Anna Gavalda – Onu Seviyordum

Constance için… – Ne diyorsun ? – Onları götüreceğim, diyorum. Biraz uzaklaşmak iyi gelecek…- – Peki ne zaman ? diye sordu kayınvalidem. – Şimdi. – Şimdi mi? Herhalde şimdi gitmeyi düşünmüyorsun… – Düşünüyorum. – Ne demek oluyor bütün bunlar? Saat neredeyse on bir. Pierre, sen… – Suzanne, ben Chloe’yle konuşuyorum. Dinle Chloe, sizi buradan uzaklara götürmek istiyorum. Sen de ister misin ? – Kötü bir fikir olduğunu mu düşünüyorsun? – Bilmiyorum. – Git eşyalarım al. Geldiğinde gideriz. – Eve gitmek istemiyorum. – O zaman gitme. Orada hallederiz. -Ama siz… – Chloe, Chloe, lütfen… Güven bana Kayınvalidem hâlâ karşı çıkıyordu: – Durun biraz! Çocukları şimdi uyandırmayacaksınız herhalde! Ev ısıtılmadı bile. Hiçbir şey yok orada.


Kızlar için gerekli hiçbir şey yok! Onlar… Pierre kalkmıştı. Marion, başparmağı dudaklarının kenarında, arabaya takılan koltuğunda uyuyor. Lucie yanına top gibi kıvrılmış. Kayınpederime bakıyorum. Dik duruyor. Elleri direksiyonu kavrıyor. Yola çıktığımızdan beri tek kelime etmedi. Profilini, başka bir arabanın farlarıyla karşılaştığımızda görebiliyorum. Sanıyorum o da benim kadar mutsuz. Yorgun. Düş kırıklığı içinde. Bakışımı hissediyor: – Niye uyumuyorsun? Uyumaksın biliyor musun, koltuğunu arkaya yatırmalısın ve uyumaksın. Yolumuz uzun daha… – Uyuyamam, diyorum, size göz kulak oluyorum. Gülümsüyor. Belli belirsiz bir gülümseme bu.

– Hayır… ben sana göz kulak oluyorum. Düşüncelerimize dönüyoruz. Ellerimin ardında ağlıyorum. Bir benzin istasyonunda durduk. Cep telefonumu kontrol etmek için kayınpederimin yokluğundan yararlanıyorum. Hiç mesaj yok. Tabiî ki. Ben salağım. Ben salağım… Radyoyu açıyorum, kapatıyorum. Kayınpederim geri geliyor. – Sen de gitmek ister misin ? Bir şey istiyor musun ? Kabul ediyorum… Yanlış düğmeye basıyorum, kâğıt bardak mide bulandırıcı bir sıvıyla doluyor, kemen atıyorum. Dükkândan Lucie için bir paket çocuk bezi, kendim için de bir diş fırçası alıyorum. Kayınpederim koltuğumu arkaya yatırmadan arabayı çalıştırmayı reddediyor. * * * Motoru durdurduğunda gözlerimi açıyorum. – Kıpırdama.

Araba sıcak olduğu sürece kızlarla burada kal. Odanıza elektrikli radyatörleri takacağım. Sizi almaya gelirim. Yeniden cep telefonuma yalvarıyorum. Yeniden uyumam imkânsız. Üçümüz birlikte, Adrien’in büyükannesinin feci şekilde gıcırdayan yatağında yatıyoruz. Bu yatak bizimdi.Mümkün olduğunca az sarsarak sevişirdik. Kolunuzu ya da bacağınızı oynattığınızda bütün evin haberi olurdu. İlk sabah aşağı indiğimizde, Christine’in imalı sözlerini hatırlıyorum. Kızararak, yüzümüzü kahve fincanlarımıza doğru eğmiş ve masanın altında el ele tutuşmuştuk. Dersimizi almıştık. Son derece ölçülü sevişiyorduk. Benden başka bir kadınla bu yatağa geleceğini, onunlayken de, artık dayanamadıklarmda, kaim şilteyi alıp yere atacağmı biliyorum. Bizi Marion uyandırıyor.

Uçan emziklerle ilgili bir masal anlatarak, bebeğini yatak örtüsünün üstünde gezdiriyor. Lucie kirpiklerime dokunuyor: “Gözlerin yapışmış.” Çarşafın altında giyiniyoruz, çünkü oda soğuk. Gıcırdayan yatak onları güldürüyor. Kayınpederim mutfakta ateş yakmış. Bahçenin diğer ucunda olduğunu görüyorum, sundurmanın altımda kütük arıyor. İlk defa onunla yalnız kalıyorum. Onunla birlikteyken kendimi hiç rahat hissetmedim. Fazla mesafeli. Fazla sessiz. Bir de Adrien’in bana anlattıkları var, onun bakışı, sertliği, öfkesi altında büyümenin güçlüğü, bir de okul derdi. O Suzanne’la da aynı böyle. İkisinin arasında hiç şefkat görmedim. Fasulye ayıklayarak aşktan konuştuğumuz bir gün Suzanne bana, “Pierre duygularını çok göstermez, ama bana karşı ne hissettiğini biliyorum” demişti. Başımı sallamıştım ama anlamıyordum.

Kendini kontrol altmda tutan, hareketlerini frenleyen bu adamı anlamıyordum. Kendini zayıf düşmüş hissetmek korkusuyla hiçbir şey göstermemek, bunu hiç anlayamamışımdır işte. Bizim ailede birbirine dokunmak ve öpüşmek nefes almak gibidir. Bu mutfakta geçen fırtınalı bir geceyi hatırlıyorum. Görüm-cem Christine çocuklarının öğretmenlerinden şikâyet ediyor, onların cahil ve dar kafalı olduklarını söylüyordu. Konu buradan genel olarak eğitime, ardından da özel olarak onların eğitimine geldi. Ve rüzgâr yön değiştirdi. Beklenmedik bir biçimde. Mutfak mahkeme salonuna dönüşmüştü. Adrien ve kız kardeşi savcıydı, babaları da sanık. Ne zor anlardı… Hiç değilse tam anlamıyla kıyamet kopsaydı, ama hayır. Sert çıkışlar bastırılmış, birkaç öldürücü iğnelemeyle yetinilerek, büyük çarpışma engellenmişti. Her zamanki gibi. Zaten nasıl kıyamet kopabilirdi ki ? Kayınpederim arenaya inmeyi reddediyordu. Çocuklarının yaralayıcı sözlerini hiç karşılık vermeden dinliyordu.

Kalkmak için izin istemeden önce, “Eleştirileriniz bir kulağımdan girip, öbür kulağımdan çıkıyor” diye gülümseyerek kapatırdı konuyu her zaman. Oysa bu kez tartışma daha şiddetliydi. Kasılmış yüzü ve su sürahisini sanki gözümüzün önünde kırmak istermiş gibi kavrayan elleri hâlâ aklımda. Hiçbir zaman söylemeyeceği bütün o sözcükleri tahmin ediyor ve anlamaya çalışıyordum. Tam olarak ne hissediyordu ? Yalnız olduğunda ne düşünüyordu ? Özel hayatında nasıl biriydi ? Christine başka çare kalmayınca bana dönmüştü: – Ya sen Chloe, bütün bunlar hakkında sen ne diyorsun? Yorgundum, bu gecenin sona ermesini istiyordum. Aile hikâyelerini yeterince dinlemiştim. – Ben… dedim, düşünceli bir biçimde, ben Pierre’in aramızda yaşamadığını düşünüyorum, yani gerçek anlamda değil demek istiyorum, bence o, Dippel ailesinin içinde kaybolmuş bir Marslı… Diğerleri omuz silktiler ve başka konulara daldılar. Ama o dalmadı. O, sürahiyi bıraktı ve yüzü aydınlanarak bana gülümsedi. Onu böyle gülümserken ilk kez görüyordum. Belki de son kez. Sanıyorum o gece aramızda bir tür suç ortaklığı doğdu… Çok ince bir şey. Şu anda önündeki odun dolu el arabasını iterek mutfak kapısına doğru ilerleyen, bu gri saçlı tuhaf Marslımı elimden geldiğince savunmaya çalışmıştım. * * * – Nasılsın? Üşüyor musun? – iyiyim, iyiyim, teşekkür ederim. -Ya kızlar? – Çizgi film seyrediyorlar.

– Bu saatte çizgi film oluyor mu? – Okul tatil olduğunda her sabah var. – Öyle mi?. Çok güzel. Kahveyi bulabildin mi? – Evet, evet, sağ olun. – Peki sen Chloe, tatil demişken, sen şey yapmak zorunda değil misin?. – İşyerimi mi aramalıyım ? – Evet, neyse, ben bilemem. – Tabiî, tabiî, arayacağım, ben… Yeniden ağlamaya başladım. Kayınpederim gözlerini indirdi. Eldivenlerini çıkarıyordu. – Özür dilerim, üstüme vazife olmayan şeylere karışıyorum. – Hayır, hayır, öyle değil, yalnızca… Kendimi kaybolmuş hissediyorum. Tamamen kayboldum… Ben… haklısınız, şefimi arayacağım. – Senin şefin kim ? – Bir arkadaşım, yani sanırım öyle, bir arayayım… Lucie’nin cebimde kalmış eski bir tokasıyla saçlarımı tutturdum. – Huysuz kayınpederinle ilgilenmek için birkaç gün izin yapacağını söylersin, olur biter, dedi. – Tamam… Huysuz ve sakat diyeceğim.

Böylesi daha ciddi duruyor. Kahve fincanına üfleyerek gülümsüyordu. Laure yerinde yoktu. Diğer hattı çalmakta olan asistanına birkaç kelime geveledim. Evi de aradım. Telesekreterin şifresini tuşladım. Önemsiz mesajlar. Ne bekliyordum ki ? Yeniden gözlerim doldu. Kayınpederim içeri girdi ve hemen çıktı. Kendime şöyle diyordum: “Haydi, ilk ve son kez şöyle sıkı bir ağla. Gözyaşlarını tüket, süngeri sık, şu üzgün gövdeni kurula ve sayfayı çevir. Başka şey düşün. Bir ayağını diğerinin önüne koy ve her şey yeniden başlasın.” Bana bunu yüz kere söylediler. Başka şey düşün.

Hayat devam ediyor. Çocuklarını düşün. Kendini bırakmaya hakkın yok. Kendine gel. Evet, biliyorum, çok iyi biliyorum, ama anlayın beni: yapamıyorum. Bir kere yaşamak ne demek? Ne anlama geliyor? Çocuklarımı düşünmeliyim, iyi de, onlara verecek neyim var ki? Topallayan bir anne mi ? Tersine dönmüş bir dünya mı ? Ben de sabah erken kalkmak, giyinmek, yemek yemek, onları giydirmek, beslemek, akşama kadar dayanmak ve öperek yatırmak isterim. Bunu yapabilirim. Herkes yapabilir. Ama daha fazlasını değil. Lütfen. Daha fazlası değil. -Anne! – Evet, diye seslendim burnumu koluma silerek. -Anne! – Buradayım, buradayım… Lucie, mantosunun içinde geceliğiyle duruyordu önümde. Bar-bie’sini saçlarından tutmuş döndürüyordu. – Dedem ne dedi biliyor musun ? – Hayır.

– Yemeği McDonald’s’ta yiyeceğimizi söyledi. – Sana inanmıyorum, dedim. – Hayır, doğru söylüyorum! Kendisi söyledi. – Ne zaman ? – Biraz önce. – McDonald’s’tan nefret ettiğini sanıyordum… – Yo, etmiyo. Önce alışveriş yaparız, sonra hep birlikte McDo-nald’s’a gideriz, dedi, hatta sen, hatta Marion, hatta ben, hatta o! Merdivenleri çıkarken elimi tuttu. – Biliyo musun, burda hiç elbisem yok, hepsini Paris’te unuttuk… – Doğru, diye onayladım, hepsini unuttuk. – Biliyo musun, dedem ne dedi ? – Hayır. – Marion’a ve bana, ödevler bittiğinde bizi alışverişe götüreceğini söyledi. Elbiseleri kendimiz seçeceğiz… -Öylemi? Karnını gıdıklayarak, Marion’un üstünü değiştiriyordum. Lucie bu arada yatağın kenarına oturmuş, asıl amacına doğru yavaşça ilerliyordu. – Ve de tamam dedi… – Neye tamam dedi ? – Ondan istediğim her şeye… Felaket. – Ne istedin ondan ? – Barbie elbiseleri. – Barbie bebeğin için mi ? – Barbie’m için de benim için de. İkimize de aynısından! – Yani o parıldayan korkunç tişörtlerden mi demek istiyorsun? – Evet, hem de her şeyiyle: pembe jean, üstünde Barbie yazılı pembe spor ayakkabı, küçük fiyonklu çoraplar… Biliyo musun… surda… Küçük fiyongu arkada… Bana ayakbileğini gösteriyordu.

Marion’u yatırdım. – Haaarika, dedim, her şey haaarika olacak!!! Dudak büktü. – Zaten sen bütün güzel şeyleri çirkin bulursun… Gülüyordum, o tatlı asık suratını öpüyordum. Hayaller kurarak elbisesini giydi. – Güzel olacağım, değil mi ? – Sen zaten güzelsin bir tanem, çok güzelsin. – Ama onlarla daha da güzel olacağım… – Sence bu mümkün mü ? İyice düşündü. – Evet, sanırım… – Haydi, dön arkanı. Saçlarını tararken, kız çocukları ne güzel bir buluş, diye düşündüm, ne güzel bir buluş… Kasaların önünde kuyruğa girdiğimizde, kayınpederim, büyük bir alışveriş merkezine on yıldır ayak basmadığmı itiraf etti bana. Suzanne’ı düşündüm. Alışveriş arabasının arkasında sürekli yalnız. Her zaman, her yerde yalnız. Kızlar, nugget’larını yedikten sonra, renkli toplarla dolu bir tür kafeste oynadılar. Genç bir adam ayakkabılarını çıkarmalarını söylemişti onlara, bu yüzden Lucie’nin o korkunç “You’re a Barbie girl!” spor ayakkabılarını dizlerimin üstünde tutuyordum. En kötüsü de, şu şeffaf dolgu topuk… – Bu korkunç şeyleri nasıl satın alabildiniz ? – O kadar seviniyor ki… Aynı hataları genç kuşakla tekrarlamak istemiyorum… Bu yer gibi… Otuz yıl önce böyle bir yer olsaydı, Christine ve Adrien’le asla gelmezdim buraya. Asla! Neden, diyorum bugün, neden onları bu tür bir zevkten mahrum ettim? Sonuçta neye mal olurdu? Kötü geçecek bir on beş dakikaya mı? Çocuklarının ışıldayan yüzlerinin yanında kötü geçen bir on beş dakika nedir ki? – Her şeyi tersinden yaptım, diye ekledi başını sallayarak, hatta şu lanet sandviçi bile ters tutuyorum, öyle değil mi ? Pantolonu mayonez içinde kalmıştı.

-Chloe? – Evet. 1 – Yemek yemeni istiyorum… Seninle Suzanne gibi konuştuğum için beni bağışla, ama dünden beri hiçbir şey yemedin… – Yiyemiyorum. Daha fazla uzatmadı. – Zaten böyle berbat bir şeyi nasıl yersin ki ?! Bunu kim yiyebilir ki zaten, ha? Söyle, kim? Hiç kimse! Gülümsemeye çalışıyordum. – Tamam, şimdi diyet yapmana izin veriyorum ama bu akşam bitecek! Bu akşam yemeği ben hazırlayacağım ve sen de afiyetle yemek zorunda kalacaksın, anlaştık mı ? – Anlaştık. – Ya bu ? Nasıl yeniyor bu astronot zımbırtısı ? Plastik bir kabın içindeki ne idüğü belirsiz salatayı gösteriyordu. * * * Öğleden sonranın geri kalanını bahçede geçirdik. Kızlar, eski salıncağı onarmayı kafasına koymuş olan büyükbabalarının etrafında koşuşturuyorlardı. Bahçeye inen merdivenin basamaklarına oturmuş, uzaktan kızları seyrediyordum. Güneş saçlarında parlıyordu; onları güzel buluyordum. Adrien’i düşünüyordum.Tam şu anda neredeydi ? Ve kiminle ?Ya hayatımız, hayatımız neye benzeyecekti ? Her düşünce beni biraz daha aşağı çekiyordu. Çok yorgundum. Gözlerimi kapadım. Onun geldiğini hayal ettim.

Avluda bir motor sesi duyuluyordu, yanıma oturuyordu, beni öpüyor ve kızlara sürpriz yapmak için, parmağını dudağıma koyuyordu. Yumuşaklığını hâlâ boynumda hissedebiliyorum, sesini, sıcaklığını, teninin kokusunu, her şeyi burada. Her şeyi burada. Onu düşünmek yeterli. 21 Bizi sevmiş olan birinin kokusunu ne kadar zaman sonra unuturuz ? Ya biz, biz sevmekten ne zaman vazgeçeriz ? Bana bir kum saati verin. Son kez birbirimize sarıldığımızda, onu öpen bendim. Flandre Sokağı’ndaki evin asansöründe. Öpmeme izin vermişti. Neden ? Neden artık sevmediği bir kadının kendisini öpmesine izin vermişti? Neden bana dudaklarını teslim etmişti? Ve kollarını? Anlamsız. Salıncak onarıldı. Pierre dönüp bana bakıyor. Başımı çeviriyorum. Göz göze gelmek istemiyorum. Üşüyorum, ağzım yüzüm salya sümük, ayrıca banyoyu ısıtmam gerekiyor. – Size yardım etmek için ne yapabilirim? Mutfak bezini beline bağlamıştı.

– Lucie ve Marion yattılar mı ? – Evet. – Üşümezler mi ? – Hayır, hayır, gayet iyiler. Ne yapabilirim, onu söyleyin bana… – İstediğin gibi ağlayabilirdin, bu kez ağlıyorsun diye kendimi harap etmem… Seni nedensiz ağlarken görmek bana iyi gelirdi. Üç tane soğan uzattı. Hadi kes bana şunları, diye ekledi. – Çok fazla ağladığımı mı düşünüyorsunuz ? – Evet. Sessizlik. Musluğun yanındaki ekmek tahtasını aldım ve karşısına oturdum. Yüzü yeniden kasılmıştı. Yalnızca ateşin sesi duyuluyordu. – Onu demek istemedim… -Efendim? – Demek istediğim o değildi, çok fazla ağladığını düşünmüyorum, ben sadece üzülüyorum. Güldüğün zaman o kadar tatlısın ki… – Bir şey içmek ister misin ? Başımı salladım. – Biraz ısınmasını bekleyeceğiz, yoksa yazık olur… Beklerken bir Bushmills ister misin ? – Hayır, teşekkür ederim. -Neden? – Viski sevmiyorum. – Zavallıcık! Viskiyle ilgisi yok! Tat şunu… Bardağı dudaklarıma götürdüm ve iğrenç buldum.

Günlerdir hiç yemek yememiştim, sarhoş olmuştum. Bıçağım soğan kabuklarının üstünde kayıyordu ve ensem uyuşmuştu. Neredeyse parmağımı kesiyordum.İyiydim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir