Andre Maurois – Iklimler

Birdenbire gidişim sizi şaşırtmış olmalı. Özür dilerim, ama pişman değilim. Birkaç gündür içimde Tristan’ın yüce alevleri gibi yükselen şu iç müziğin kasırgasını siz de işitir misiniz, bilmem. Ah! daha iki gün önce ormanda, beni ak giysinize doğru atan fırtınaya kendimi kapıp koyvermeyi öyle isterdim ki! Ama aşktan korkuyorum, Isabelle, bir de kendimden korkuyorum. Yaşamım konusunda Renée ve daha başkaları size neler anlattılar, bilmem. Bunu biz de konuşmuştuk bazı bazı; size gerçeği söylememiştim. Daha mutlu olmasını istediğimiz bir geçmişi yadsıyarak onu yeni karşılaştığımız insanlar için değiştirebileceğimizi ummamız bu insanların çekiciliğinden ileri gelir. Bizim dostluğumuz gereğinden fazla pohpohlayıcı açılmalar dönemini geride bıraktı artık. Kadınlar bedenlerini nasıl verirlerse, erkekler de ruhlarını öyle verirler: Bölge bölge, en açıktan en gizliye doğru. Ben en gizli birliklerimi birbiri ardında savaşa saldım. Son siperlerinde sıkıştırılan anılarım teslim olup gün ışığına çıkacak. İşte sizden uzakta, çocukluğumu geçirdiğim odadayım. Duvarda, annemin yirmi yıldır “ilk torunum için” diyerek sakladığı kitaplarla dolu bir raf. Çocuklarım olacak mı? Şu mürekkep lekeleriyle dolu, kalın, kırmızı kitap benim emektar Yunanca sözlüğüm, şu yaldız ciltli kitaplar, okulda kazandığım armağanlar. Size her şeyi söylemek isterdim, Isabelle, o sevecen çocuktan alaycı delikanlıya, yaralı, mutsuz adama gelinceye dek her şeyi.


Her şeyi söylemek isterdim size, saflıkla, doğrulukla, alçakgönüllülükle söylemek isterdim. Bu öyküyü yazıp bitirirsem, size gösterme cesaretini bulamayacağım belki de. Ne yapalım. Yalnız kendim için bile olsa, yaşamımın bir bilançosunu çıkarmamda yarar var. Anımsar mısınız, bir akşam Saint-Germain’den dönerken, Gandumas’yı anlatmıştım size. Güzel ve hüzünlü bir yerdir. Oldukça sarp bir boğazın dibinde kurulmuş olan fabrikalarımızın arasından bir sel geçer. Limoges bölgesinde çok rastlanan şu on altıncı yüzyıldan kalma şatolardan biri olan evimiz fundalıklarla kaplı bir çorak alana bakar. Daha küçük yaşta, Marcenat adını taşıdığımı ve bu bölgenin ailemizin egemenliği altında olduğunu öğrenince bir gurur duygusuyla dolmuştu içim. Annemin babası için bir laboratuvardan başka bir şey olmayan küçücük bir kâğıt yapımevini babam uçsuz bucaksız bir fabrikaya dönüştürmüştü. Ortakçılıkla yönetilen çiftlikleri almış, kendisinden önce neredeyse hiç ekilmeyen Gandumas’yı örnek bir toprak durumuna getirmişti. Bütün çocukluğum boyunca, yapılar yapıldığını, sel yatağı boyunca kocaman kâğıt hamuru hangarının uzandığını gördüm. Annemin ailesi Limoges’luydu. Dedemin babası notermiş, Gandumas şatosunu ulus malı olarak satıldığı zaman almış. Lorrain’li bir mühendis olan babam, ancak evlendikten sonra yerleşmiş buraya.

Kardeşlerinden birini, Pierre amcayı da buraya getirtmiş. O da komşu bir köyde, Chardeuil’de otururdu. Pazar günleri, yağmur yağmadığı zamanlarda, ailelerimiz Saint-Yrieix göllerinde buluşurlardı. Arabayla giderdik buraya. Büyüklerimin karşısında, dar ve sert bir peykede otururdum. Atın tek düze koşusu uykumu getirirdi; oyalanmak için gölgesini seyrederdim: Köy duvarlarının, yolun eğimlerinin üzerinde kıvrılır, ilerler, bizi geçer, sonra, dönemeçte, gene arkamızda kalırdı. Bazı bazı, aklımda pazar düşüncesine bağlı olarak bir çan sesi gibi hâlâ duran bir fışkı kokusu bizi bir bulut gibi sarar, kocaman sinekler gelip üstüme konardı. Hepsinden çok yokuşlardan nefret ederdim; at o zaman yürüyerek gitmeye başlar, emektar arabacı Thomasson dilini ve kamçısını şaklatırken, araba, yokuşu katlanılmaz bir ağırlıkla çıkardı. Pierre amcamı, karısını ve biricik kızları Renée’yi handa bulurduk. Annem bize tereyağlı ekmekler verir, babam da “Gidin, oynayın,” derdi. Ağaçların altında, küçücük göllerin kıyısında dolaşırdık Renée’yle, her birimiz kendi başımıza çam kozalakları, kestaneler toplardık. Dönüşte Renée de bizimle gelirdi, o da oturabilsin diye, arabacı peykenin kenarlarını indirirdi. Annemle babam yolda konuşmazlardı. Kalabalık içinde bir duygu açıklandı mı hemen acı çeker gibi görünen babamın aşırı utangaçlığı her türlü konuşmayı zorlaştırırdı. Yemekte, annem eğitimimiz, fabrika, amcalarımız ya da Paris’te oturan Cora teyzemiz konusunda bir şey söyledi mi babam kaygılı bir deviniyle, tabakları değiştiren hizmetçiyi gösterirdi.

Annem de susardı. Babamla amcam birbirlerine bir serzenişte bulunacak oldular mı bunu ulaştırmakla hep eşlerini görevlendirdiklerini, üstelik şaşırtıcı önlemler aldıklarını daha küçük yaşta farketmiştim. Babamın içli dışlılıktan nefret ettiğini de gene çok küçükken öğrendim. Tüm beylik duyguların gerçek olduğu, ana babaların çocuklarını, çocukların ana babalarını, kocaların karılarını sevdikleri kabul edilmişti bizde. Marcenat’lar dünyayı yakışıksız kaçan hiçbir yanı bulunmayan bir yeryüzü cenneti gibi görmek isterlerdi. Bu da, öyle sanıyorum ki, iki yüzlülükten çok, temiz yüreklilik belirtisiydi. II Gandumas’nın güneşli çimenliği. Daha aşağılarda, ovada, Chardeuil köyü, titrek bir sıcaklık sisiyle perdeli. Yarı beline dek bir çukura, kum yığınının yanında, kendi eliyle açtığı çukura girmiş bir küçük oğlan, çevresindeki uçsuz bucaksız görünüm içinde, görünmez bir düşmanın gelmesini bekliyor. Bu oyunu benim gözde kitabım, Danrit’nin Guerre en Forteresse’i esinlemişti. Açtığım avcı çukurunda, er Mitour’dum, uğrunda canımı seve seve verebileceğim yaşlı bir albay komutasında, Liouville kalesini savunuyordum. Bu çocuk duygularını kâğıda geçirdiğim için özür dilerim, ama tutkulu bir bağlılık gereksiniminin ilk belirtisi olarak görürüm ben bunu. Bu gereksinim sonraları çok farklı nesnelere yöneldiyse de yaratılışımın başat öğelerinden biri olarak kaldı. Çocukluğumun belleğimde hâlâ bulabildiğim bu ufacık parçasını inceledikçe, bu özveri isteğinde daha o zamandan biraz da şehvetimsi bir şeyler bulunduğunu sezerim. Ayrıca, oyunum çabuk değişmişti.

Yılbaşında verdikleri bir başka kitapta, Petits Soldats Russes’te, bir ordu kurmaya karar veren, kraliçe olarak da üniversiteli bir kızı seçen bir liseliler çetesinin öyküsünü okumuştum. Ania Sokoloff’tu kraliçenin adı. “Güzel mi güzel, ince, zarif ve becerikli bir genç kızdı.” Askerlerin kraliçeye yeminleri, onun hoşuna gitmek için yaptıkları işler ve ödülleri olan gülümseme çok hoşuma giderdi. Bu öyküden neden bu denli hoşlandığımı bilmezdim, ama böyleydi, severdim işte, size sık sık anlattığım kadın imgesini bende biçimlendiren şey de buydu kuşkusuz. Gandumas’nın çimenleri üzerinde onunla yan yana yürürken görüyorum kendimi, o bana hüzünlü ve güzel şeyler söylüyor. Ne zaman bilmiyorum, Amazon de-meye başladım ona, ama ondan aldığım hazza her zaman bir gözüpeklik, bir tehlike düşüncesi karıştığını iyi biliyorum. Anneme Lancelot du Lac’ın, Don Kişot’un öykülerini okumayı da çok severdim. Dulcinea’mın çirkin olabileceğine inanamazdım, onu dilediğim gibi düşleyebilmek için, kitabımdaki resmini koparmıştım. Amcamın kızı Renée benden iki yaş küçüktü, ama uzun zaman ders arkadaşım oldu. Sonra, on üç yaşıma girince, babam beni Limoges’daki Gay-Lussac lisesine verdi. Bir akrabamızda kalıyordum o zaman, eve ancak pazardan pazara gelmeye başladım. Lise yaşamını çok seviyordum. Çalışma, okuma zevki babamdan geçmişti bana; iyi bir öğrenciydim. Marcenatlar’ın gururu ve çekingenliği yükseliyordu içimde, parlak gözleri ya da kalkık kaşları gibi, bunlar da kaçınılmaz şeylerdi.

Gururumu dengeleyen tek şey, hâlâ bağlı kaldığım kraliçenin imgesiydi. Geceleri, uyumadan önce, kendi kendime masallar anlatırdım, hepsinin de kadın kahramanı Amazon’um olurdu. Bir de adı vardı şimdi, Hélène’di, öyle ya, Homeros’un Hélène’ini severdim, bu serüvenin sorumlusu da ikinci sınıf öğretmenim M. Bailly idi. Görünüşte çok daha önemli olan kimi imgeler çabucak gölgelenip silinir de kimileri neden ilk göründükleri andaki oranda belirli kalır hep? Şu sırada, çok güzel ayarlanmış bir iç perdeye M. Bailly’nin o ağır yürüyüşüyle sınıfa girişini yansıtıyorum; çoban gocuğunu bir askıya asıyor, “Güzel bir konu buldum size: Stésichore’un Palinodie’si…” diyor. Evet, olduğu gibi gözlerimin önüne geliyor M. Bailly. Kalın, sık bir bıyığı, alabros kesilmiş saçları, hiç kuşkusuz mutsuz tutkuların derin izlerini taşıyan bir yüzü var. Çantasından bir kâğıt çıkarıp “Yazın,” diyor: “Ozan Stésichore, Yunanlıların başına açtığı dertler nedeniyle şiirlerinde Hélène’i lanetleyince, Venüs gözlerini kör ediyor, ozan kusurunu anlayarak bir palinodie yazar, güzelliği söndürdüğü için pişman olduğunu anlatır. Ah! O sabahki sekiz sayfamı yeniden okumayı ne çok isterdim! İç yaşamla yazılı sözlerin bu kusursuz bağdaşımını hiçbir zaman bulamadım bir daha; evet, Odile’e yazdığım birkaç mektupla daha geçen hafta size yazıp da yollamadığım bir mektubu saymazsak, hiçbir zaman. Kendimizi güzelliğe kurban etme konusu benliğimde öyle derin titreşimler uyandırıyordu ki, daha çok genç olmama karşın, tüylerimin ürperdiğini duyuyordum. Çetin yeryüzü yaşamımda Stésichore’un palinodie’sini bir gün de kendim yazacağımı, yazmak için ne çok nedenim olacağını önceden sezmişçesine, tam iki saat boyunca, nerdeyse acılı bir istekle çalışmıştım. Ama coşkumun içimde ve tümden gizli kaldığını söylemezsem, size on beş yaşındaki bir liselinin ruhunun ne olduğu konusunda çok yanlış bir fikir vermiş olurum. Arkadaşlarımla kadınlar ve aşk konusundaki konuşmalarım alaylıydı.

Kimi dostlarım deneyimlerini teknik ve kaba ayrıntılarla anlatırlardı. Ben Hélène’imi evlerinde kaldığım akrabaların dostu olan Limoges’lu bir genç kadında cisimleştirmiştim. Adı Denise Aubry’ydi, güzeldi, uçarı bir kadın olarak tanınırdı. Önümde sevgilileri olduğunu söylediler mi Don Kişot’u, Lancelot’yu düşünürdüm, karaçalıcılara mızraklarla saldırmak isterdim. Madam Aubry’nin akşam yemeğine geldiği günlerde, içimde mutluluk ve korku birbirine karışırdı, deliye dönerdim, Onun önünde, bütün söylediklerimi saçma bulurdum. Zararsız ve iyi niyetli bir porselen üreticisi olan kocasından nefret ederdim. Liseden dönerken, sokakta onunla karşılaşacağımı umardım hep. Öğle üzerleri, sık sık, katedralin karşısındaki Porte-Tourny sokağına, çiçek ya da pasta almaya gittiğini farketmiştim. O saatte, çiçekçi ile pastacı arasında, kaldırımda bulunacak biçimde ayarlardım işlerimi. Birçok kez, okul çantam koltuğumun altında, kapısına kadar kendisiyle gelmeme izin vermişti. Yaz gelince, onu teniste daha kolay gördüm. Bir akşam, hava çok güzel olduğundan, birkaç genç çift akşam yemeğini burada yemeye karar verdi. Kendisini sevdiğimi çok iyi bilen Madam Aubry benim de kalmamı istedi. Yemek keyifli geçti. Karanlık çöktü; çimenler üzerine, Denise’in ayakları dibine uzanmıştım; elim topuğuna rastladı, usulca avcuma aldım, bir şey demedi.

Arkamızda yaban yaseminleri vardı, keskin kokularını hâlâ duyarım. Dallar arasından yıldızlar görünüyordu. Eksiksiz bir mutluluk anı yaşadım. Gece iyiden iyiye kararınca, yirmi yedi yaşında bir gencin, Limoges’da akıllılığıyla ünlü bir avukatın Denise’e doğru sürünerek yaklaştığını farkettim, alçak sesle konuşmalarını da ister istemez dinledim. Adam Paris’e, verdiği adrese gelmesini söyledi; o da “Susun,” diye fısıldadı, ama anladım ki, gidecekti. Topuğunu bırakmadım, o da ses çıkarmadı, mutlu, ilgisizdi; ama kırılmıştım, kadınlara karşı yabanıl bir horgörüyle doldu içim. Şu sırada, okuduklarımı not ettiğim küçük öğrenci defteri duruyor masamın üstünde. “26 Haziran” demişim, bir “D” harfini küçük bir daireyle çevirmişim. Altına da Barres’in bir tümcesini geçirmişim: “Kadınlara fazla önem vermemeli, ama onlara baktıkça heyecanlanmalı, böylesine ufak şeyler için böylesine hoş bir duygu duyabildiğimiz için kendimize hayran olmalıyız.” Bütün bu yaz süresince genç kızların ardından koştum. Ağaçlı, karanlık yollarda bellerinden tutulabileceğini, öpülebileceklerini, bedenleriyle oynanabileceğini öğrendim. Denise Aubry öyküsü beni romansılıktan kurtarmış gibiydi. Bir çapkınlık yöntemi edinmiştim, bu yöntem içimi hem gurur, hem de umutsuzlukla dolduran bir şaşmazlıkla başarıya ulaşıyordu. III Ertesi yıl, uzun zamandır il genel meclisi üyesi olan babam, Haute-Vienne senatörlüğüne getirildi. Yaşama biçimimiz değişti.

Bir Paris lisesinde yazın kolunu bitirdim. Gandumas bizim için bir yazlıktan başka bir şey değildi artık. Hukuk Fakültesine girmem, bir meslek seçmeden önce de askerliğimi yapmam kararlaştırıldı. Tatilde Madam Aubry’yi yeniden gördüm: Limoges’daki akrabalarımızla Gandumas’ya gelmişti; onlarla bize gelmeyi kendisinin önerdiğini anlar gibi oldum. Ona bahçeyi gezdirmeyi önerdim, onu “gözlemevi” diye adlandırdığım ve kendisini sevdiğim sıralarda, bulanık bir düş içinde koca pazarlarımı geçirdiğim bir küçük yapıya doğru götürmekten büyük bir haz duydum. Dibinde köpüklerle, fabrikanın hafif dumanlarıyla çevrili taşlar görünen, derin, ağaçlık boğaza hayran kaldı. Kalkıp da işçilerin uzak devinimlerini daha iyi görmek için eğildiği zaman, elimi omzuna koydum. Gülümsedi. Öpmeye çalıştım; usulca itti beni, ama pek de sert bir biçimde itmedi. Ona ekimde Paris’e döneceğimi, küçük bir dairem olacağını, burada kendisini bekleyeceğimi söyledim. “Bilmem ki, zor iş,” diye mırıldandı. 1906-1907 kışında kullandığım cep defterinde, D. ile randevular var bir sürü. Denise Aubry beni düş kırıklığına uğratmıştı. Haksızdım.

Çekici bir kadındı, ama ben, neden bilmem, hem bir sevgili, hem bir okuma arkadaşı olsun istiyordum. Beni görmek, bir de giysi ve şapkalarını prova etmek için geliyordu Paris’e. Bu da bende büyük bir horgörü uyandırıyordu. Kitaplar içinde yaşıyordum ben, başkalarının benden farklı olmasını anlayamıyordum. Sık sık sözünü ettiğim Gide’i, Barres’i, Claudel’i istedi benden; sonra bu yazarlar konusunda söyledikleri beni üzdü. Güzel bir bedeni vardı; Limoges’a dönmesiyle onu korkunç arzulamaya başlamam bir oluyordu. En gözde arkadaşlarım André Halff’la Bertrand ve Jussac’tı. Andre Halff akıllı, ama biraz alıngan bir Yahudi genciydi. Hukuk Fakültesi’nde tanışmıştık. Bertrand Limoges’dan arkadaşımdı, şimdi SaintCyr’e girmişti, pazar günleri Paris’e gelip bende kalıyordu. Halff’la, Bertrand’la bir arada oldum mu daha derin bir içtenlik katmanına gömülüyormuşum gibi geliyordu bana. Yüzeydeki, annemin babamın Philippe’iydi, beylik birkaç Marcenat özelliğinden, birkaç zayıf dirençten oluşmuş, basit bir yaratıktı; sonra Denise Aubry’nin Philippe’i geliyordu, şehvetli, zaman zaman sevecen, tepkilerinde kabaydı; sonra Bertrand’ın Philippe’i geliyordu, gözüpek, duygulu; sonra Halff’ın Philippe’i, açık, sert. Bunun aşağısında bir başka Philippe daha olduğunu da biliyordum, bütün saydıklarımdan daha gerçekti, kendisiyle birleşebilsem, yalnız o mutluluğa eriştirebilirdi beni, ama onu tanımaya çalıştığım bile yoktu. Varenne sokağında, bahçe içinde küçük bir ev kiralayıp o zamanki ağırbaşlı beğenime göre döşediğim odadan söz etmiş miydim size? Çıplak duvarlara Pascal ile Beethoven’in birer maskını asmıştım. Serüvenlerimin garip tanıkları.

Yatak olarak kullandığım sedir, külrengi, kaba bir bezle örtülüydü. Şöminenin üzerinde bir Spinoza, bir Montaigne ve birkaç bilim kitabı vardı. Şaşırtmak isteği mi, yoksa gerçek düşünce aşkı mı? Her iki duygunun karışımı bence, çalışkan ve insandışıydım. Denise kaç kez odamın tüylerini ürperttiğini, gene de onu sevdiğini sık sık söyledi bana. Benden önce birçok sevgilisi olmuş, onları her zaman buyruğu altına almıştı. Bana bağlanıyordu. Sizin için alçakgönüllülükle belirtiyorum bunu. Yaşam hepimize aşkta alçakgönüllülüğün kolay olduğunu öğretir. Bazı bazı en nasipsizler beğenilir; en çekiciler başarısızlığa uğrar. Denise’in bana benim kendisine bağlandığımdan daha çok bağlandığını söylüyorum ya bunun tam tersi, üstelik yaşamımda çok daha önemli olan dönemleri de ileride aynı içtenlikle anlatacağım. Sözünü ettiğimiz dönemde, yani yirmi ve yirmi üç yaşlarım arasında, sevildim ya kendim fazla sevmedim. Gerçekte, aşkın ne olduğu konusunda hiçbir şey bilmiyordum. Aşktan acı çekilebileceği düşüncesi katlanılmaz bir romantizm gibi geliyordu bana. Zavallı Denise, bunalımlar içinde üzerime eğilerek kendisi için sımsıkı kapalı olan bu alından bir anlam çıkarmaya çalışarak sedirin üzerinde uzanışı hâlâ gözlerimin önündedir. “Aşk mı?” diyordum.

“Neymiş bu aşk dedikleri?” “Bilmiyor musunuz ne olduğunu? Öğrenirsiniz… Siz de bir gün düşersiniz ağına.” “Düşersiniz” sözcüğü dikkatimi çekiyordu, bayağı buluyordum. Denise’in sözcüklerinden hoşlanmıyordum. Juliette gibi, Clelia Conti gibi konuşmuyor diye kızıyordum ona. Denise’in ruhu karşısında iyi biçilmemiş bir giysi önünde yapılan sinirli devinimlerde bulunuyordum. Bir geriye çekiyordum, bir ileriye, olanaksız bir dengeyi bulmaya çalışıyordum. O sıralarda Limoges’da akıllı bir kadın olarak tanındığını ve benim çabalarımın bu ilin en zor erkeklerinden birini fethetmesine yardımcı olduğunu sonradan öğrendim. Erkeklerin beğenileri, yaşamlarından gelip geçmiş kadınların bulanık, birbirine karışmış imgelerini sakladığı gibi, kadınların kafası da kendilerini sevmiş olan erkeklerin birbiri ardından getirdiği tortulardan oluşmuştur, çoğu zaman, bir kadının bize çektirdiği korkunç acılar, başka birinde uyandırdığımız aşkın dolaylı yıkımının nedeni olur. M. ise Mary Graham’dı, gözleri gizemle perdelenmiş, ufak tefek bir İngiliz kızıydı, Cora teyzede tanımıştım onu. Öykümün sonraki bölümlerinde arada sırada, ama oldukça önemli bir rol oynayacağına göre, size bu teyzeden de söz açmam gerekiyor. Annemin kız kardeşlerindendi. Bir bankerle, Baron Choin’Ia evlenmişti, neden bilmem, evine elden geldiğince fazla bakan, elçi, general çekmek gibi bir tutkusu vardı her zaman. Oldukça tanınmış bir politikacının sevgilisi olarak ilk çevreyi oluşturmuştu. Sonra, bu başarıyı hayranlık verici bir yöntem ve direnmeyle kullanarak utkuyu hak etmişti.

Her akşam, saat altıdan başlayarak Marceau caddesinde olur ve her salı, yirmi dört kişilik bir akşam yemeği verirdi. Cora teyzenin akşam şölenleri Limoges’lu ailemizin ender şaka konularından biriydi. Babam bu yemeklerin hiç atlanmadığını savunurdu, sanırım haklıydı da. Yazın akşam yemekleri Trouville’deki köşkte verilirdi. Annem anlatırdı: Eniştemin ölüm döşeğinde olduğunu bildiğinden (mide kanserine tutulmuştu), kardeşine yardım etmek için Paris’in yolunu tutmuş, bir salı akşamı gelmiş, teyzemi sofrayı hazırlarken bulmuştu. “Peki, Adrien?” diye sormuştu. “Çok iyi,” demişti Cora teyze, “durumunun elverdiğince iyi; ancak sofrada yiyemeyecek yemeğini.” Ertesi gün, sabahın yedisinde, bir uşak anneme telefon etmişti: “Baronesleri, Madam Marcenat’ya baronlarının bu gece birdenbire öldüğünü üzüntüyle bildiriyor.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir