Andri Snaer Magnason – Mavi Gezegenin Hikayesi

Bir zamanlar uzayın derinliklerinde mavi bir gezegen vardı. İlk bakışta o kadar sıradandı ki bir astrolog ya da astronotun dönüp ona ikinci defa bakması pek de olası değildi. Günde bir defa etrafında tur atan güneşi ve bir de ayı vardı. Çimen ve otların üzerinde rüzgâr eser, dağların tepelerinden inen şelaleler derin ve karanlık kanyonlarının içine akardı. Gökyüzünü dolduran bulutların arkasında beliren yıldızlar göz kırpardı. Gezegen karalarla kaplıydı ve her bir karanın etrafında, güçlü bir rüzgârla kayalık sahilleri dövene kadar bir ayna kadar pürüzsüz olan okyanuslar mevcuttu. Bu mavi gezegenin özel olmasının tek bir nedeni vardı: Orada sadece çocuklar yaşardı. Bitkiler ve hayvanlar da vardı elbette ama gezegen boy ve şekil olarak çeşit çeşit çocuklarla doluydu. Büyük çocuklar, küçük çocuklar, tombul çocuklar, zayıf çocuklar hatta aynada karşılaşabileceğiniz türde tuhaf çocuklar kaynıyordu. Yüzlerceden fazlası vardı, o yüzden sayılarını bilmek imkân7 sızdı demekle yetinelim. Onlara ne yapmalarını söyleyecek yetişkinler olmadığından çocuklar dilediklerince hareket etmekte özgürdü. Vahşi çocuklar acıktıklarında yemek yer, yorulduklarında uyur, boş zamanlarında da rahatsız edilmeden oyunlar oynardı. Bunları yetişkinleri eleştirmek için söylemiyorum, hatta çoğu aslında iyidir de. Mavi gezegen çok güzeldi ama bir o kadar da tehlikeliydi. O kadar tehlike ve heyecanla doluydu ki hiçbir yetişkin stres ve endişe yüzünden saçlarını beyazlatmadan ya da yıpranmadan orada yaşayamazdı. O yüzden en genç çocuk bile oraya gelen bir yetişkin hatırlamıyordu. Gökbilimciler teleskoplarını mavi gezegene çevirmeye bile cesaret edemezdi. Birinin aklına şu sorular gelebilir: Peki bu çocuklar nereden geldi? Nasıl çoğaldılar? Hiç büyümüyorlar mı? Gezegende hiç yetişkin yoksa nasıl doğdular? Cevap ise çok basit: Kimse bilmiyor. 8 Dediğim gibi, bilimciler gezegeni hiç merak etmedikleri için üzerinde araştırma bile yapmamışlar. Bildiğimiz tek şey hiç büyümeyen çocukların orada yaşadığı. Bilinmeyen bir nedenden dolayı kalplerindeki gençliğin haddi hesabı yoktu. O kadar ki bazılarının yaşı yüzü geçmiş olabilirdi. Çocuklar mavi gezegende sonu olmayan maceralara atılırdı. Karanlıkta ateşböceği kovalar, kayalıklara tırmanır ya da sıcak sulara atlarlardı. Sahilde deniz kabuğu toplayıp yumurta bırakan deniz kaplumbağalarını seyrederlerdi. Kuşların yuva yaptığı, buzulların sarktığı sarp kayalıklar vardı. Ormanlar kaplanların dolaşıp papağanların uçuştuğu gündüz vakti açık yeşilken; kurtların uluduğu, yarasaların uyandığı, kıllı bacaklı örümceklerin dallar arasında ağ ördükleri gece vakti ise koyu yeşil olurdu. Yılda bir kez mavi gezegende inanılmaz bir olay yaşanırdı. Mavi Dağlardaki bir mağaranın duvarındaki küçük bir delikten bir ışık parlardı. Burası sıradan bir mağara değildi. Uyuyan kelebeklerle doluydu. Işık mağaranın içine dolup kanatlarını aydınlatırken harika bir şey olurdu: Kelebekler uykularından uyanırdı. Yavaş ve sakince kanatlarını çırpıp birer birer havalanırlar ve mağaranın girişinden gökyüzüne yükselirlerdi. Gün boyu güneşi takip eder; karaların, denizlerin, dağların ve vadilerin üzerinden geçer; ardından bir sene boyunca uyanmamak üzere mağaraya geri dönüp uykuya dalarlardı. Kelebeklerin uçuşu mavi gezegenin en büyük mucizesiydi ve o gün gerçek mutlulukla dolu geçerdi. Çocuklar sırtüstü uzanıp kelebeklerin güneşle birlikte ufukta gözden kaybolmasını seyrederlerdi. Ama bu mucizelerin hiçbiri birazdan anlatacağım hikâyeyle kıyaslanamazdı bile. İşte şimdi, mavi gezegendeki hiçbir çocuğun hayal bile edemeyeceği en tehlikeli, inanılmaz hikâye başlıyor. 10 Destan başlıyor Destan, kelebeklerin yıllık uyanışının hemen ardından derin okyanustaki küçük bir adada başladı. Güneşli bir yaz günüydü; Brimir kara kumlu sahilde yürüyüş yapıyor, deniz kabuğu topluyor, yassı taşları olan okyanusa göz gezdiriyordu. Penguenlerin kuluçkaya yattığı gölgeden yavaşça yürüyerek geçerken kalabalığın arasında zikzaklar çiziyor, yumurtalara basmamak için büyük dikkatle hareket ediyordu. Brimir, Mavi Dağlar’da bulduğu çok güzel bir taşı arkadaşına gösterecekti. Siyah beyaz renkli penguen sürüsünün arasında san saçlı kafası seçilebiliyordu. Yemek yemeyi unuttuğu için yürüyüşü sırasında karnı gurulduyordu. Penguenlerin üzerinde durduklan yumurtalan görünce ağzı sulandı ama ona nasıl baktıklarını görünce bu fikrinden vazgeçti. Sonuçta bin penguene karşı sadece o tek başınaydı, çok keskin bir zekâsı vardı fakat onların gagaları daha keskindi. 11 Hulda’nın büyükçe bir çuvalı çekiştirdiğini görünce koşarak yanına gitti. “Merhaba,” dedi Brimir. “Çuvalın içinde ne var?” “Sadece bir fok.” “Sadece bir fok mu?” “Evet, sadece bir fok, ayrıca biraz portakal ve iki tane de tavşan!” “Hımm! Bir fok mu yakaladın?” Hulda, yavaşça Brimir’in kafasına vurarak, “O kadar da büyütülecek bir şey değil. Küçük bir tane sonuçta. Onu bir sopayla öldürdüm,” dedi. “Çuvalı taşımana yardım edeyim mi?” “Çok iyi olur.” Brimir ve Hulda, peşlerinde izlerini silen çuvalı sürükleyerek sahil boyunca ilerlediler. Palmiye ağaçları ile kara kumun olduğu körfezde durup denize doğru baktılar. Fokun derisini yüzüp onu burada pişireceklerdi. Odun toplayıp ateş yaktılar ve foku tek parça halinde pişirdiler. Yemeklerini yedikten sonra kumlara oturup günbatımını seyrettiler. Karanlık çöküp yıldızlar parlaklaşınca oldukları yere uzandılar. Hulda, “Sanırım hayatımın en güzel günüydü,” diye fısıldadı. “Evet, benim yaşadığım en güzel ikinci günden bile güzeldi, o da dün oluyor,” dedi Brimir. 12 “Dün ne yaptın?” Brimir gülümseyerek, “Özel bir şey değil, sadece çok mutluydum,” dedi. “Hayat gün geçtikçe daha güzel oluyor.” Hulda, “Kelebekler de yakında dönecek,” dedi, mutluluktan neredeyse ışıldayacaktı. Brimir bulduğu taşı Hulda’ya gösterdi. Nasıl da parlıyordu. Binlerce gökkuşağı rengindeydi. Milyonlarca yıldız gibi. “Çok güzel1.” “Senin olabilir,” dedi Brimir. Hulda, “Hayır, istemiyorum,” dedi. “Fazla güzel.” Brimir, “Onu gerçekten almanı istiyorum,” dedi. Kalbinin derinliklerinde vermenin almaktan çok daha büyük bir lütuf olduğunu bilen Hulda, Brimir’i memnun etmek için taşı kabul etti. “Bu taşın türü ne?” “Sanırım bir dilek taşı.” Hulda, “Bir dilek dileyebilir miyim?” diye sordu. Brimir, “İstiyorsan evet,” dedi. “Ama bunun ardından taş sıradan bir çakıla dönüşebilir.” “Sadece bir dilek hakkım mı var?” “Evet, ama canın ne isterse dileyebilirsin.”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir