Paul Heyse – Andrea Delfin

Storm, Keller, Hebbel gibi tanınmış bir öykü ustası olan Paul Heyse, 15 Mart 1830’da Berlin’de doğdu. Ünlüsözlükçü ve filolog K. Heyse’nin oğludur. 17 yaşında üni versiteyi bitirip klasik filoloji ve Roma filolojisi doktoru oldu. Zengin, görgülü bir ailenin çocuğuydu. Ç ocukluğu, gençliği kibar, soylu çevrelerde geçti. 1854’te Geibel, onu “Alman şiir göğünde doğan bir yıldız” diye selamladı. Yine Geibel’in önerisiyle kral tara fından Münih’e çağrıldı. Münih’te Gardon’daki villası gü nün belli başlı kişilerinin geldikleri bir yazın lokaliydi. Heyse burada bir Romalı gibi zengin ve tasasız bir ömür sürdü. Paul Heyse pek çok sanat adamının yaşamında görül düğü gibi gençlik yıllarının verdiği coşkuyla işe şiirle baş lamış, dizeli öyküler yazmış, bunlardan dizeli tragedyaya geçmiş, sonra işi öyküye dökmüştür. I ̇lk yapıtı “Jungbrunnen”i (Masallar) 19 yaşındayken yayınlamış, bir yıl sonra da ateşli bir şehvetle dolu, müt hiş bir tutkuyu anlatan “Francesca da Rimini” tragedyası nı bastırmıştır. Bu arada yazdığı yapıtların belli başlıları “Melcager”, “Kıbrıs Gelini”, “Thekla Destanları”, “Marg herita Spoletina”, “Furie”, “Michelangelo Buanarroti”dir. Heyse asıl ününü ilk yapıtlarının çıkışından tam yir mi beş yıl sonra, 1885’te, bir araya topladığı öyküleriyle, özellikle de bu arada çıkan “L’arrabiata” öyküsüyle kazan mıştır. Yabanıl, hoyrat, inatçı bir yaradılışa aşkın nasıl üs tün çıktığını anlatan bu öykü, basitliğiyle insana dokunan bir balıkçı öyküsüdür.


Paul Heyse I ̇talya’yı çok yakından tanır. 1851 ‘de I ̇tal ya’ya gitmiş, bu ülke onun için, bir aşk ülkesi oluvermiş tir. Konularını bu sihirli yerden alan öyküleri yalnızca ödünç alınmış giysilere benzemez. O, I ̇talya’yı da, I ̇talyan ları da, sanki orada doğup büyümüş bir adam gibi, avcu- nun içi gibi bilir. I ̇talyan ruhundaki geçici tutkuyu, may mun iştahlılığı görüp sezmiştir. “Andrea Delfin”, “Trevisolu Nakışçı Kız”, “Anima”, “Trappili Genç Kız”, “Don- na Lionardo”, “Talconieri Villası” I ̇talya’da geçen öyküle rin en güzelleridir. Bunlarda yerel rengi ve yaşayışı, gele nek ve görenekleri ustaca canlandırmış, duygularını kam çılayarak zengin ve yaşlı kadınlar arasında aranır bir sanat adamı olmuştur. Heyse’nin öykülerinde eksik olmayan kös- nü, zevk düşkünlüğü ve tutku, onu soylular ve zengin kent soylu çevrelerinde tanıtmıştı. Heyse yalmzca güzelliği be timlemiştir. I ̇nsan onun öykülerini okurken, çirkinliği, has talığı, toplumun büyük, acı sorunlarını nerdeyse unutur. Her şey tozpembedir, her şey söylencesel bir güzelliğe bü rünmüştür. Güzellik dünyası, italya’ya ilişkin yapıtlarını süslemekte ve zenginleştirmekte çok işine yaramıştır. Hey se asla genel konulara yaklaşmamış, bütün çabasını saf, te miz, duru bir güzellik çevresinde toplamış, hep özel, ku raldışı, olağanüstüşeyler, yalmzca türü kişiliğine özgü du rumlar onu harekete getirmiştir. Heyse kendini tutkuya kaptıran, bu yüzden ölüme, yı kıma sürüklenen kuraldışı kadın tipleri bulmakta çok us tadır. Bu yaşlı kadınlar yaşamlarının seyrini değiştiren, on ları perişan eden karasevdalara tutulur, karamsarlığa kapı lır, hoşnutsuzluk duyarlar ve sonra da çeke çeke ölür gi derler.

I ̇nceden inceye düşünerek, hesaplayarak kurduğu, gerçek yaşamdan pek az esinlendiği, hele erotik sorunları yalnızca kendine özgü bir incelikle betimlediği böyle du rumlarda Heyse rakipsizdir. Gerçi küçüklü büyüklü elliye yakın öyküsünden bir kaçında gerçek yaşamın rengini, tonunu vermeye çalışmış, inşam incelikliliğe, heyecana sürükleyen yazgılar, tutkular betimlemiştir. Ama bunlardaki ustalığı çok su götürür. Zaten gerçeğin olduğu gibi betimlenmesi, anlatılma sı Heyse’ye göre sanatın yedi büyük günahından biridir. Sa nat onda yapay bir şeydir. Olayı olduğu gibi göstermek, sa nat değildir. XIX. yüzyılın Alman yazınını doğru tanımak isteyen kimse, Hebbel, Keller, Storm gibi yazarların yanı başında Paul Heyse’yi de unutmamalıdır. Ama Heyse gün geçtik çe unutulmakta, belleklerden silinip gitmektedir. Ç ünkü onda, her şeye karşın, gerçek sanat yeteneği yoktur. Ama buna karşın bir zamanlar yazınsal gücü herkesi büyülemiş, gözleri kamaştırmışım Ç ok ender olarak yürekleri içten sıkabilmiştir. Yapıtlarının bu dağınık etkisini bugün çok da ha iyi görüyoruz. Bu etki, Heyse’nin düşüncelerini, duy gularını içten duymayışından, yalnızca görünüşten alma sından ileri geliyor. Yaşamın derin yanlan, çirkinler, kötü ler, sakatlar, açlar, umarsızlar, yoksullar onun sanat dün yasında yer almamıştır. O yalnızca yüksek sınıftan insanlarin iç çatışmalarını anlatma, dar çerçeveler içinde, ama kibar renklerle, duygulu, oynak tablolar yaratma peşinde dir.

Doğal olarak, sanat anlayışına duygu ve heyecan ege men olduğu için, hemen hemen bütün öykülerinde insan da -Storm’un dediği gibi- hoşa gitmeyen bir tortu kalır. I ̇n sanı meraklar içinde bırakır, heyecandan heyecana sürük ler, ama yine de sonunda elini koynunda bırakır. Heyse’nin öykülerinin konusu da, çeşnisi de pek de ğişiktir. Ele aldığı olaylar hep başka başka yerlerde geçer. Konularını çoğunlukla geçmiş günlerden, soyluların, kibar ların yaşamından alır. Bunları biraz soğuk ama ne de olsa ustaca, zengin biçim ve renkler içinde işler. Kırk büyük öy küsünden çoğuna kösnü, güzellik, şiir öğeleri egemendir. Heyse’nin gözleri doğanın çirkin yanlarına kapalıdır. Heyse öykücülükte Keller ve Storm’dan sonra gelir. Ç ünküsanat gücü ve yaşamsallık bakımından Keller’den, duyuş gücü bakımından Storm’dan sonradır. Heyse bir ya ratıcı olmaktan çok bir güzellik bulucusudur. Gördüğü olay lara kendine göre dış ve iç biçimler verir ya da bunun tam tersi deneylerini, gözlemlerini öykülerle kanıtlamaya, an latmaya çalışır. Büyük ideali olan güzellik onun için vücu dun ve ruhun her zerresiyle tadılan bir varlık değil, ancak bir zevk, bir estetik, bir eğitim sorunudur. Güzelliği maddi olarak değil, kültürle edinilen bir bilgi olarak kavrar. “Meran Öyküleri”, “Troubadour Öyküleri”, “Dostluk Kitabı”, “Küçük Dağlardan”, “Garda Gölü Öyküleri”, “I ̇nsanlar ve Yazgılar” ile “Yan Karanlık Yaşam” çok okunmuş ve tutulmuş öyküleridir.

Heyse roman türünü de denemiş; ama romanlannda, öykülerinde gösterdiği ustalığı gösterememiştir. Romanlari çoğunluklauzatılmış öykülerdir/Üç ciltlik “Dünya Ç ocuklari” romanıyla ardından yayınladığı “Cennette” adlı ro manı pek dar çevrelerin betimlemeleridir., 1892’de yayın ladığı “Merlin”. adlı romanı, genç yazın ve sanat insanla rına, özellikle doğalcılığın doğmasıyla kendisine saldıran gençlere bir karşı saldırıdır. Heyse dizeli öykülerinde olsun, dizeli tragedyalann- da olsun basan gösterememiştir. Buna karşın kırk kadar ti yatro yapıtı yazmıştır. Sevda üstüne lirik şiirler söylemiş, döneminde bir hayli beğenilmiş ve alkışlanmıştır. Aynca I ̇talyanca ve I ̇spanyolcadan şiirler de çevirmiştir. “XVIII. Yüzyıl I ̇talyan Ş airleri” adında beş ciltlik bir çeviri kitabı ve incelemeleri vardır. Heyse, Schiller ve Nobel ödüllerini kazanmıştır. Ç e virisini sunduğumuz yapıta gelince; “Andrea Delfin”, Pa ul Heyse’nin belli başlı uzun öykülerinden biridir. Konu sunun zenginliği, kahramanlannın iyi çizilmiş olması, ye rel rengin zenginliği, sonunda ince eleyip sık dokunmasa bile, bir dönemin toplumsal olaylannı kavramasıyla, bir ro man karakteri taşır. Ama yine de bir roman değildir. Olsa olsa bir uzun öyküdür.

Onda öyle derinlere giden, insanoğ lunun aydınlık ya da karanlık alınyazılannı çözümleyen sa tırlara raslanmaz. Her şeyde bir üstünkörülük, bir savsak lama, bir umursamazlık sezilir. Ama bir tümceyle bir olay başlar, bir tümceyle bir olay sona erer; bir sözcükle karşı mıza bir adam dikilir, yine bir sözcükle bir adam silinir gi der. Daha öyküsünün başında, işte benim belli başlı kahramanlarim bunlar olacaktır, der. Olayın bütün gizini da ha öykünün başında söyler. Öykünün nasıl biteceğini kestirmek zor değildir. Angelo Querini’ye yazdığı mektupta olayın anahtarı verilmiştir. Olayın nasıl biteceği kestirildik ten sonra, işte asıl ondan sonra öykü başlar. I ̇şte asıl o za man Paul Heyse’nin ustalığı, bir öykücüyü öykücü kılan neyse, uzun öyküyü romandan ayıran yanlar nelerse, on lardaki ustalık, o eşsiz ustalık görülür. Andrea Delfin’de her şey bir eksen çevresinde döner, asıl olayla ilgisi olmayan bir sözcüğe, gereksiz ayrıntılar la dolu tek tümceye raslanmaz. Bütün küçük olaylar bel- kemiğine bağlıdır. Bu bağ hiçbir zaman inceldiği yerden kopsun denecek duruma gelmez. Aradaki uzaklık hep kol lanılır. Paul Heyse, ben bir öykü düşünüyorum, bunu yazmak istiyorum ya da bana öyle anlattılar, diyor, öyküye öyle başlıyor. Gerçi anlattığı öyküde abartı da; olayların yaşama uymaması bakımından şişirme, göze olduğundan başka gös terme yapaylığı, özentisi de vardır.

Ama bunu kendi de bi lir. Zaten bir sanat adamına olanı olduğu gibi yazmak düş mez. O aklına geldiği gibi, düşündüğü gibi yazar; okur ina nır mı, inanmaz mı, umurunda bile değildir. Andrea Delfin’de öyle bastırılmamış heyecan, aşın göze batacak kadar coşkunluk, incelik, duyarlılık, hatta içtenlik yoktur. Ama her şey inceden inceye ölçülüp biçil miştir, her şey hesaplıdır. Yalnızca öykü anlatma ustalığı vardır. Anlatımda ne duygu sıcaklığı, ne de alayla kanşık iğ neleyici bir hiciv görülür. Yalın, kuru bir söyleyiş. Ama ne söyleyeceği önceden belli. Hiç şaşmayan bir mantık, şey tana külah giydirecek kadar zekâ. Kişileri de öyle. Ne kahraman, ne de korkak. Hepsi de o dönemin koşullan içinde yaşayan insanlar. Ama bi raz abartılı. Özellikle de olayın geçtiği yer: Venedik kenti; biraz gizemli, açıkça değil ama öfkesiyle, kiniyle, yöneticilere diş bileyen halkıyla, kanalının siyah sulanyla, San Rocco Katedrali’nin görkemiyle, Dükler Sarayı’nın kemerli sütun- lanyla ne kadar canlı çizilmiş, anlatılmıştır.

Paul Heyse hep bildiği insanları, bildiği toplumu ya zar. Kahramanlannı yaşadığı çevreden, huyunu suyunu bildiği insanlardan seçer. O çevrenin, o bildiği insanlann dışına çıktığı zaman yapaylığa düşer. Halkın ruhsal duru muna yabancıdır. Bu ruhsal durumla olaylan uzlaştıramaz. Hatta birçok yerde halk onun için bir bilinmezdir. Olayla ra yalnızca kendi köşesinden baktığı için halkı suçlamaya kadar bile gider: “…Ama yine de bu halkın kararsızlığı be ni şaşkınlığa düşürüyor; dün birkaç adama zorba diyordu, bugün zorbalığa bir son vermek isteyenlerin boynu vuru lunca, zorba diye adlandırdığım, neşeyle karşılıyor.” Ama sonra kötü bir meyhanede yemek yemek zorun da kalıp da onlarla dirsek dirseğe oturunca, ne kadar soy lu, ne kadar kendinden yana olduğunu anlar, ruhlanndaki soylu cevheri görür. Birbirlerine çok sıkı bağlarla bağlanan, öykünün bü yük eyleminde yer alan küçük küçük olaylarla dönemin ka rakteri çizilir. Venedik küçük fırça darbeleriyle karşımıza dikilir, ama tıpkı mercekle büyütülmüş gibi; sonra sisler arasında belirsiz, bulanık, tıpkı buzlu camdan seyrediliyormuş gibi. Paul Heyse’nin Venedik’i yalandan tanıdığı, Ve- nedik’in kibar çevrelerine girip çıktığı bellidir. Her şey eliyle koymuş gibi yerli yerindedir. Ç elişme, çelişkiye düş me, karıştırma söz konusu değildir. Kahramanları da bu çevrelerde gördüğü insanlardır. Güzel Kontes Leonora bütün ölümlü isteklerin, tutkunun, dünya aşkının anlatımı olarak yaşar.

Pırıl pırıl ışıldayan el masların içinde, meyvelerin en olmuşundan tadar, ömrü kı sa çiçeklerden başına çelenkler koyar, dost meclislerinde içip kendinden geçer. Yoksunluğun ve umarsızlığın verdi ği bütün kaygılardan uzaktır. Her şeyi kendine özgü geçi ci bir hevesle tadar, alır, koklar, sonra posasını bırakıverir. Sevdiği adam uğruna katil mi olmak gerek, neden olma sın? Dünyanın celladı bile olabilir. Yalnızca kendisini il gilendiren bir sihirli çember içinde yaşar. Hepimiz hayali mizde böyle Leonoralar yaşatmışızdır. Zavallı Andrea: Tanrının, kendisini ülkesini kurtar mak için gönderdiğine inanmaktadır. Oynadığı bu kurta rıcı rolünde hain, kötü bir raslantı bütün düşündüklerini al tüst eder. Bununla birlikte, bu kurtancılığayönetimin, en gizisyonun ailesine yaptığı kötülükler yüzünden mi giriş tiğini, yoksa dokunaklı sözlerin mi neden olduğunu pek an layamayız. Zavallı Giovanna Danieli, Marietta, Rosenberg, kur naz Yahudi Samuele, hatta dünyanın bütün dertlerine omuz silkerek tatlı canını sıkmayan Smeraldina. Bütün bunlara daha öykünün başında çabucak alışırız. Hepsi birer anne, kız kardeş, sevgili, eş dost oluverir. Andrea Delfin, Alman öykücülüğüne çok yabancı olan ülkemizde belki yadırganabilir, ince esprili Fransız öy külerini okumaya alıştık. Bize egzotik zevkler tattıran, bil mediğimiz ülkelerden haberler veren ingiliz öyküsüne daha yeni giriyoruz. Başlı başına incelik ve güçle canlandı- nlmış kişileriyle, özellikle de ince alaylarla, hicivle dolu Rus öyküsünün benzersiz lezzetini tattıktan sonra, yalnız ca olaya önem veren Paul Heyse’yi okumak, belki de biraz güç olacaktır.

Ama galiba öykü demek de, öykü anlatmak demektir. Varsın bizi hayran etmesin ne çıkar; şöyle rahat ça kendini okutsun.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir