Andrey Platonov – Muhteşem Vahşi Dünya

TABİATIN LOŞLUÖUNDA bir adam, elinde avcı tüfeği bodur bitkilerin ormanında yürümekteydi. Yüzü bir nebze çopur da olsa yakışıklı ve henüz gençti bu avcı. Bu mevsimde ormana, havanın sıcaklığı ve neminden, olgunlaşan bitkilerin soluk alıp verişinden ve ölmüş kadim yaprakların çürümesinden bir sis çökerdi. Önünü görmek güç, ama tek başına yürümek, ucundan kıyısından bir şeyler düşünmek ya da aksine dalgınlaşıp kabuğuna çekilmek hoştu. Orman alçak bir dağın eğiminde büyüyordu; zayıf, küçük akağaçlann arasında sık sık büyük taşlar göze çarpmadaydı, toprak pek verimli sayılmazdı, yoksuldu-kah balçık, kah gri çamur-ama ağaçlarla otlar alışmış, ellerinden geldiğince bu toprakta yaşıyorlardı. Avcı kimileyin duraklıyordu; böceklerin, küçük kuşların, solucanların ince, çoksesli uğultusunu ve bu nüfusun beslenip eyleme geçmek için eziyet edip eşelediği küçük toprak öbeklerinin fışırtısını duyuyordu. Orman, avcının henüz hiç gitmediği, oysa çoktandır hayal ettiği kalabalık bir şehri andın yordu. Sadece bir keresinde Petrozavodsk’tan geçmişliği vardı, o da önünden. Feryat, vızıltı ve hafif bir mınltı dolduruyordu ormanı, ya saadet ve tatminkarlığı, ya ölümü söyleyerek; siste akağacın nemli yapraklan yaşamın yeşil iç ışığıyla parlıyordu, fark edilmesi güç haşereler onları tüten 9 MUHTEŞEM VAHŞİ DÜNYA toprak buharının sessizliğinde sallamadaydı. Uzak, küçük bir hayvan saklandığı yerde ürkekçe çenilemeye koyuldu; kimsenin dokunduğu yoktu ona, kendi varlığının korkusundan titriyor, dünyanın güzelliği karşısında yüreğinin sevincine teslim olmaya cesaret edemiyor, kazara başına gelen yaşamın nadide ve kısa vesilesinden faydalanmaya korkuyordu, çünkü yerini bulup yiyebilirlerdi onu. Oysaki bu hayvan çenilemese daha iyi olurdu: Sessiz yırtıcılar onu fark edip mideye indirebilirdi. Bir lokomotifin ıslığı, ince ve uzak, süratin kasırgasıyla yırtılıp ormanda ve siste çınladı, kaçan perişan bir insanın acıklı sesi gibi. “Polyarnaya Strela!0″‘ dedi avcı. “Nasıl da koşuyor uzaklara, vagonlarında müzik çalıyordur, yolcuları akıllı insanlardır, şişeden pembe su içer ve laf konuşurlar. ” Avcı ormandan sıkıldı; bir kütüğün yanına oturdu, bir hayvan ya da kuşu öldürme arzusuyla -karşısına hangisi çıkarsa- tüfeğini hazır vaziyette bacaklarının arasına sıkıştırdı.


Bilimlerden bihaber olduğu, elektrikli trenlere binmediği, Lenin’in mozolesini görmediği ve sadece bir kez onuncu çift-hat geçidi müdürünün hanımına ait şişesinden parfüm kokladığı için öfkeliydi. Lüks trenler uzaklara koşarken kendisi sisli ormanda haşereler, bitkiler ve kültürsüzlük ortasında dolanmaya mecburdu. “Hayvan mı olur kuş mu, ne denk gelirse öldürürüm!” diye verdi kararını avcı. Oysaki çevresinde yine sadece küçük, çelimsiz, vurmaya elverişsiz mahluklar gürültü ediyor, vızıldıyordu. Avcının ayağının dibinde, ağır iş altında ezilen gayretli karıncalar küçük edepli insancıklar gibi geziniyordu: Melun, kulak . karakterli mahluklardı bunlar doğrusu – bir ömür çarlıklarına pılı pırtı sürüklüyor, başa çıkabildikleri tüm küçük ve büyük yalnız hayvanları sömürüyor, evrensel çıkardan anlamıyor ve kendi açgözlü, pürdikkat refahları uğruna yaşayıp gidiyorlardı. Şimdi de can vermiş yaşlı bir solucanın bedenini • “Kutup Oku” adlı bir lokomotif–ç.n . Irgat çalıştıran zengin köylü –ç.n. 10 HAYVANLAR VE BİTKİLER ARASINDA parça parça yürütmekteydiler: Yaprakbitlerini sağıp sütünü içtikleri yetmezmiş gibi bir de el alemin etini seviyorlardı. Bir keresinde avcı, iki karıncanın demiryolundan demir yongası sürüklediklerini bile görmüştü. Demire de ihtiyaçları vardı demek. Tek bir yığın oluşturmak için tüm dünyayı kırıntı kırıntı topluyorlardı. Avcı en yakınındaki karıncaları ezdi ve elinden başka kaza çıkmasın diye oradan uzaklaştı.

Babasına benziyordu – o da av sırasında daima sinirlenir, hayvanlar ve kuşlarla azılı düşmanlarıymış gibi savaşır, kalbinin öfkesini son zerresine değin ormanda tüketir, eve iyi, duygulu, aile canlısı bir insan olarak dönerdi. Oysa başka insanlar av esnasında aksine otlara incitmeden basar, hayvanı sevgiyle vurur, çiçek ve ağaçları zevkten titreyerek okşarlardı; evlerinde, insanların arasındaysa sinir içinde yaşar, kendilerini tüfek sayesinde patron hissettikleri doğayı özlerlerdi. “Av ya ahmaklıktır ya yoksulluk, İvan Alekseyeviç!” derdi ona babası (on sekizini doldurunca ona baba adını ekleyerek hitap etmeye başlamıştı*). “Adama bak, göl kenarında elde olta oturur, iğneye solucan geçirir, sudaki akılsız hayvanı kandırır: Alçak! Bir başkası kapar tüfeği, dalar sık ormanın içine: Kimseciklere ihtiyacım yok gibisinden, bensiz yaşayın, kendi karnımı doyururum, kendi kendimden memnunum … arkadaşı da köpektir böylesinin, senle ikimiz değil. ” İvan Alekseyeviç küçük bir oğlarıken, babası ona öldürülen tavşan ve kuşların yüzlerini gösterirdi – ürkek, hatta bazen de akıllıydılar, yemek istemezdi insan onları ama en nihayetinde yemek icap ederdi. Babası, avladığı hayvan ve kuşları idareli, akıllıca yer, ölen doğa nimetlerinin insanda bir faydaya dönüşmesi, helada boşa gitmemesi için çocuklarına da aynını tembihlerdi. Öldürülenlerin etinden kemiğinden sadece tokluk değil iyi de bir ruh, yürek gücü ve fikriyat edinilmesini öğütlerdi. Kuş yahut hayvandan en iyi şey- * Ruslarda ad ve baba adıyla hitap saygı ifadesidir -ç.n. 11 MUHTEŞEM VAHŞİ DÜNYA leri alamıyor da sırf karın doyurmak istiyorsan otlu lahana çorbası ya da ekmekli türya* yemeliydin. Baba, hayvan ve kuşu alemin kıymetli ruhları, onları sevmeyi de tutumluluk olarak görürdü. İvan Alekseyeviç tüfeğini kaldırdı. Yakındaki ufak bir çalının içinde bir şey kıpırdanmıştı. Oraya biraz yaklaştı. Küçük bir tavşan, bir yavru belirdi; insan misali oturmuş, ön ayaklarıyla kendine yardımcı olarak bir ot parçasını hızlı hızlı çiğniyordu, sonra silindi ve sağlıklı temiz havayı sık sık solumaya koyuldu; küçüklüğünden beri besinini sağlamaya çabalamaktan yorulmuş olmalıydı: Ana babası muhtemelen ölmüştü, yalnız, öksüz yaşıyordu.

Tavşan avcıyı fark etmiyor ya da mahiyetini anlamıyordu. Toparlanıp zıpladı ve yok oldu. İvan Alekseyeviç onu öldürmedi: Fazla küçük ve yemesi neredeyse abesti, hem yazıktı da, çocuk yaşta emektar olmuştu. Varsın yaşasın. Az sonra İvan Alekseyeviç orman açıklığına vardı. Aynı küçük yumuk bebek-tavşan orada ayaklarıyla toprağı eşeliyor, birtakım kökleri ya da geçen yıl birinin düşürüp bıraktığı lahana yaprağını çıkarmaya çabalıyordu. Yorulmak bilmeden yaşam gailesiyle uğraşıyordu çünkü büyümesi gerekliydi ve canı durmaksızın yemek istiyordu. Toprakta bulduğu şeyi yiyince biraz işedi ve oynamaya koyuldu – kuyruğuyla, üç ayağıyla tuttuğu dördüncüyle, sonra ölü ağaç kabuğundan artakalanla, dışkılarının parçalarıyla ve hatta ön ayaklarıyla yakalamaya çalıştığı boş havayla. Bir su birikintisi bulup susuzluğunu giderdi tavşan, çevresine nemli bilinçli gözlerle baktı, sonra ötedeki bir çukura girdi, vücudunun sıcaklığına büzüşüp kestirmeye koyuldu. Yaşamın tüm zevklerini tatmıştı: Yemiş, içmiş, nefes almış, çevreyi dolaşmış, keyif duymuş, oynamış ve uyumuştu. Uykusunda da keyfi yerindeydi: Hayvanlar sıkça, neredeyse her zaman mutlu rüyalar görür; akıllan yaşamın izlenimlerinden kurtulamaz, güçsüzdür, rüyaya giren sevince kolay • Bozaya benzer mayalı ekşi bir Rus içeceği olan kvas’a ekmek ve soğan doğranarak yapılan bir köy yemeği -ç.n. 12 HAYVANLAR VE BİTKİLER ARASINDA aldanır, çünkü uykusunda çaresiz ve zavallıdır. İvan Alekseyeviç daha çocukken, uyuyan köpekleri, kedileri, tavukları nasıl şaşkınlıkla, dikkatlice incelediğini anımsıyordu. Ağızlan bir şey çiğner, mesut sesler çıkarır, bazen şuursuzluktan körelen gözlerini hafifçe aralayıp tekrar yumar, kıpırdanır, vücutlarının sıcaklığına sarınır ve varlıklarının tadından inlerlerdi.

Avcı küçük tavşana yanaştı, onu kaldırıp koynuna soktu; tavşan hafifçe cıyakladı ama uyanmadı, daha da büzüştü, insanın sıcak bedenine sokuldu, oysa kendi de sıcacıktı . • Lobskaya Dağı’nda, yoksul yıldızlardan oluşan bir takımyıldız misali dört kulübecikten ibaret bir köy vardı. Kulübelerin birinin ocağı yanıyor, dumanı tütüyordu, diğerinin çatısında kulübenin yansı boyunda bir adam oturmuş Onega Gölü’ne, uzaklara bakıyordu. Çatıdaki adamın epey yaşı vardı ama varlıklı biri yahut bir bilgin gibi sinekkaydı tıraşlıydı. Kolhozdaki işini Bilim Akademisi’ne bağlı su ve fırtına ölçümü şubesi göreviyle beraber yürütmekteydi. Şimdi de göle bakıyor, ya rüzgan ya başka bilimsel işaret ve olaylan gözlemliyordu. İvan Alekseyeviç de böyle bir işi olsun isterdi ama tıraş olmak, yazı yazmak ve konuşmak gerekirdi bu tür işlerde … Bu köyün evleri küçük, yoksul ve boyasızdı ama rahat olduklarından yeterli, hatta geniş görünürlerdi, ki ufaktır aslında bu konutlar. Avcı en kötü, en az göze çarpan kulübeye yöneldi. Kulübenin ahşap çatısı çürümüş, yıllanmış yosunla örtülmüş, alt tomrukları yurtlarının bağrına dönercesine toprağa gömülmüştü; oradan, kulübenin bedeninin en altından iki yeni güçsüz dal uç vermişti; bunlar günün birinde kudretli meşelere dönüşerek rüzgar, yağmur ve insan soyunun harap edip tükettiği bu evin küllerini kökleriyle yiyeceklerdi. Kulübecik, kazıkların, Onega Nehri kıyısından taşınarak rasgele yığılmış taşların, ihtimal fırtınanın uzak bir kentten 13 MUHTEŞEM VAHŞİ DÜNYA getirdiği paslanmış çatı demiri tabakalarının ve diğer ucuz ya da tesadüfi malzemenin çevrelediği boş avlusunda dikiliyordu. Gelgelelim çit ayakta zor duruyordu, taşlar yıkılmadaydı, toprağın içinde çoktan çürüyüp can vermiş kazıklar yan yatmıştı. Kulübe ve avlu bir dulun öksüz hanesine benzese de burada büyük, sağlıklı bir aile yaşıyordu, görünüşe göre ihmalkar veya kendi içinde uyumsuz – oysa bu doğru değildi: Hanenin en büyüğü Aleksey Kirilloviç, İvan Alekseyeviç’in babası, kereste fabrikasında kariyer yapıyor ve yakınlarda yeni bir inşaat başlatmayı, eski kulübeyi de genç meşenin köküne yedirmeyi umut ediyordu. İhtiyar en güzel günlerin henüz yaşanmadığı düşüncesine bel bağlamış, geçip giden zamana veda edip onu unutmaya karar vermişti. Tüm aile evde toplanmış oturuyordu. Baba yaklaşık bir ay önce ödül olarak aldığı radyoyu ayarlamakla meşguldü.

Aslında tek lambalı radyoyu fabrika sendikası ödeneğiyle almıştı ama evdekilere -kansı hatırına- ödül olarak verildiğini söylemişti; fabrika bekçisi de olsa ihtiyar ailesinden hürmet görmek istiyor, halk arasında nam salmayı hayal ediyordu. Ne var ki yaşlı kansı tüm gerçeği, radyonun hangi başarı karşılığında alındığını tez öğrenmişti – deneyimli yaşlı bir eşten sır saklamak ne mümkün. İvan Alekseyeviç küçük tavşanı ocağın altına koydu ve on aylık kızını kucağına aldı; artık ayacıklarının üzerinde durabiliyor, kendi kendisine gezinmeyi öğreniyordu – on beş yıl sonra o da gelin olacak, çocuklar doğurmaya kalkışacak, şimdilik büyüsün, ana baba elinde dinlensin. “Bir tanecik tavşan mı getirdin?” dedi İvan Alekseyeviç’in genç kansı. “Aile sahibi adamsın, dur da azıcık düşün. Şimdi ormanda sincaplar vardır, çiller, çalı horozlan vardır, getire getire oynamaya tavşan getirmişsin. Boşa kapsül harcıyorsun, eve yeni bir şey alsaydın bari … ” İvan Alekseyeviç’in bu ev koşullarında tadı kaçtı. Uzaklara giden ekspres trenlerini, vagon pencerelerinin perdeleri ardındaki 14 HAYVANLAR VE BİTKİLER ARASINDA elektrik ışığını, trenin içinde çalan ve kimileyin makas koluna yaslanmış dururken duyduğu neşeli müziği hayal ediyordu. Orada bilim, ün, yükseköğrenim, metro vardı; buradaysa hayvanlar, aile, sıradan bir şey, ama şimdilik katlanmak ve kavga etmemek gerekiyordu. “Hatunlar ezelden beri bolluğu sever, ” dedi İvan Alekseyeviç’ in babası, “her şeyleri bol olacak: Sincabı da, çili de, sandıkta kumaşı da – sosyalist deniyor bunlara şimdi … ” Ve ihtiyar, dünya tarihinin sürüp gittiği, tüm kaderi sarsan büyük insanların seslerinin çınladığı diğer yabancı dünyayı duyabilmek için radyoyu açtı. Başlarda yaşlı adam radyo cihazına pek güvenememişti: Bilimsel miydi yani – bin verst öteden ses gibi bir hiçi iletmek mümkün mü? Bilim böyle şakalarla uğraşmaz, bilim mühim iştir, radyoysa rastlantı; dahası radyo yazı yazmaz belge bırakmazdı, bu yüzden de karton borunun doğru söylediğinin garantisi yoktu. Ne var ki kısa zaman önce İvan Alekseyeviç’in babası bizzat Petrozavodsk’a giderek radyodan birkaç ses söylemesine izin verilmesi için dilekçe sunmuştu; vermişlerdi de izni; yola çıkmadan önce ihtiyar, akşamlan radyonun yanından ayrılmaması, bir sürü bilgi ve haberler okunurken kulak kesilmesi konusunda kansını tembihlemişti. Petrozavodsk’tan kansına şöyle demişti ihtiyar: “Benim, Aleksey Kirilloviç Fyodorov, Lobskaya Dağı köyünden, benim ben olmadığımı düşünmemen için söyleyeyim: Ben’im, radyo gerçek, şimdi sana öksüreceğim, hemen tanıyacaksın beni (Aleksey Kirilloviç gerçekten de üç kez öksürmüştü)-duyuyor musun? Hatırlar mısın seninle evlendiğimde, sen o zamanlar dul dun, bense Finli kulakın yanında ırgat, şimdi kendisi bir sınıf düşmanı, sana bunu benden başka kim söyler yahu – demek ki ben’im. ” Gelgelelim o gün Lobskaya Dağı’nda Aleksey Kirilloviç’in duyulması imkansızdı: Radyo bozulmuştu, bir şey kurumuş ya da patlamıştı içinde. Yaşlı kadın megafonun başından ayrılmadan oturuyor, kimi kimi borudan bir sesler duyar gibi oluyor ama aldanıyordu.

Kontrol seyaha15 MUHTEŞEM VAHŞİ DÜNYA tinden dönen Aleksey Kirilloviç kontrolcü hanımının kendisini duymayışına sinirlenmedi: “Yine de inanıyorum artık,” dedi eve dönen ihtiyar, “inanmayan da yürüsün gitsin, sınıf düşmanıdır.” “Evet ya, öyledir,” dedi yaşlı kadın kabullenerek. “Yarın hamamda sırtımı ovuver, seni dinleyeceğim diye hepten sağır oldum.” Radyo bir kez daha çalmaya başladı. Kulübedeki insanlar ihtişamlı uzak hayatı kalpleri duracak gibi dinliyordu. önce yaşlı biri konuştu, sonra genç; müzik gizemli bir şarkı söylüyor, bozkır düdüğü ötüyor, çan çalıyordu. Sonra genç kız seslerinden bir koro, kahraman sosyalizm, mutlu insanlar ve ilginç bir yaşama dair bir şarkı tutturdu. Kızlar pek uzaktan söyleseler de, yokluk ve eziyet değil saadet içinde yaşamanın gerektiği hissedilebiliyordu. İvan Alekseyeviç kızım seviyor, avucuyla minik başını, göğsünü ve günün birinde içinde çocukların döllenip büyüyeceği karnım okşuyordu. Bunlar üstün insanlar olacaktı, oysaki o, dedeleri bir hiçti: ormandaki çift-hat geçidinde makasçı. Çocuk, şarkıları ve müziği dinliyor, İvan Alekseyeviç’in karısıysa oracıkta, ocak başında didinirken ekonomik ve kültürel çıkarımlarda bulunuyordu: “Milletin hayatı hayat tabii: Ta buradan duyuluyor … Yeni eşyalar alıyor, evler inşa ediyor, tatlı yiyorlar, tiyatroya gidiyor, dans ediyor, şarkı söylüyor, bilim öğreniyor, Karadeniz’de yüzüyorlar, bizse burda anca çalış anca didin … ” “Doğruya doğru!” diye onaylıyordu ihtiyar kadın, İvan Alekseyeviç’in annesi. “Başka erkeklerin elinden maşallah her bir iş geliyor, bakmışsın kenara da üç kuruş koyuveriyorlar … Şimdileri eskisi gibi mi ya, çok çalışıyorlar çok. İşten gelip de evde oturmanın filemi ne! Yürü suya tomruk sal, yürü barakalara uğra – yeni ocak döşüyorlar, kütük söküyorlar, mutfağa da her vakit kirli iş için erkek lazım … Ya nasıl yaşayacaksın!” İhtiyar kadın kendini koyvermiş, kulübenin ortasında tüm vücuduyla tepinip duruyordu. “Bizimkiler teşrif eder, yayılır: Misafirliğe gelmişler! Bir de tüfeği alıp ormana gitmez mi! Ne diye gider, neyden sebep dolanır otla16 HAYVANLAR VE B İTKİLER ARASINDA nn içinde, meşelerin arasında: Tavuklar mı gezer, domuz yavruları mı gezer de orda, dallardan çuhalar mı sarkar dersin! Tavşancıklar, çalı horozlan – peh, neye yarar: Bir araba yükü getirseniz hadi neyse, ya bir tane ya iki tane: Ne ala memleket – ben ihtiyarın dişinin kovuğunu doyurmaz … Kes şu borunun sesini be: Ben konuşurken dinlenecek bir şey yok orda!. ” İhtiyar radyoyu durdurdu ve mayışıp kansının söylediklerini dinlemeye koyuldu; ona itiraz etmeye üşeniyordu: Varsın kendi kendine içini döksün, yumuşayıverir

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir