Andrew Jolly – Seni İçime Gömdüm

Tan ağarırken · ölmüştü kız. Saat kaçta öldüğünü tamtamına kestiremiyordu; onun ellerini avcunun içine alınca uyuyakalmıştı çünkü. O dayanılmaz sancının son vuruşunda, kız, elini sıkı sıkı kavramış, dudaklarına yapıştırmış, dişlerine bastırmıştı. Saat üç filandı herhalde, horozlar ötüyordu. Sol memesinin altındaki kocaman şiş, güçlü lapanın etkisiyle patlayıvermişti. Sisten ötürü, akan sıvının rengini seçememişti doğru dürüst, ortalık karanlıktı daha; ama battaniyedeki koyu lekeyi görünce kan olduğunu anlamıştı. Zehir, kanla birlikte akmıştı. Kan zehre baskın çıkarsa ölecekti karısı; zehir daha çok akarsa, yaşayacaktı. Onun elini avcuna almış, çocukluğunda bellediği duaları mırıldanmış, horoz seslerine kulak kabartmıştı. Sabahın geldiğini haber veren horozu 7 duymuştu en son, sonra uykuya dalmıştı. Demek o ötüşle, sabahı belirleyep. ilk güçlü ışık arasında bir saatte ölmüştü karısı. Onun gözlerini kapadı, ellerini kamının üstünde kavuşturdu. Kalın pamuklu battaniyedeki leke oldukça iriydi. Sağa sola dönerken battaniyenin sıyrıldığı yerlerde şilte de lekelerle kaplıydı ve döşeğin altındaki toprakta, bedenden sızan sıvılar, koyu, kara bir çamurda birikmişti.


Çok kan kaybetmişti gerçekten. Yani yaşama gücü akıp gitmişti, hastalık değil. Battaniyeyi kaldırmadı bile. Battaniyenin altındaki gövdenin koktuğunu biliyordu; kansının uzun, kara saçları bile kaskatı kesilmişti kandan biliyordu, kandan ve kanla ç,ıkan o ince, sarımsı, pis kokulu sıvıdan. Açtı. Kasabaya doğru uzun yolculuğa çıkmadan önce kamını iyice doyurması gerekiyordu, ancak öyle dayanabilirdi yola. Yemeğini yanında götüremezdi ki, yeri yoktu. Odadan çıktı, ocağın altını yaktı yavaşça. Önce odun topladı; odunları öylesine dizdi ki alev, yoğun ateş veren, duman çıkarmayan küçücük bir huni biçiminde parladı. Kapkacağı toparlamadı. Ölüyü yıkadıktan sonra yiyecekti yemeğini. Yine kulübeye girdi, yirmi kiloluk yağ tenekesini aldı, kuyuya yürüdü. Beş yıl önce bu Kızılderili kızcağızı birlikte yaşamak üzere kulübeye getirdiğinde kazmıştı bu kuyuyu. Günlerce uğraşmış, didinmiş, derin kazmaya, dibine kum dökmeye özen göstermişti; yoksa köpürüp kaynayan su, böylesine duru ve tatlı olamazdı. Kuyunun çevresine kırmızı, düzgün taşlar döşemişti.

Tenekeyi doldurdu, ocağa taşıdı, suyun kaynamasını beklerken yere çöktü. Güneş, arkasında kalan dağa tırmanmamıştı daha. Yalnızca ışınlarıyla yamaçlara vuruyor, kulübenin bulunduğu güvenli küçük vadiyi aydınlatıyordu. Bu ilkyaz havası, dağlardaki geçitlerde, bayırın ötesinde, çöldeki kasabada nasıl ılıktı kimbilir! Oysa buralarda sertti daha. Belli belirsiz titredi. Sırtını verdiği kaya buz gibiydi. Göz alabildiğine her yan, çıplak ve soğuk dağlarla kaplıydı. Yaz ortasında bile bu donuk kırmızılar, bu koyu morlar, tavukların gidip gelip didikledikleri, keçilerin hiç şaşmadan keşfettikleri, saplarını yiyip bitirdikleri yosun tabakalarıyla, ot kümeleriyle bütün bütüne örtülmezdi bir türlü. Yaban baklaları, çaparallar, agav kökleri, kılıç yapraklı kaktüsler, firavunincirleri, pinonlar çiçeğe dururlar�ı gerçi; yağlı tohumlar 8 ufacık, yapışkan, yeşil yapraklar verirdi; ama hiçbiri çıplak kayaları örtemezdi, kayalığı yumuşatamazdı. Keçileri biraz daha·et tutardı olsa olsa, tavukları tombullaşırdı; kırmızı, kahverengi sincaplar dışarı uğrardı yuvalarından, onları avlardı ara sıra, şansı yardım eder�e birkaç antilop çıkardı karşısına; ·bu değişikliklerin dışında şu anda gördükleri, ilkyazın ortasına, yaza, kışa ve sonsuza kadar değişmezdi. · Çuvala baktı, neler kaldığını gözden geçirdi. Hepsini pişirmek uzun sürecekti. Bir kısmını tavuklara vermeliydi en iyisi. Çuvalı kümese götürüp yere boşalttı, böylelikle uzun bir süre tane arayarak oyalanacaklardı tavuklar. Bu hayvancıkları ne yapsaydı ki? Burada bulunmayacağı sürede kendi yemlerini, sularını bulabilmeleri için onları başıboş bırakmaya kalksa, çakalların pençesine düşerlerdi.

Çakallar nasılsa girerlerdi buraya. Çitler sağlam değildi. Yüksek olmasına yüksekti -iyice hesaplamıştı çakarken””‘.” ne var ki yabanbaklalarının ince, ama dirençli sırıklarını yeterince sıkı örmemişti; işte ilci yıl içinde kurumuş, birbirlerinden ayrılmışlardı. Çok geçmez, bir civCivin geçebileceği kadar büyürdü delikler. Belki şimdiden tavukların bulabileceği ya da bir çakalıİı kurcalayıp büyütebileceği bir delik vardı. İnceleyecek, onaracak vakti yoktu ki. İşi oluruna bırakacaktı ister istemez. Çuvalın yansını boşalttı, yemi uzaklara serpmeye çalıştı; sonra yedek su kaplarını doldurdu. Ne yazık ki başka bir şey gelmiyordu elinden. Keçileri de doyurdu. Belki şuraya buraya giderlerdi, ama gecelemek için bildikleri yere dönerlerdi nasılsa. Dönmeşeler bile, şu ilci-üç gün içinde fazla uzaklaşamazlardı; çın�rak seslerini izleyip bulabilirdi onları. Çakalların ·onlarda gözü yoktu. Kaplan-kedi, tek tehlikeydi.

Bu tehlikeyi göze almak da şarttı. Kaplan kediyi son gördüğünden bu yana ‘bir yıl geçmişti zaten. � Isınan su tenekesini yatağın yanına taşıdı. Pamuklu battaniyeyi çekti, toprağa dikkatle yaydı, cesedi kucakladı, battaniyenin üstüne yatırdı. Lekeleri elinden geldiğince sildikten sonra tersyüz etti şilteyi. Tek başına çok güç olmuştu bu iş; dö�ek çok genişti çünkü, alışılmış oranların iki katıydı. Kulübenin yarısını kaplıyordu hemen hemen. Ağabeyinin verdiği ıskarta demirler, ıskarta kerestelerle yapmıştı onu. Kendi eliyle. Şilteyi kızın ailesi vermişti. Övünüyordu bu döşekle; yapılırken karısıyla ot min9 derlerde uyumuşlardı, bittiğinde nasıl yumuşak gelmişti. Uzun geceler boyunca kıza sıkı sıkı sarılmak, bu geniş yumuşaklıkta sevişmek nasıl iyi gelmişti. Kız da beğenmişti yatağı. Yumuşak antilop derilerinden bir örtü yapmıştı karalaş ·geceleri için; kulübenin direkletj.ne teneke kutular asmış, eğreltiotlan koymuştu içlerine.

Yatağın ayak ucuyla sol yanını incecik, yeşil, dantel bir. örtü gibi örtüyordu eğreltiotları. Sabah kalkıp yeşilin arasından süzülen ışığı görmek ne güzeldi. Cesedin başına diz çöktü; göğsün sol yanında, artık· yavaş yavaş koyu toprak rengini alan bir leke vardı. Beceriksizce çıkardı kirli pamuklu gömleği. Onu böyle çırılçıplak ilk görüşüydü. Korkudan midesi bulandı. Gömleği tenekedeki suya bastırdı, cesede bakmamaya çalıştı. Artık kızın çıplaklığı odayı baştan başa doldurmuştu sanki. Tenekenin yanına çömeldi, gözlerini yumdu. Birkaç dakika sonra gömleği sıkmış, cesedi yıkamaya başlamıştı. Kızın saçlarının ı.icunu usulca ıslattı, gömlekle kuruladı. Yüzü sildi sonra, boynu, bedenin sağ üst yanını temizledi. Sıra.

en güç yere gelmişti; memenin altındaki açık yaraya. Patladıktan sonra kuruyup kalmış, içine çökmüştü şiş; başı, ihtiyar bir kadının buruşuk ağzını andırıyordu. Yaranın üstüne bolca ılık su çarptı, p1htılaşmış kanı yavaş yavaş sildi. Onu baştan beri kıza çeken bu ölümcül yara değil miydi? İlle . kere.sinde geçitteki ırmakta çamaşır yıkarken görmüştü -burada kendi geçidinde değil tabii- kasabanın kuzey doğusuna düşen yoldan biraz ötede. Duvar boyunca ilerlemiş, bir kaya çıkıntısının gölgesine çöküp tütün �meye koyulmuştu, bir yandan da ırmaktaki Kızılderili kızı gözlüyordu. Keçilerin çıngırakları sabah gölünde kaygısızca yayılıyordu. Hayvanlar yan yana duruyorlardı. Bir çimen kümesi bulmuşlardı. Geçit sıcacıktı; ışıkla. çıngırakların çıkardığı tatlı, başıboş ezgiyle doluydu. Kız, ara sıra başını kaldırıyor, keçileri gözden geçiriyordu. Kayanın gölgesine gizlendiği için görmemişti onu. Isınmış kayaya yaslanıp sigara tüttürmek, çıngırakları dinlemek,.

kızın ıslak kahverengi kollarının geçitteki ışıkla pınl pınl parlayışını görmek ne güzeldi. Bir ara onu gördü kız; gözlerinde korku ve yalvarma okunuyordu. Elleriyle göğüslerini örtmüştü, topuklarının üstünde bir ileri bir geri sallanıyordu. Duvardan aşağı atlayıp onun yanına 10 koşmuş, birkaç adım kala durmuştu, ne olduğunu sormuştu, ne vardı korkacak, ürkerek sormuştu; çünkü yaralı bir hayvanı andırıyordu kız. Pannaklannı göğsüne bastırdığı yerde giysisine çıkan lekeyi görmüştü. Hemen koşmak, yakınlardaki kabileye haber vermek, yardım istemek geldi içinden. Ama bu şaşkın gözlerde müthiş bir acı vardı, müthiş bir yalvarma. Uzandı, onun kollarını göğsünden çekti; hiç karşı koymadı kız. Kumaşın altından akan kanın ılıklığını duydu. Artık ürkmüyordu ondan, bedeninden yaşamı usulca çekip götüren güçten korkuyordu yalnız. Kişioğlu bir keçiye, bir sıpaya, bir çakala akıl erdirebilirdi; kaplan-kediye, toprak kaymasına bile akıl erdirebilirdi. İnsan yüreğindeki sevgiye, nefrete de akıl erdirebilirdi, ama kızdan yaşamı çekip götüren bu işe akıl erdiremiyordu işte. Onu yere yatırmıştı. Irmağın kıyısından sıcak çamur getirmiş, giysisinden içeri kaydırıp memesinin altına sürmüştü. Yanına çömelmiş, çamurun kuruyup topraklaşinasını, kanamayı durdurması�ı beklemişti.

Güneş ışığında daha çabuk topraklaşırdı çamur, ama kızı soymadı. Tek söz etmedi. Dokunmadı bile. Kızın gözlerindeki korku yavaş yavaş silindi.· Kan durunca, onu kabilesine götürdü. Ufacık bir Y aki kabilesiyle -topu topu beş altı aile vardı- kuzeye doğru yol alıyorlardı. Kazıklara gerilmiş tenteleriyle iki eski kamyon, birkaç eski püskü çadır, hepsi bu kadar. O yaklaşırken, köpekler yolunu kesip havlamaya başladılar; kamyonlardan birinden çıkan işçi tulumu giymiş iki ihtiyar kadın, kovaladılar köpekleri. Onu bir çadıra götürdüler; ama kapıda önüne dikildiler, kızı kendileri aldılar içeri. Hiçbir şey söylemediler; soru bile sormadılar. Tam gideceği sırada, iki ihtiyar adam çıktı öbür çadırdan; başlarında kara şapkalar, üstlerinde bedenlerine uymayan iş tulumları vardı. Tütününden uzattı onlara; aldılar. Bir süre birlikte tütün içtiler, sonra kızdan söz açtılar. Kızı bunca uzaktan taşıyıp getirebildiğine göre, çok güçlü kuvvetli olmalıydı; ihtiyarlar öyle dediler. Çok uzak değildi, yine de övgü hoşuna gitti.

Söyledilderine bakılırsa, bir yıldır hastaydı kız; hastalık gelip gidiyordu. Eski yurtlarındaki bir hükümet doktoru, iyileştiğini söylemişti. İlaçları vardı. İyileştireceklerdi onu. Çok gençti. Burada iki hafta kalacaldardı. Kamyonların benzini yoktu. Keçileri cı11 lızdı. Genç erkekler çalışmaya gitmişlerdi, keçiler de et tutacaktı bu arada. İki hafta dinleneceklerdi. Çok gençti kız. İyileşirdi. İki hafta boyunca keçilerini hep aynı geçide getirmişti. İki hafta boyunca her öğlen, kızı görmeye gitmişti. Boğazladığı ufacık bir oğlağı armağan etmişti ona, ağabeyinin karısından aldığı yumurtaları; bir-iki kere de sütle yemiş götürmüştü.

Önceleri, ihtiyar kadınlardan biri alıyordu armağanları, sonraları, iyileşmeye yüz tutunca, kız kendi çıkmış, yemeği eliyle pişirip onu da sofraya çağırmıştı. İhtiyarlara da armağanlar getirmişti: Kadınlara bir top kumaşla işe yaramayan madeni düğmeler, işçi gömlekleri; erkeklere, tütünle bir şişe mezkal; delikanlılara mermiler ve deri kayışlar. Kız dışarıda oturabilecek kadar iyileşince, keçilerinin başına dönme saati gelip çattığında onunla birlikte yürümeye başlayınca, ihtiyar kadınlar ortalıkta görünmez oldular; ihtiyar erkekler de güneşlendikleri yerlerde başlarını çevirip onlara bakmıyorlardı bile. Akşamları, keçileri ağabeyinin ağılına sokup aileyle birlikte akşam yemeğini yedikten sonra içkievine gidiyor, iyice sarhoş olana kadar bir başına içiyordu. Tek başına, hiç kimseyle konuşmadan, tütününü, içkisini içiyor, kapanma saati gelince orospuların sokağına da gitmiyordu. İkinci haftanın bitimine doğru bir gece, içkievi kapandıktan sonra bir şişe mezkal alıp Kızılderili kampının bulunduğu tepeye tırmandı. Kamptan biraz uzak bir kayaQın önüne çöktü, bildiği bütün türküleri söyledi. Hepsi acıklı türkülerdi. Kız kamyondan çıktı, mutfak gereçlerinin durduğu bölmedeki bir su tenekesinin ucuna ilişti. O, ay batana kadar türkü çığırdı, sonra şişesini bir kaya parçasına çarpıp kırdı, geçitten aşağı doğru yürüyüp gitti. O gece ağabeyinin evinde uyuyamadı. Geçidin dibindeki ırmağın kıyısına uzandı. Yıldızların ışığında ırmak, yeryüzünün ııranit gövdesinde açılmış gümüş bir yarayı andırıyordu. Ertesi sabah, doğru Kızılderili ·kampına yollanmış, kızı hası ayken getirdiğinde karşılaştığı ihtiyarla konuşmuştu. İhtiyar, karıNından kahveyle ekmek getirmesini istemişti.

Önce hiç konutmodan yediler, içtiler; sonra konuşmaya başladılar. İhtiyara kı:ıl11 evlenmek istediğini söyledi. “Sizin orıllardu kız yok mu?” diye sordu ihtiyar. 12 “Var. Dolu.” “Kan olarak sizin oranın kızlarından birini seçmeliydin.” Biliyordu, doğrusu oydu. Mahalledeki kızlardan birini alıp ağabeyinin evine bitişik bir ev kurmak, çarşıda bir sergi ayarlamak, bir sürü çocuk yapmak, doğru olan buydu, onurlu bir adama y· ::aşan davranış biçimi buydu; köyün bütün erkekleri oldum olası böyle davranmışlardı. Bu yaranın içine nasıl iş� lediğini, kendisini alışageldiği yaşamdan nasıl koparıp- götürdüğünü anlayamıyordu. Açıklayamıyordu bir türlü; çünkü olup bitenler, konuşmayla aydınlanmayacak kadar karanlıktı yüreğinde. “Başka bir şey bu,” dedi yalnızca. “Sizinkilerle konuştun mu?” diye sordu ihtiyar. “Seninle konuştuktan sonra konuşacağım onlarla.” “Karşı koyacaklar.” “Belki.

” “Ya karşı koyarlarsa?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir