoo hayır Jack, sen bana ne kötülüğü edebilirsin, seni bu hikâyelere karıştırdığım için suç benim. Haydi yavrum, ağlama artık. Bak ben de gülüyorum.

Hoppa kadın, az önceki derdini unutmuştu. Oğlunu eğlendirmek için, kahkahalar atmaya başladı. Hiç derin olmayan, bu yaradılışın devamlı kederden neşeye geçmesi Tan-rı’nın bir lütfü sayılırdı. İşin tuhafı genç ana, daha da güzelleşmişti sanki, az önceki gözyaşları gözlerini ve tenini parlatmış, onu daha da çekici kılmıştı. Birden arabanın buzlu camını indirerek dışarı baktı: “Jack, eve yaklaştık, gel istersen inelim, sana bir pasta yedireyim. Haydi sil gözlerini bakalım, sana şu çikolatalı pastalardan yedireceğim.” O günlerin modası olan bir İspanyol pastahanesi önünde durdular. İçerisi dolu idi. En şık hanımlar sanki kendilerini göstermek için burayı doldurmuşlardı. Eleştiren bakışlarla birbirlerini izliyor, yaldızlı salonun aynalarında pembe yüzler ışıklı gözler yansıyordu. İda, gözlerin kendisine çevrildiğini görerek çok sevindi. Bu başarı az önceki hayal kırıklığını gidermişti. Bol pasta ısmarladı ve iştahla yemeye koyuldu. Oysa, çocuk, henüz kendisini toparlayamamıştı, annesinin ısrarlarına karşı koya-mayarak, tabağındakileri nazlı nazh yedi. Hava o kadar güzeldi ki, İda, arabayı yollayıp eve yaya dönmek istedi.

Sokaklara sinmiş menekşe kokularını içine çekerek, oğlu ile elele yürüdüler. Açık havada yürümek, süslü vitrinleri seyretmek, yolda uyandırdığı hayranlık ona az önceki üzüntüsünü unutturmuştu. Ama birden ışıltılı bir vitrin önünde bir çığlık attı. O akşam maskeli baloya gideceğini anımsamıştı. Tuvaletini bü-tünlemek için kimi ufak tefek alacakları olacaktı. Hoppa anasının dizi dibinde büyüyen çocuk da, onun gibi güzel şeylere düşkündü. Göremeyeceği bu şenliğe hevesleniyordu. Zıplaya sıçraya anasının peşi sıra mağazaya girdi. Jack’ın en büyük zevki, annesinin süslenmesini seyretmekti. Anasının güzelliği çocuğu gururlandırırdı. Madam de Barancy seçimini yaptı, beğendiklerini paket ettirdi, daha sonra oğluna dönerek: Bak, unutma şekerim, sakın İyi Dost’a” benim şu baloya gittiğimi söyleme, bu aramızda sır olarak kalsın. Aman Tanrım, saat beş olmuş, Constant beni azarlayacak.” Aldanmamıştı, iri kıyım, jandarma kılıklı bir kadın, onu kapıda karşıladı. Giysileriniz hazır? Ama siz çok geciktiniz, bu kadar gecikmenin ne anlamı var ki? Zamanında hazır olamayacaksınız. Ah sevgili Constant, ne olur beni azarlama, başıma gelenleri bir bilsen? İda, eliyle oğlunu işaretledi.

Kâhya kadın birden öfkelendi: “Nasıl olur? Geri mi döndünüz Mösyö Jack? Ne ayıp! Sözünüzde böyle mi durdunuz? Demek bundan sonra, sizi okula jandarmalarla yollamak Ah, şaştım doğrusu. Hoş suç pek sizde sayılmaz, anneniz, bir dediğinizi iki etmiyor, böylesine şımartılan bir çocuğu ilk kez görüyorum.” Yok sevgüi Constant, iş bildiğin gibi değil, çocuğun suçu yok, onu okullarına istemediler. Birden gözyaşları yeniden boşaldı, gene şanssızlığından şikâyete başladı. Az önce yediği pastalar, içtiği şarap ve konağın aşırı ısısı kederine eklenince, birden fenalaştı, yere yığıldı, bayılmıştı. Onu yatağına taşıdılar, tuz ruhu koklatıldı, ellerini uğuşturdular, sonunda açıldı. Matmazel Constant, bu tip isteri krizlerini pek iyi bilirdi, bilgiç bir tutumla hanımına baktı, bu arada kendi kendisine şöyle söyleniyordu: Rahiplere gitmenin ne gereği vardı? Orası çocuğun durumundaki biri için uygun okul değildi… Madam, önceden bana danışsa, basma bunlar gelmezdi… Ona okul bulmakta iş mi? En iyisini bulurum ben. Bu arada Jack, annesinin ellerini öpüyor, onun üzülmesine neden olduğundan kendi kendisini lanetliyordu. Haydi Mösyö Jack, çekilin oradan anneniz iyileşti artık. Onu giydireceğim. Aman Constant nasıl olur? Kıpırdayacak halim kalmadı, baloya nasıl giderim? Daha iyi ya, açılırsınız… Aslında beş dakika daha dinlenin, bir şeyciğiniz kalmaz. Şu tuvaletinize bir göz atın, ne şahane çılgınlık Perisi” kostümü… Ya şu pembe ipekli çoraplar, hele saçlarınız üzerine oturtacağınız şu zilli külah…” İda, bu süslere dayanamadı. Annesi giyinirken Jack loş küçük salonda bekledi. Satenle kapitone o süslü küçük salonu gölgeler kaplamıştı. İçeri, tam pencere önündeki bir sokak fenerinin ölgün ışığı içeri yansıyordu.

Çocuk alnını cama dayadı ve o günün olaylarını derin bir hüzünle yeniden yaşadı. Birdenbire, nasıl olduğunu bilmeden, Rahibin arkasından söylediği o yorumu kendisine yakıştırdı. Evet, aslında kendisi zavallı bir çocuktu. Kendisini mutlu sandığı halde, başkalarının acıdığı biri olmak, tuhaf değil miydi? Ama, demek, kimi zaman böyle gizli mutsuzluklar olurdu. Kurbanlarının bile, ayırmadığı gizli mutsuzluklar. Kapı açıldı, eşikte Kâhya kadın Constant göründü. “Gelin Bay Jack, bakın anneniz ne kadar güzel oldu.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir