Andrey Platonov – Can

Moskova İktisat Enstitüsü’nün avlusuna genç bir adam çıktı – Nazar Çagatayev. Rus olmayan bu genç adam geçip giden uzun zamanın etkisinden sıynlarak şaşkınlıkla süzdü çevresini. Burada, bu avluda birkaç yıl boyunca dolaşmış, ilk gençliğini burada geçirmişti. Pek de yandığı yoktu aslında geçen günlere, zira yükseklere, aklının tepelerine tırmanmıştı artık, batmaya hazırlanan akşam güneşiyle ısınmış tekmil yaz aleminin daha iyi göründüğü tepelere. Avluda rasgele otlar büyümedeydi, köşede bir çöp kutusu duruyordu, hemen yanında köhne bir ahşap ambar vardı, yanı başında yapayalnız ihtiyar bir elma ağacı insanlardan en ufak hayır görmeksizin ömür sürmekteydi. Bu ağacın hemen ötesinde, buraya kim bilir nerelerden gelmiş, muhtemelen yüz pud’ kadar çeken doğal bir taş duruyordu; biraz daha ilerideyse bir on dokuzuncu yüzyıl lokomobilinin demir tekerleği saplanmıştı toprağa. Avlu boştu. Genç adam ambann eşiğine oturdu ve düşüncelerine yoğunlaştı. Enstitünün idari işler bölümünden diploma tezini savunduğuna dair bir belge almıştı, diplomanın kendisiniyse daha sonra postayla göndereceklerdi ona. Buraya bir daha dönmeyecekti. Tüm buralı, ölü nesnelerle vedalaşıyordu içinden. Gün gelecek canlanacaktı onlar da – kendiliklerinden yahut insan eliyle. Tüm gereksiz avlu eşyalanna yanaştı, eliyle dokundu onlara; nedense bütün nesneler kendisini akıllannda tutsun ve sevsin is- • 16,58 kg.’a eşit Rus ağırlık birimi. –ç.


n. 7 ti yordu. Aslında inanıyor değildi bunun olabileceğine. Çocukluk anılarından bilirdi ki, uzun bir ayrılığın ardından tanıdık bir yeri yeniden görmek tuhaf ve üzücü gelir; yüreğin bağlılığını korumuştur mekana, oysa kıpırtısız nesneler seni unutmuştur, anımsamazlar, yokluğunda hareketli ve mutlu bir hayat yaşamış gibi yabancılarlar seni, duyguların karşılıksız kalır, acınası, meçhul bir varlık gibi dikilirsin karşılarında. Ambarın ardında eski bir bahçe vardı. Masalar diziyor, geçici olarak ışıklandınyorlardı bahçeyi şimdi, süslüyorlardı orasını burasını. Enstitü müdürü ikinci kuşak Sovyet iktisatçı ve mühendisleri için bir tören tertiplemişti akşama. Nazar Çagatayev okulunun avlusundan ayrılıp yurda doğru yürüdü; dinlenecek, akşam için temiz bir şeyler giyecekti. Karyolasına uzandı ve yanlışlıkla uyuyakaldı -salt gençlikte duyulan o ani bedensel saadet hissiyle. Sonradan, akşam karanlığı bastırdığında İktisat Enstitüsü’nün avlusuna tekrar geldi Çagatayev. Uzun öğrencilik yıllan boyunca esirgediği güzel gri takım elbisesini giymiş, genç kız işi el aynııSının karşısında tıraş olmuştu. Van yoğu yastığının altında ve karyolasının yanındaki komodinde duruyordu. Akşam çıkarken dolabının iç karanlığına üzüntüyle bakmıştı: Dolap yakında onu unutacaktı çünkü, kıyafetinin ve bedeninin kokusu ebediyen uçup gidecekti bu ahşap kutunun içinden. Yurtta başka yüksekokullarda okuyan öğrenciler kalıyordu hep, bu yüzden Çagatayev yalnız başına gelmişti törene. Bahçede sinemadan çağrılan orkestra çalmaktaydı, masalar uzun bir sıra oluşturacak şekilde dizilmişti ve tepelerinde elektrikçilerin ağaç aralarına çakılı eğreti direklere astığı projektör lambalan yanıyordu.

Boş yaz gecesi, burada törenleri ve son buluşmaları için toplanan gençlerin başlan üzerinde sürmekteydi hükmünü; bu gecenin olanca çekiciliği açık ve sıcak boşlukta, göğün ve bitkilerin sessizliğinde gizliydi. Müzik çalıyordu. Gençler çevrelerindeki dünyaya dağılıp mutluluklarını kurmaya hazır vaziyette oturuyordu masaların başın8 da. Müzisyenin kemanı uzaklarda tükenen bir ses gibi donup kalıyordu arada bir. Çagatayev’e ufkun ötesinde bir insan ağlıyormuş gibi geliyordu – belki de, bir zamanlar doğduğu, şimdiyse annesinin yaşadığı yahut öldüğü, kimselerin bilmediği o ülkede. “Gülçatay!” dedi yüksek sesle. “Nedir o?” diye sordu yanında oturan kız, bir teknik uzman. “Bir anlamı yok,” diye açıkladı Çagatayev. “Gülçatay annemdir, dağ çiçeği. İnsanlara henüz küçüklerken, tüm iyi şeylere benzedikleri sıra verilir isimleri.” Keman çalıyordu yine, sırf sızlanan değil davet de eden sesiyle – dönmemecesine gitmeye çağıran, çünkü kederli bile olsa daima zafer için çalar müzik. Az sonra danslar, oyunlar, gençliğin o bildik eğlencesi başladı. Çagatayev insanları ve gece tabiatım seyrediyordu; daha uzun süre, hatta belki ebediyen kalması gerekecekti burada, acıyla boğuşması, çalışıp mutlu olması. Çagatayev’in karşısında gözleri kara bir ışıkla parıldayan yabancı bir genç kadın oturmaktaydı; koyu mavi, çenesine dek uzanan ihtiyar işi elbisesi rahatsız ama hoş bir hava veriyordu ona. Ya utandığından ya beceremediğinden dans etmiyor, ilgiyle Çagatayev’i izliyordu genç kadın.

Onun iyi ve ciddi bir bakışla kendisini süzüp duran duru çekik gözleri, esmer yüzü, gizli duyguların barındığı yüreğini saklayan geniş göğsü, ağlamayı ve gülmeyi bilen yumuşak, mecalsiz ağzı hoşuna gitmişti. Sempatisini gizIemtye g�rek görmeden gülümsedi Çagatayev’e, ama karşılık alamadı genç k�dın. Topluluk giderek daha da neşeleniyordu. Öğrenciler -iktisatçı, planlamacı ve mühendisler- masalardaki çiçekleri topluyor, bahçeden otlar koparıyor, bunlardan kız arkadaşlarına hediyeler yapıyor ya da gür saçlarına öylece döküveriyorlardı bitkileri. Sonra konfeti çıktı meydana ve o da eğlenceye hizmet için kullanıldı. Çagatayev’in karşısında oturan kadın yok olmuştu – bahçe patikasında, rengarenk kağıtlarla bezenmiş, dans ediyordu şimdi ve keyfi yerindeydi. 9 Masa başında kalan kadınlar da arkadaşlarının ilgisinden, çevrelerini kuşatan tabiattan, uzunluğu ve vaatleri bakımından ölümsüzlüğe denk tuttukları geleceğin sezgisinden ötürü mesutlardı. İçlerinden yalnızca birinin başına çiçek ve konfeti yağdınlmamıştı; acınası bir tebessümle, bayram havasına katılırmış, törende bulunmaktan pek zevk alır, pek eğlenirmiş gibi görünmeye çalışan bu kadının kulağına şakacı sözlerle eğilen kimsecikler yoktu. Oysa gözleri büyük bir yük hayvanınkiler gibi kederli ve sabırlıydı. Kimileyin çevresini dikkatle süzüyor ve kimsenin kendisine ihtiyaç duymadığına kani olunca komşularının sandalyelerine dökülen çiçekleri, boyalı kağıtları toplayıp fark ettirmeden saklıyordu. Çagatayev onun bu arada bir gördüğü hareketlerine bir anlam veremiyordu; uzayıp giden tekdüze eğlenceden sıkılmıştı ve buradan uzaklaşmaya niyetliydi artık. Başkalarından düşen çiçekleri toplayan kadın da gitmişti bir yerlere – akşamın vadesi dolmuş, yıldızlar büyümüş, gece başlamıştı. Çagatayev yerinden kalktı, en yakın yoldaşlarına selam verdi – uzun bir süre görüşemeyecekti onlarla. Çagatayev ağaçların önünden geçerken, gölgede saklanan o at yüzlü kadım fark etti; kadın kendisini görmüyordu, saçlarına çiçek ve kurdeleler takmakla meşguldü çünkü, neden sonra ağaçların ardından çıkıp aydınlatılmış masaya döndü geri. Çagatayev de derhal oraya yöneldi: Masaları devirmek, ağaçlan yıkmak, üzerine acınası gözyaşları damlayan bu sefaya derhal son vermek geliyordu içinden; ne var ki kadın mutluydu şimdi, her ne kadar gözleri ağlamaktan şişmişse de gülüyordu, koyu renk saçlarının arasına bir gül iliştirmişti.

Çagatayev bahçede kaldı, yanına gidip tanıştı kadınla; Kimya Enstitüsü’nde bitirme tezi hazırladığım öğrendi. Dansa kaldırdı onu Çagatayev, oysa anlamazdı oyundan hiç, neyse ki kadın gayet iyi dans ediyor ve onu müziğin temposuna uygun bir şekilde yönlendiriyordu. Gözleri çabucak kurumuş, yüzü güzelleşmişti; vahşi bir çekingenliği huy edinmiş, ekmek gibi hoş bir sıcaklık yayan, kızlığının son demlerindeki vü10 cudu güvenle sokuluyordu şimdi Çagatayev’e. Çagatayev kendinden geçmişti onun yanında, belki de bir daha karşılaşmayacağı bu yabancı kadından uyku ve mutluluk yayılıyordu; farkına varmadığımız bir saadet sıkça yaşar gider böyle yanı başımızda. Buluşma ve eğlence, gökte ilk ışık belirene değin sürdü; sonra bahçe boşaldı, ölü edevat kaldı ortalıkta, dağıldı herkes. Çagatayev ve yeni arkadaşı Vera şafakla aydınlanan Moskova’nın sokaklarında yürüdüler. Yabancı Çagatayev bu şehri memleketiymiş gibi seviyordu; burada uzun süre yaşayabildiği, bilimle tanıştığı, başına kakılmadan çok ekmekler yediği için minnettardı. Yol arkadaşına baktı – uzakta yükselen güneşin ışığında yüzü güzelleşmişti. Bir süre sonra gök yükselip temi.zlendi, gergin güneş aralıksız gönderip duruyordu yeryüzüne servetini – ışığını. Vera sessizce yürüyordu. Çagatayev arada bir onun yüzünü inceliyor ve nasıl olup da herkese çirkin göründüğüne şaşıp kalıyordu; mütevazı suskunluğu dilsiz otları, eski bir dostun sadakatini anımsatıyordu oysa. Ancak uzaktan bakınca nefret edebilirdi ondan kişi; bir insan ancak uzaktan bakıldığı takdirde reddedilirdi zaten, yahut kayıtsız kalınırdı ona karşı. Oysa şimdi, yanaklarındaki yorgunluk kırışıklarını, arzularını gizleyen yüzünü, gözkapaklarının koruduğu gözlerini, şişkin dudaklarını, yani bu kadının diri maddesinde saklı tüm esrarengiz heyecanı, vücudunun iyi ve güçlü yaradılışını yakından gördüğünde, içinde uyanıveren şefkatten çekinmişti Çagatayev; ona hiçbir kötülük yapamazdı, hatta güzel olup olmadığını düşünmekten dahi utanıyordu. “Öldüm yorgunluktan, uyumadık hiç,” dedi Vera, “gelin vedalaşalım.

” “Ziyanı yok,” diye yanıtladı onu Çagatayev. “Yakında gideceğim buralardan, biraz daha kalalım birlikte, olmaz mı?” Biraz daha ilerlediler, uzun caddeleri arkalarında bırakıp sonunda durdular bir yerde. “Burada oturuyorum,” dedi büyük, yeni bir apartmanı göstererek Vera. 11 “Size gidelim. Yatar dinlenirsiniz, ben de yanınızda birazcık oturur giderim.” Vera mahcup olmuştu. “Peki, öyle olsun,” dedi sonra ve misafirine yolu gösterdi. Odası büyüktü, sıradan genç kız eş yalan vardı içinde, fakat kederli, perdeli, sıkıcı ve neredeyse boş bir odaydı bu. Yazlık pardösüsünü çıkardığında Vera’nin göründüğünden daha kilolu olduğunu fark etti Çagatayev. Misafirini doyurmak için köşe bucağı karıştırmaya koyulmuştu hamaratça; Çagatayev de kızın karyolasının üzerinde asılı duran eski mi eski iki kanatlı tabloya dalıp gitti. Resim, dünyanın düz, gökyüzünün ise yakın zannedildiği bir zamanın düşünü canlandırıyordu. Yeryüzünde dikilen iri bir adam, kafasıyla gökkubbede bir delik açmış, omuzlarına kadar göğün öte tarafına, eski zamanların tuhaf sonsuzluğuna sarkarak dalıp gitmişti. Esrarengiz yabancı boşluğa uzun müddet bakmaktan vücudunun sıradan gök altında kalan kısmını unutuvermişti. Resmin diğer yansında ise aynı manzara başka bir şekilde canlandırılmıştı. Sonsuzluk arayıcısının gövdesi bitkin düşmüş, zayıflamış, galiba ölmüştü; kuruyan kafasıysa öbür dünyaya yuvarlanmıştı, göğün teneke bir leğeni andıran üst yüzeyine, hakikaten de bir sonun olmadığı, bir defa varanın yeryüzünün renksiz düzlüğüne geri dönemediği o yere.

Fakat Çagatayev’e her şey hastalara olduğu gibi tatsız ve sıkıcı geliyordu o an. Yüreğinde bir ürküntü duyarak bir işi halledivermek için yanı başına eğilen Vera’ya sarıldı, ısınıp sakinleşebilmek için olabildiğince yakınına sokulmayı arzular gibi kuvvetle ve dikkatlice kendisine çekti onu. Vera hemen anladı Çagatayev’i ve itmedi. Doğruldu, başını başının altına aldı, siyah sert saçlarını okşamaya koyuldu; bir yandan da yüzünü çevirmiş öteye bakıyor, yine de gözyaşları arada bir Çagatayev’in başına düşüp kuruyordu. Vera ses çıkarmadan, sırf gözpınarlanna üşüşen yaşlan akıtarak ağlıyor, hıçkırıklara boğulmamak için yüzünün ifadesini değiştirmemeye gayret ediyordu. Çagatayev duyuyordu onun 12 ağladığını ama umurunda değildi olup bitenler ve o an kimseye yardımı dokunamazdı. “Hamileyim ben,” dedi Vera. “Olsun!” diye yanıtladı onu Çagatayev yüreklenerek, ölüme yazgılı birinin her şeyi bağışlaması gibi. “Hayır!” dedi Vera kederli kederli; elbisesinin koluyla yaşlarını siliyor, bir yandan da rüyasında bile aklından çıkmayan çirkin yüzünü gizliyordu. “Hayır. Hiçbir şey yapamam ben.” Çagatayev bıraktı onu. Mutlu olmak için Vera’yla coşkun bir zevke kapılması şart değildi. Onun yakınında olmak, elini tutmak, neden ağladığını sormak yeterliydi: Acıdan mı ağlıyordu, incitilmişlikten mi? “Kocamın öldüğü çok olmadı,” dedi Vera. “Ölenleri unutmak nasıl zordur bilirsiniz işte.

Çocuk doğduğunda babasını göremeyecek, bir tek anne de az gelecek ona … Az gelecek, değil mi?” “Öyle,” dedi Çagatayev onaylayarak. “Artık ben babalık ederim ona.” Vera’ya sarıldı, gün ağardığında uyuyakaldılar; inşaat halindeki Moskova, toprağı delen sondalar, toplu taşıma araçlarında kavga gürültü – tüm sesler dindi kulaklarında; yalnızca birbirlerini kavramışlardı elleriyle ve her biri uyku arasında diğerinin boğuk, yumuşak nefesini dinliyordu. Akşama doğru, dairelerde mesainin bitmesine az kala, en yakın nüfus memurluğuna gidip nikfilılandılar. İki çiçek buketinin ortasında durdular; nüfus müdürü kısa bir konuşma yaparak kutladı onları, ömür boyu sadakati simgeleyen birer öpücük vermelerini söyledi birbirlerine ve devrimci kuşak ebediyete erişsin diye çok çocuk yapmalarını öğütledi. Çagatayev iki kez öptü Vera’ yı, sonra müdürle vedalaştı dostça, onun da görevinin gereklerini yerine getirmekle yetinmeyip Vera’yı öpmesinin iyi olacağını düşünerek. O günden sonra Çagatayev her akşam, kendisini bekleyen ve gelişine sevinen Vera’yı ziyaret etmeye başladı. Hemen kucakla13 şıyorlardı, fakat Çagatayev ölen babanın çocuğunu korumak için son derece dikkatli davranıyordu Vera’ya. Sonra gezmeye çıkıyorlardı, tüm insanlar gibi kol kola yürüyorlardı sokakta, birçok şey almaya niyetleri varmışçasına dikkatle vitrinleri inceliyor, çeşitli hadiselerin yaşandığı gökyüzünü takip ediyor, çevrelerinde aralıksız sürüp giden olayların hiçbirini unutmuyorlardı; aşk zamanı yürek öylesine ağırlaşıyordu ki, kendi yoğun çabasını duymasın diye devamlı boş şeylerle oyalamak gerekiyordu onu sanki. Fakat Çagatayev henüz gerçek anlamda kocası olmuş değildi Vera’nın, çünkü Vera birlikteliği mütemadiyen reddediyordu, şefkat ve korkuyla, Çagatayev’i incitmemeye çalışarak ama teslim de olmayarak ona. Tutkusuna teslim olup, hayatına apansız ve tuhaf bir şekilde giriveren bu küçük teselliyi yok etmekten korkar gibiydi; yine de kim bilir, kurnazlık ediyordu belki, hesap kitap yapıyordu, kocasının içindeki sıcaklığı muhafaza etmekti tek derdi, böylece uzun zaman güven içinde ısınabilirdi yanı başında. Çagatayev ise Vera’ya duyduğu hissi salt ruhsal ve gayriinsani bir bağlılık düzeyinde yaşamaya katlanamıyordu; çok geçmeden, karyolada görünüşte çaresiz ama gülümseyerek ve yenilgi tanımaz bir edayla yatan Vera’nın üzerinde ağlayıveriyordu. Çagatayev içindeki yaşam gücünü zaptetmeyi beceremezdi, bu gücün masumiyetinden ve iyiliğinden emin olduğu için karşısındakinin ulaşılmazlığı incitirdi onu, sonunda şuurunu ve idrakini yitirirdi. Çocukluğunda da kalın cam ardından gördüğü bir yiyeceği derhal alıp yiyemezse çıplak ayaklarını yere vurmaya başlar, dindiremediği bir öfkeyle gözyaşlarına boğulur, gelene geçene tehditler savururdu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir