Andre Malraux – Karşı Anılar

1940’ta, sonradan Vercors rahibi olacak bir arkadaşla esir kampından firar ettik. Kaçıştan kısa süre sonra, Dröme yönetim bölgesindeki kilisesinde Yahudilere tek bir koşulla, vaftiz olmaları koşuluyla – “Şöyle ya da böyle izi kalacaktır,” diyordu- kucak kucak eski tarihli vaftiz belgeleri dağıttığı köyde buluştuk. Paris’e hiç gelmemiş; öğrenimini Lyon papaz okulunda tamamlamıştı. Köy gecesinin kokusu içinde, uzun süre sonra yeniden bir araya gelen kişilerin başı sonu olmayan cümleleriyle konuşuyorduk. “Uzun süredir mi günah çıkarıyorsunuz?” “On beş yıl kadar oldu…” “Günah çıkarma insanlarla ilgili ne öğretti size?” “Bakın, günah çıkarma hiçbir şey öğretmez; çünkü günah çıkardığında, bir başkasıdır artık insan, Tanrı affetmiştir, onu. Gene de şöyle diyebilirim… Önce, insanlar sanıldığından çok daha mutsuzdur… sonra da…” Yıldızlarla dolu gecede bir oduncununkini andıran kollarını kaldırdı: “Sonra da, her şeyin temeli, büyük adamlar diye bir şey yoktur…” Glieres de öldü o rahip. Yaşam konusunda -ölümle yüzyüze yaşam konusunda- düşünmek, kişinin iç sorgulamasını derinleştirmekten başka şey değil kuşkusuz. Sözünü ettiğim o sıradan, cesur olma talihine ermiş her kişi için hiçbir sorun oluşturmayan öldürülmek değil; insandan güçlü olan her şeyle, yaşlılıkla, hattâ toprağın başkalaşmasıyla (toprak, bin yıllık uyuşukluğuyla olduğu gibi, başkalaşmasıyla da, başkalaşması insan eliyle gerçekleştirilmiş bile olsa ölümü akla getirir), özellikle de o çaresiz “bütün bunların ne anlama geldiğini asla bilmeyeceksin” sözleriyle örtüşen ölüm, sözünü ettiğim. Benden başkası için önemi olmayan kimin umurunda ki? sorusu karşısındaki ölüm. Tanıdığım aşağı yukarı bütün yazarlar, çocukluklanndan sevgiyle söz ederler; bense nefret ederim benimkinden. Kişinin kendini yaratması, “yaşam” adı verilen bu geliş gidiş yolu bulunmayan hana uyum sağlamaksa, kendimi yaratmayı çok az ve kötü öğrendim ben. Kimi zaman harekete geçmeyi bildim ama, tarihsel boyuta yükselmedikçe, eylemin ilgi çekiciliği yapılışındadır, anlatılışında değil. Beni fazla ilgilendirmiyor. Yaşamımda büyük rol oynamış olan dostluk, merakla bağdaşamadı. Ve Glieres rahibiyle aynı görüşteyim – ama onun büyük adam diye bir şey bulunmamasını yeğlemesi, çocuklann kurtulmuş olmasmdandı.


Geçmişi neden anımsayayım? Çünkü, önce sanatçıların o belirsiz zekâ ve kurgu dünyasında, daha sonra da savaşın ve tarihin dünyasında, yirmi yaşımdayken, can çekişmesi bile Doğu’nun ne anlama geldiğini aydınlatan bir Asya’yı tanıdığım sırada, yaşamın temel bilmecesinin her kişinin içinde, bir çocuk yüzüne bakan hemen her kadına, bir ölünün yüzüne bakan h e m e n her erkeğe göründüğü biçimiyle görünmesini sağlayan o, kimi önemsiz, kimi parlak anlarla pek çok kez karşılaştım. Bizi sürükleyip götüren her şeyde, aşağılanmaya karşı savaştığını gördüğüm her şeyde, hattâ kişiye yeryüzünde ne işinin olduğunu düşündüren sakinlik, sende bile, yitip gitmiş dinlerin tanrılarına benzetilebilecek yaşam, bana bazen, bilinmez bir müziğin librettosu gibi gelir. Gençliğim Doğuyu, İslâm’ın altedilmesi olanaksız uykusu içinde eşeğine tünemiş yaşlı bir Arap’a benzer gibi tanıdığında, iki yüz bin olan Kahire’nin nüfusu dört milyonu buldu; Bağdat’ta, Babil köylülerinin balık avladıkları sazdan sepetlerin yerini motorlu kanolar alıyor ve Tahran’m çinilerle süslü kent kapılan, tıpkı Saint-Denis kapısı gibi, kentin içinde kayboluyor. Amerika mantar-kentlerle tanışalı uzun süre geçti – ama, onun mantar-kentleri başka bir uygarlığı örtmüyor, insanın başkalaşmasını simgelemiyordu. Yeryüzünün (sadece yakıp yıkmalarla değil) bir yüzyıl içinde hiçbir zaman bu derece değişmemiş olduğunu herkes bilir. Palais-Royal’de tramvayları çeken atları bekleyen serçeler dönemini – ve utangaç, sevimli komutan Glenn’i onun uzaydan dönüşünü, Moskova’nın Tatar kentini ve Üniversitesinin sivri gökdelenini, eski Amerika’yı çağrıştıran Pennsylvania garındaki lâle biçimi bacalı, pırıl pırıl cilalı küçük treni ve yeni Amerika’dan bekleneni gösteren Pan-american gökdelenini gördüm. Büyük bir din dünyayı sarsmayalı kaç yüzyıl oldu? İşte bütün dünyayı fethedebilecek güçte, ama kendi tapınaklarını ve kendi mezarlarını yaratmaya gücü yetmeyen ilk uygarlık. Eskiden Asya’ya gitmek, atbaşı giden mekânın ve zamanın içine yavaşça sokulmak, sızmak demekti. İslâm’dan sonra Hindistan, Hindistan’dan sonra Çin, Doğu’dan sonra Uzakdoğu; akşam çökerken Hindistan limanlarından birinin açığında terk edilmiş Sinbad’m tekneleri ve Singapur’dan sonra, Çin denizi girişinde nöbetçiler gibi Çin yelkenlileri. Doktorların izniyle, bu ağır sokuluşu bir kez daha yapıyorum ve -şimdi artık bir günlük uçuşla- okyanus ötesine varmadan önce Milo Venüsü’nü gönderdiğim Tokyo’ya, tanınamayacak duruma gelmiş Kyoto’ya, ateşe verilmiş tapınağına karşın el değmemiş gibi duran Nara’ya ve bir daha görmediğim Çin’e ve Asya’yı altüst ettiği gibi benim kanlı, nafile ve kibirli hayatımı da doldurmuş olan altüst oluşa bakıyorum. “Ufuk çizgisine kadar, cam gibi, lakeli, kırışıksız okyanus…” Denizin karşısında ilk romanımın ilk cümlesini ve gemide, kırk yıl önce Asya’nın tarihe dönüşünü haber veren telgrafın – “Kanton’da genel grev ilan edildi”- asıldığı telgraf panosunu anımsıyorum. O uykuya yatan tanrılara ve şu uyanan kentlere, denizin sonu gelmez hışırtısıymış gibi gelip yolcu gemisine vuran eylemlerin gürültüsüne, onca boşa gitmiş umuda ve öldürülmüş onca dosta ne yanıt verebilir ki yaşamım? Çağdaşlarımın küçük öykülerini anlatmaya başladıkları zamandı o günler. 1934’te, Vieux-Colombier sokağında Paul Valéry, bir ara Gide’den söz ediyordu bana: “Yapıtlarım böylesine umursamıyorsanız, Bir Almanla Konuşmalar’ı neden öylesine övdünüz?” diye sordum ona. “O da neymiş ki?” Anımsattım. “Ha, evet! Herhalde dilek şart kipinin mişli geçmişini başarıyla kullanmış olduğu içindi.

” Sonra, soylulara özgü argosuna karıştırdığı öznel ağırbaşlılıkla ekledi: “Aslında severim Gide’i. Ama nasıl olur da bir insan, düşündüklerini gençlerin yargılamasını kabul edebilir?. hem zaten beni ilgilendiren berraklıktır, içtenlik değil. Ötesini boşver gitsin.” Yargıladığı fikirleri çoğunlukla böyle bitiriyordu. Wilde’m deyişiyle, “laf ola beri gele.” Ama Gide’in “gençlik” diye adlandırdığı şey, her zaman gençlerle sınırlı değildi; tıpkı Hıristiyanlığın geniş anlamıyla, her zaman yalnızca inananlarıyla sınırlı olmadığı gibi. Şeytan, meclislerden çok, cemaatlardan hoşlanır; büyüklük de. Otuz yıl, açıksözlülük takıntısına kapılmış insanlar arasında yaşadım çünkü açıksözlülüğü yalanın karşıtı sayıyorlar ve aynı zamanda da (her biri yazar olduğu için de), açıksözlülüğü Rousseau’dan bu yana edebiyatın ayrıcalıklı konularından biri addediyorlardı. Buna o saldırgan “İki yüzlü okur, benzerim, kardeşim…” haklılaştırmasım da ekleyelim. Çünkü söz konusu olan, herhangi bir insanı tanımak değildir: Söz konusu olan daima, bir gizi açığa vurmak, itiraf etmek’tir. Hıristiyan itirafı bağışlanmanın bedeli, kefâretin yoluydu. Yetenek bir tanrı bağışı değildir; ama işleyiş tarzı aynı derinliktedir. Stavrigin’in İtirafi’nm, gerçekte Dostoyevski’nin itirafı olduğu varsayılırsa; korkunç olay trajediye, Dostoyevski de Stavrigin’e, bir kurgu kahramanına dönüştürülmüş -kahraman sözcüğünün harika biçimde anlattığı başkalaşma- olur. Olgulan değiştirmek gereksizdir: Suçlu kurtulmuştur ama, bir yalanı kabul ettirdiği için değil, sanatın dünyası yaşamın dünyası olmadığı için.

Rousseau’nun kibirli utancı, Jean-Jacques’m acıklı utancını ortadan kaldırmaz; ama ona bir ölümsüzlük vaadi getirir. Söz konusu başkalaşma, insanın yaratabileceği en derin şeylerden biri, katlanılan bir alınyazısının, egemen olunan bir alınyazısma dönüşmesidir. “Anılar” dediğimiz itiraflara hayranımdır ama, ancak bir yere kadar etkilerler beni. Ne var ki, söz konusu olan büyük bir sanatçı ise üstümüzdeki etkisi dışında, birey analizi Valery’yle o konuşmayı yaptığımız dönemde beni çok ilgilendiren bir zihinsel çabayı besler: Komedideki kendi payını en aza indirgemek. Bu durumda söz konusu olan, bizi sarıp sarmalayan ve aslında kendimize ait olamayan romanlara özgü bir dünyası herkesçe fethedilmiş olur; öfke duyulan bu dünyanın sorgulanmasıdır; çünkü Moliere’in kahramanlarının ve yaptıklarını gelip korkmadan krala anlatan Victor Hugo’nun kahramanının – bu kahraman Akdeniz ülkelerinin siyasetinde sürekli ve boşuna bir rol oynamıştır- yerini Labiche’in kahramanlarının aldıkları komedi tiyatrosu o sorgulama üzerine kurulmuştur. Ama komediye karşı savaşmak, zaaflara karşı savaşmaya benzer; oysa açıksözlülük takıntısı, bir gizin peşine düşmek gibidir. Birey, Amlar’daki bilinen yerini, anılar İtiraflar’a dönüştüğünde almıştır. Aziz Augustinus’un anıları asla itiraflar değildir ve bir metafizik incelemesi olarak sona erer. Saint-Simon’un Amlar’ma itiraflar etiketini yapıştırmak kimsenin akima gelmez: O kendinden söz ettiğinde, bunu kendisine hayran olunması için yapar. İnsan, büyük adamlann büyük eylemlerinde ve bireylerin gizli eylemlerinde aranmıştır, (büyük eylemler çoğunlukla şiddet yüklü olduğu ve sıradan olaylar şiddeti sıradanlaştırdığı ölçüde.) XX. yüzyılın Anılar’ı iki çeşittir. Bir kısmı olaylarla ilgili tanıklıklar: Bunlar bazen General De Gaulle’ün Savaş Anıîarı’ndaki gibi, Bilgeliğin Yedi Direği’ndeki gibi, büyük bir amacın gerçekleştirilmesinin anlatılandır. Bir kısmı da, son ünlü temsilcisi Gide olan, insanı inceleme tarzında içebakış yapıtlarıdır. Ama Ulysse ve Yitik Zamanın Peşinde roman biçimindedir.

İçebakış-itirafm doğası değişmiştir; çünkü psikanalitik keşiflerin -bunların sonuçlarını tartışma konusu edenlerin de- sunduğu canavarlar karşısında, en kışkırtıcı anı yaza- nnın itirafları bile çocukça kalır. Nevroz, giz avcılığından çok daha ileriye çok daha vurguyla sürükler bizi. Stavrigin’in İtirafı Freud’un Fareli Adam’mdan çok daha az şaşırtır ve dâhice yazılmış olmasından başka değeri yoktur. Eski Mısır resimlerinden kübist tablolara kadar otoportrelerin tek kaygısının modeli taklit etme olduğuna artık kimse inanmıyorsa da; edebi portrede bu inanış hâlâ sürdürülmektedir. Yani edebi portre benzerliği kadar iyi, aykırılığı kadar benzer olacak. Hemen her zaman idealleştirmelere karşı geliştirilmiş olan gerçekçiliklerin önerdikleri tanım budur. Ama eğer eski Yunan ve Rönesans idealleştirmesi Avrupa’nın en büyük sanatlarından biri ise edebi idealleştirme benzeri olduğu varsayılan, Leonardo ve Michelangelo’yla, yalnızca trajedi kahramanları aracılığıyla akrabadır. Bununla birlikte, Joinville’in Aziz Louis’si, Bossuet’nin portreleri, yazarları onların örnek olmalarını istemiş olmalarına karşın, kuşkusuz Goncourt kardeşlerin Günlüfe’ündeki kişiler kadar değerlidirler. Önce gerçek mi? Michelet’nin oldukça kötü Napoléon yergisinin, hayranlık uyandırıcı bir övgü olan feanne d’Arc’mdan daha gerçek olduğundan kuşkuluyum. Stendhal’in “gerçek küçük olaylar”a ne kadar duyarlı olduğunu biliriz; neden büyük olaylara değil? Austerlitz’deki Napoléon’u anlatmak, onun Roma kralının yüzüne reçel sürme tuhaflığını göstermek kadar değerlidir. Ve Marengo zaferinin nedenlerinin doğası belki de, Joséphine’in onu aldatmasından farklıdır. Büyük olayları gôstèrmek, sonra zaten bilindiğinden dolayı boşverip ardından yalnızca küçük olayları anlatmak… Bir insanın gerçeğinin, her şeyden önce sakladığı şey olduğu kabul ediliyor. Kahramanlanmdan birinin “İnsan yaptığı şeydir” cümlesi bana mal edilmiştir. Kuşkusuz yalnızca bundan ibaret değildir ve kitabımdaki kahraman, “İnsan dediğin nedir? Küçük, acınacak bir gizler yığını…” diyen başka bir kahramanıma yanıt veriyordu. Dedikodu, akıl dışı olandan beklenenin ucuz bir kabartmasını verir; ve bilinçaltı psikolojisinin de yardımıyla, insanın sakladığı ve çoğunlukla acınacak olan ile kendisi hakkında bilmediği şey keyifle karıştırılır.

Ama Joinville, Aziz Louis’yle -ayrıca kendisiyle de- ilgi­ li her şeyi bildiğini ileri sürmeye kalkışmıyordu. Bossuet, belki de günahlannı dinlemiş olduğu büyük Conde’yle ilgili çok şey bilmekteydi; ölüm hakkında konuşurken, o dönemde zaaf diye adlandırılan şeyden pek az bahsediyordu. Tolstoy’dan söz ederken Gorki’nin yaptığı gibi. Gorki gençliğinde, sonradan yapıtlarının birer kahramanına dönüştürmek için insanlan gizlice izleme gereksinmesi duyardı (Balzac da öyle). Bu yüzden Tolstoy’u lyasnaya Poliyana ormanında izlemişti. “Yaşlı adam ormandaki bir açıklıkta, üstünde kendisine bakan bir kertenkele bulunan pürüzsüz bir kayanın önünde durdu. “Kalbin çarpıyor” dedi kertenkeleye. “Ortalık günlük güneşlik. Mutlusun”; ve bir an durakladıktan sonra ekledi: “Ben değilim.” Küçük bir ağaç kesmiştik; Gorkilerin evinde öğlen yemeklerinden sonra bu tuhaf alışkanlık vardı. Gorki, başında Tatar takkesiyle, Karadeniz’in uçsuz bucaksız fonu önüne yerleşmiş ve ormanında, seksenlik bir Orpheus’muşcasma onu dinleyen hayvanların önünde, eski “Rus toprağının dehası”ndan söz etmekteydi. Bu sayfalarda sık sık ratlanan toprağa yabancılaşmak ya da yeniden yeryüzüne çıkmak duygusu çoğunlukla, ölümle bir söyleşiden doğmuş gibidir. Bir kurşuna dizilme aldatmacası yaşamış olmak, ihmal edilemez bir deneyimdir. Ama bu benzersiz eyleme ilişkin kimi zaman fiziksel duyguyu ben her şeyden önce, üzerimde etkili yüzyılların büyüleyici bilincine borçluyum. Bu bilinç sanatsal çalışmalarımda daha kurnazca yansıtılıyor; çünkü her Düşsel Müze, aynı zamanda hem uygarlıkların ölümünü, hem de yapıtların yeniden canlanışını sunar.

Beni daha sonra okuyacak insanlar için yazdığıma inandım daima. Bu kitaba güvendiğim için değil; ölüme ya da insanlığın anlaşılamaz yazgısı olan tarihe takıntım yüzünden de değil; bulutlarınki gibi keyfî ve yerine başka şey koyulması olanaksız şiddetli bir sürükleniş duygusundan ötürü. Neden başkalarıyla değil de daha çok devlet başkanlanyla görüşmelerimi not etmek? Çünkü Hindu dininin son bilgelerinden de olsa Hindu bir dostla hiçbir görüşme, Nehru’nun bana, “Gandhi şöyle düşünüyordu…” de­ yişinin yaptığı gibi zamana duyarlı kılmıyor beni. Bu insanları, toprakları ve mezarları birbirine karıştmyorsam bunun nedeni, tümünün aynı biçimde, “akıp giden”i dile getiriyor olmaları. Elysée sarayındaki özel dairesinde General De Gaulle’ü son derece sıradan bir öğlen yemeğinde dinlerken, “bugün, 1960’a doğru…” diye düşünürdüm. Resmî kabul törenleri, Versailles’daki, Kremlin’deki, Habsburg sülalesinin son döneminde Viyana’daki kabul törenleri gelirdi aklıma. Lenin’in, sözlüklerin üstüne Darwinist bir Amerikalının armağan ettiği küçük tunç pithecanthropus’un yerleştirilmiş olduğu mütevazi bürosunda aklıma gelen, Tarihöncesi değil, bu kapıyı Lenin’in itmiş olduğu gündü – aşağıdaki avluda karların üstünde dansetmeye koyulup, gözlerine inanamayan Troçki’ye “Bugün Paris Komünü’nden bir gün daha fazla yaşamayı becerdik” diye haykırdığı gün. Bugün… Fransa’nın silkinerek doğruluşu karşısında olduğu gibi zavallı, pithecanthropus’un karşısında da beni büyüleyen güneşin değişen ve titreyen parıltısıyla akan nehirdi, yüzyıllardı. Boné’deki* eldivencinin tabelası önünde ölüme doğru ilk gezintimden döndüğümde, tıpkı Gramat’da kurşuna dizilecekmişim gibi bir sedye üstünde taşındığımda olduğu gibi; tıpkı kedimin bir gölgeymişçesine sıvışıvermesi karşısındaki gibi. Hindistan’da düşündüklerim, ne kadar çok kez aklıma geldi: 1938’de, 1944’te ya da 1968’de, İsa’dan Önce. “İçtenlik” insanın her zaman asli amacı değildi. Bütün büyük dinlerde insan verili, belirlidir. İtiraf uzaklaştıkça, Anılar çoğalır. Chateaubriand ölümle, belki de Tanrı’yla -ama kuşkusuz İsa’yla değil- konuşur. İnsan bir ifşanın vahyin değil de -çünkü Tanrı’yı vahyeden her peygamber, insanı ifşa eder aynı zamanda- bir araştırmanın konusu olduğunda, onun iciğini ciciğini çıkarma eğilimi artar: Anılar ya da Günlük ne kadar kalınlaşırsa, insan o kadar daha iyi bilinmiş hale gelecektir.

Ama insan, insanın derinliklerine ulaşamaz; edindiği bilgilerin uçsuz bucaksızlığmda değil; sorduğu sorularda bulur kendi imgesini. Burada bulacağınız insan, dünyanın anlamı konusunda ölümün sorduğu sorularla ilgilenen insandır. (*) Cezayirde Akdeniz kıyısında bir kasaba – ç.n. Bu anlam harap şehirlerin aksine değişmiş bir Mısır ya da Hindistan’ın karşısında olduğu kadar hiçbir yerde bu kadar yoğun sorgulamaz beni. Beyaz bayraklarla -pencerelere asılmış çarşaflar- örtülü ya da bombalarla bütünüyle yıkılmış Alman kentlerini; camileriyle, kalesiyle, uzaktaki ölüler kentiyle ve piramitleriyle, nüfusu 200.000’den 4 milyona çıkmış Kahire’yi ve şehir meydanı fark edilmeyecek derecede yıkılmış Nümberg’i gördüm. Savaş ahmaklıkla sorgular, barışsa gizemle. Ve mümkündür ki almyazısı konusunda, insan yanıtlarından çok, sorularının derinleştirilmesiyle değer kazanıyor. Roman yaratımında savaşta gerçek ya da düşsel müzelerde, kültürde, belki de tarihte temel bir muamma buldum; rasgele hatıra -rastlantı veya değil- kendi akışı içinde bir hayat yaratmıyor. Görülemez bir güneşin aydınlattığı nebulalar doğuyor ve bilinmeyen bir takımyıldızını hazırlıyor gibidir. Bunların birkaçı düşgücüne, çoğu ise kimi zaman şimşek gibi ortaya çıkan geçmiş hatıralara aittir ya da sabırla yeniden keşfetmem gerekir – yaşamımın en derin anlan bende durmaz; zaman zaman pençelerine alır beni, zaman zaman kaçıp giderler. Önemli değil. Bilinmeyenin karşısında, düşlerimizin bazılan, en az anılanmız kadar anlamlıdırlar. O nedenle, geçmişte kurguya dönüştürdüğüm bazı anlan burada yeniden ele alıyorum.

Çoğunlukla karmakanşık bağlarla anıya bağlı olan bu anlar, olduklan halleriyle ve çok daha sarsıcı biçimde gelecekten de geliyor olabilirler. Altenburgun Cevizağaçlarimn değiştirilmişi olan bundan sonraki bölüm, Gestapo’nun yeniden yazmamı gerektirecek kadar çok sayfasını yok ettiği bir romanın başlangıcıdır. Melekle Mücadele idi adı ve başka nasıl başlardım ki? Oradaki intihar babamın intihandır; o büyükbaba benim büyükbabamdır, kuşkusuz aile folkloru tarafından değiştirilmiş biçimiyle. “Büyük Yol” adlı romanımın kahramanının büyükbabasını yaratmak için -her şeyden önce de yaşlı bir Viking gibi ölümünün- benzer yanlannı almış olduğum bir armatördü büyükbabam. Neredeyse tamamı denizde yok olan filosundan çok, fıçıcı ustası belgesiyle kıvanç duyardı, gençliğinin törelerini devam ettirirdi ve gelenek uyannca son teknesinin pruvasındaki oymayı simgesel olarak koparırken, iki yanı keskin bir baltayla kendi kafasını yarmıştı. Almanların ilk gaz saldırısı Vistül kıyılarında vuku, bulduğunda Dunkerqueli bu Flamand Alsacelı oldu. Bu saldırı 1914’te Alman ordusuna hizmet etmiş bir roman kahramanı empoze etti. Romanda, büyük çam tomrukları arasından palyaçoların geçtiği o hangarlar, yelkenlerin asılıp kurutulduğu hangarlardır; denizin yerini de orman aldı. Alsace’la ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Strasbourg’da, Napoléon IlI’ün sarı boyalı kışlalarında beş-altı hafta süvari birliğinde hizmet etmiştim ve ormanlarım, Sainte-Odile ya da Yukarı Königsberg’deki ormanların puslu anısından doğdu; roman kahramanlarımın soyadları Berger; çünkü bu ad, telaffuz edilişine göre Fransızca ya da Almanca’dır. Ama iki yıl boyunca da benim adım oldu: Direniş’teki dostlarım bu kod adıyla anıyorlardı beni ve öyle de kaldı. Alsacelılar tarafından Alsace-Lorraine tugayına komuta etmeye çağrılmıştım ve ikinci eşimin Brive’deki Alsace-Lorraine caddesindeki bir klinikte ölümünden birkaç gün sonra, Dannemarie’de çarpıştım. Üçüncü eşim de Toulouse’daki Alsace-Lorraine sokağında otururdu. Fransa’da bu adı taşıyan pek çok cadde vardır. Ayrıca Colmar yakınında Riquewihr’de yeniden evlendim.

Victor Hugo’nun Marion Delorme’u Juliette Drouet’yle tanışmadan yazmış olduğunu söylememe gerek yok, herkes bilir. Ama Victor Hugo’ya Marion’u yazdıran şey onu Juliette Drouet’nin yaşamına, daha duyarlı kılmış ve Hugo aktris metresi olan biri haline getirmemiştir kuşkusuz. Ancak bu kadar çok önseziye dayalı yaratım, T.E. Lawrence’in doğruladığı üzre, “gündüz düşleri görenler”deki düş virüsünün eylemi de harekete geçirdiği fikriyle açıklanabilir mi? Ya eylem yok da, sadece Claudel’in içsıkmtısı içinde derlediği ve Baudelaire ile Verlaine’in felaketlerini haber verdikleri şu kehaneti andıran dizeler varsa: “Ruhum korkunç deniz kazalarına doğru yelken açıyor…” General De Gaulle’le birlikte Mame savaş alanındaki mezarını görmeye gittiğim Péguy’yi düşünüyorum… “Ne mutlu haklı bir savaşta ölenlere!.” Rusya’dan dönüşünde, “Çıkınının dibinde yalnızca on yıl kaldığını” yazan ve bu kehaneti yalnızca bir ay farkla gerçekleşen Diderot’yu da. 1945 Mart’ında, “Ne zaman ölmek isterdiniz?” sorusuna “Bir Paskalya günü” yanıtı veren ve 1955’te Paskalya günü ölen rahip Teilhard Chardin’i düşünüyorum. Bir kaza sonucu ölmesinden on yıl önce şunları yazan Albert Camus’yü de düşünüyorum: “Gün boyunca kuşların uçuşu hep amaçsızmış gibi gelse de, akşam hep, bir hedef bulmuşa benzerler. Bir şeye doğru uçarlar, işte belki bunun gibi, yaşamın akşamı indiğinde de…” “Yaşamın akşamı” diye bir şey gerçekten var mı acaba? Sainte-Odile’i Almanlardan geri alan Alsace-Lorraine tugayı idi ve Haut Königsberg’in bodrumlarında, Grünewald’m mihrap arkalığını albay Berger buldu… Bu satırları yazdığım teknenin adı Le Cambodge; Küçümseme Zamanı (Temps du mépris) adlı kitabımın kahramanının kaçışı sırasında çektiği diş ağrısı, yedi yıl sonra kendi kaçışım sırasında ayağıma çok küçük gelen ayakkabılardan ötürü çektiğim ağnlara benzer. Kimsenin ilgilenmediği sıralarda, çok şey yazdım işkence üstüne; ve kıl payı atlattım kendim de işkence görmeyi. Hemingway, kendinden yaşlı bir kadına âşık delikanlıdan, kendinden genç bir kadına âşık bir erkeğe doğru gidip, -kimbilir ne kadar çok iktidarsızlık ve intihardan geçerek- bir genç kıza âşık altmışlık albayla biten eğri boyunca, hep almyazısını önceden haber verip durmuştur. Ya Chambert? Ya Maupassant? Ya Balzac? Nietzsche, Neşeli Bilgenin son satırını – “Trajedi burada başlıyor.”- Lou Salomé’yle karşılaşmasından birkaç ay önce yazmıştı. -Ya Zerdüşt. Lou Salomé’yle ben de karşılaştım bir gün.

Torba gibi giysili yaşlı bir kadındı o sırada. “Çay mı, porto mu?” diye soran Mme Daniel Halévy’ye, “Bunlarla uğraşmak için gelmedim buraya!” demişti az önce. Salonun bir köşesinde başbaşa kaldık ve Nietzsche’yle ilgili kitabıyla, daha sonra da Nietzsche’yle ilgili sorular sordum ona; harika gözlerindeki bakış dalıp giderek ve Amerikalı bir dişçinin elinden çıkma çenesini ileri çıkararak şöyle yanıt verdi bana: “Onu hani şu Como gölünün yukarısındaki yolda öpüp öpmediğimi anımsamak isterdim doğrusu…” Sıradan bir insanda ilgimi çeken, insanlık durumudur; büyük bir adamda, büyüklüğünün doğası ve araçları, bir azizde ise, kutsallığının niteliğidir. Ve dünyayla özel bir ilişkiden çok şahsi bir karakteri ifade eden birkaç çizgi. Şöyle demişti Nietzsche: “bana psikolojiyle ilgili birkaç şey öğreten iki kişi var. Stendhal ve Dostoyevski.” Dostoyevski, tamam! Bir aşağılama tufanı, Rousseau’nun bu yüce mirasçısı, allak bullak etmek zorundaydı çağının en büyük akıldışıcısım. (Yolcu ve Gölgesini yazan adamın son kitabına o ahmak kızkardeşi Güç İstemi diye uyduruk bir ad vermeseydi, olduğundan ne kadar daha iyi olurdu Nietzsche.) Ama Stendhal? Onun psikolojisine, “kristaller gibi kesin ve saydam bir zekâ”dan başka bir ad verilebilir mi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir